SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

ENGELSİZ FİLMLER FESTİVALİ 2023 İZLENİMLERİ

01 Kasım 2023 Çarşamba 18:43
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu yıl on birinci kez düzenlenen Engelsiz Filmler Festivali, 20-26 Ekim tarihleri arasında dolu bir programla Ankaralı seyirci ile buluştu. 4-5 Kasım’da da Eskişehir’de olacak. Geçtiğimiz yılların aksine, bu sene Ankara prömiyerini yapan film sayısı da epey fazlaydı. Fazla vakit kaybetmeden, festivalde izlediğim filmlerle ilgili yorumlarıma geçeyim.

The Old Oak (Umudunu Kaybetme):
Bıkıp usanmadan işçi sınıfının dertlerini anlatan, sosyalist dedemiz Ken Loach'ı seviyorum. Evet, son yıllarda sineması için yapılan eleştirilerin bazıları bu film için de geçerli ama yine de izlerken, iyi ki varsın Ken Loach dedim. Çünkü, hayatın içinden sıradan insanların hikayelerini, kendisini ya da oyuncularını öne çıkarmadan anlatan, mesajına odaklanan ama bunu yaparken ucuz numaralara başvurmayan yönetmenler pek kalmadı.
Ken Loach ve Paul Laverty, bu kez işçi sınıfının yanına Suriyeli mültecileri koyuyor ve yok aslında birbirimizden farkımız diyor. Irkçılığı lanetliyor ve bir arada olursak başarırız mesajı veriyor. Filmin Türkçe adının Umudunu Kaybetme olması boşa değil. Filmin mesajlarına ve Loach'ın iyi niyetine hiçbir itirazım yok ama bu kez hikayesine fazla naif yaklaştığı da bir gerçek. Bir defa filmdeki Suriyelilerin hepsi birer melek ve onlara tepki gösterenler de çok tek tip ve nedensiz birer ırkçı stereotip olarak çizilmiş. Ama asıl soruna çok girmeden, insanlar iyi olursa, her şey düzelir demeye getiriyor. Halbuki daha genç ve öfkeli bir Ken Loach, sıradan insan hikayelerini anlatırken, eşitsizliği yaratan sisteme de sağlam kroşeler çıkarmayı ihmal etmezdi. Suriyeli genç kadın karakterimizin, tüm dünya bize yapılanlara sessiz kaldı dediği sahne dışında, sisteme dair pek bir şey söylemiyor. O sahnede tam Loach yaşlanınca dindar mı oldu derken, karakterine “katedralin sahibi, onu yapan işçilerdir” dedirtmeyi de ihmal etmedi.
Netice olarak, muhtemelen Loach'ın son filmi olacak bu yapım, onun en iyi filmlerden biri değil ama yine de memnun kaldım.

Ellos eatnu - La elva leve (Dereler Özgür Aksın):
Sinemanın en sevdiğim taraflarından biri, özel bir ilginiz yoksa, hiç haberiniz olmayacak öyküleri, kültürleri anlatması, bazen de tarihin farklı dönemlerinde farklı ülkelerde, benzer şeylerin yaşandığını göstermesi. Sami halkını ilk kez filmlerde tanımıştım. Norveç'in yerlileri diyebileceğimiz bu halk, topraklarından uzaklaştırılmış, ana dillerini konuşmaları engellenmiş, küçük yaştaki çocuklar, ailelerinden uzaklaştırılarak asimile edilmeye çalışılmış. Tanıdık, değil mi?
Bu film, tanıdık bir başka olay anlatıyor. 70'lerin sonunda Sami halkının topraklarından geçen bir nehre baraj yapılmak istenmiş. Bu baraj, halkın kültürü için önemli olan bir bölgeyi su altında bırakacakmış. Elbette Sami halkının bir kısmı ve bazı Norveçliler buna karşı çıkmış.
Filmimiz de bu dönemdeki protestolar, direnişler ve açlık grevlerini arka planına alarak, Sami halkından genç bir öğretmeni anlatıyor. Ester, mezuniyeti sonrası atandığı okulda, etnik kimliğini gizlemeye çalışıyor, çünkü Sami olmaktan utanıyor. Annesi de olaylara karışma düşüncesinde zaten. Ama kuzeni vasıtasıyla, Sami kültürünü korumak isteyen başka gençlerle de tanışıyor ve olaylar gelişiyor.
Doğrusunu söylemek gerekirse, film başlarken, Ester'in finalde konumlanacağı yeri tahmin etmek çok zor değildi. Ama diğer karakterlerin yolculuklarında, beni şaşırtan gelişmeler oldu.
Yönetmenin kendini geri çekerek, hikâye anlatımına ve oyunculara alan açtığı filmlerden biri. Özellikle Ester'i canlandıran Ella Marie Hætta Isaksen de bu güveni boşa çıkarmamış.
Bu arada filmde dil kullanımı da önemliydi. Sürekli olarak Norveççe ve Sami Dili arasında geçişler vardı ve kimin hangi anda, hangi dili kullandığı, bir şey anlatıyordu aslında. Açıkçası, benim dinleyerek bu geçişi yakalamama ihtimal yoktu. Türkçe altyazıda da belli olmuyordu. Neyse ki, İngilizce altyazıda, bu farklı diller, farklı renklerle belirtilmişti. Bu nedenle, oradan takip etmek, ya da en azından kontrol etmek, daha iyi oldu.

İnsanlık Onuru Kısa Film Seçkisi:
Festivalin bu bölümünde 3 kısa film vardı. Bunların en çarpıcısı, bir grup işitme engelli insanın katıldığı şiir atölyesini anlatan Mira el silencio (Sessizliği Gör) idi. Şiirin farklı dillere çevrilmesinin zorluğundan hep bahsedilir. İşaret diline çevrilmesinin daha da zor olduğunu hiç düşünmemiştim. Film, işitme engellilerin, şiir kavramını anlamakta zorlanmaları ile başlıyordu (kendilerine çok rahat sağırlar dediklerine göre, politik doğruculuğa gerek yok, bundan sonra ben de öyle diyeyim). Atölye sonrası, tamamen işaret dilinde şiirler yaratmış olmaları, çarpıcıydı.
Diğer filmlere geçmeden, gösterim sonrasındaki panelden söz etmeliyim. Bu film ve paneldeki konuşmacılardan birinin Türkiye Sağırlar Fedarasyonu başkanı olması nedeniyle, izleyiciler arasında sağırlar çoktu. Bu yüzden panel, insan hakları ile ilgili olsa da çoğunlukla engelli hakları ve sağırların sorunları çerçevesinde ilerledi. Neredeyse her söz alan, işaret dili çevirmenlerinin yetersiz olduğundan bahsetti. Bunun gerçekten ciddi bir sorun olduğunu anladım. Tabii, hastane, mahkeme, okul gibi yerlerde bu çevirmenin bile bulunmaması, tam da bu nedenle çok kritik konularda iletişim sağlanamaması, bir anlamda eğitim haklarının da ellerinden alınması da ayrı bir problem.
Bunun dışında medyada engellilerin yansıtılması konusunda da dertliler. Ben de konuşmalarda aynı şeyi düşünmüştüm. Medyada ya çok trajik olaylar, ya da başarı hikâyeleri kendine yer buluyor. Bu, tam da ayrımcılığın kendisi aslında.
Söz alan bir arkadaşın şu tanımlaması da çarpıcı geldi:
"Biz haklarımızı almak isterken, sağ partiler olaya hayır işi, sol partiler sosyal sorumluluk projesi olarak bakıyor, aslında göstermelik komisyonlar kurmaktan başka da bir şey yapmıyorlar."
Diğer filmlere de kısaca değineyim. Kübra, Fransa'ya göçmek zorunda kalmış, Afgan bir performans sanatçısı kadını anlatıyordu. Çoğunlukla beden ve cinsel organlar üzerinden kurduğu işleri varken Afganistan'da çalışması çok zor olurmuş gerçekten.
Oasis (Vaha) ise, biri engelli ikiz kardeşleri anlatıyordu. Açıkçası ben engelli kardeşin sorununu tam olarak anlayamadım. 15 dakikalık filmde dikkatimi toplayamamış da olabilirim. O yüzden çoğunlukla, yaz sonunda ayrılacak kardeşlerin hikayesi olarak izledim.

Cumhuriyete Doğru Seçkisi:
Engelsiz Film Festivali'ndeki bu seçkide, 1909-1926 yılları arasından gelen, 9 adet kısa film vardı. Kısa film derken, o yıllarda, yabancı ekiplerin çektiği, kısa haber filmleri ve kısa belgeseller demeli aslında. Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün arşiv görüntülerini, İstanbul'un ve İzmir'in çeşitli bölgelerinin, o yıllardan kalan hallerini görmek gerçekten güzel ve ilginçti. Bir yandan da, belki de bir kısmı ilk kez kamera gören insanların tepkileri de çok otantikti.
Yanlışım yoksa, filmlerin bir kısmı, birkaç yıl önce Gezici Festival'de gösterilenlerle ortaktı. Peçesini açıp kameraya gülümseyen kadın imgesi, orada da en çarpıcı görüntülerden biri olmuştu. Gerçekten de Cumhuriyet Türkiyesinin ilk yıllarının simgesi olabilecek bir görüntüydü.
Bu seçkinin tümüyle, Hollanda'daki EYE Filmmuseum'dan gelmiş olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Elbette çok değerli görüntüler ama keşke kendi arşivlerimizde de o yıllara ait daha çok görüntü olsaydı. Gerçi gösterimi sunumuyla zenginleştiren Ahmet Gürata, bizim arşivlerimizdeki kayıtlardan da bahsetti ama yurtdışı arşivlere göre daha az maalesef. Bu arşivlerdeki çalışmaların halen devam ettiğini, belki de başka görüntülerin de ortaya çıkacağını da söyledi. Mesela izlediğimiz filmlerden birinin Fas'ta çekildiği zannediliyormuş ve o şekilde arşivlenmiş. Ama yakın zamanda, Fas sanılan yerin İzmir olduğu ortaya çıkmış. Hatta o filmde gözüken ailenin kim olduğuna dair bir araştırma bile başlamış.

Raining Stones (Yağan Taşlar):
İşte 1993'den gelen, daha genç ve öfkeli Ken Loach. Genç derken, o zaman da 57 yaşındaymış gerçi ama olsun. Ben gerçekten gençken izlemiştim ama neredeyse tamamen unutmuşum. Güzel oldu.
Aslında Ken Loach temelde bildiğimiz gibi. Kahramanları, yine işçi sınıfından hayata tutunmaya çalışan, sıradan ve iyi insanlar. Bu kez ana karakterimiz Bob, kızının komünyon töreni için, yeni bir giysi almak istiyor ama para bulmaya çalıştıkça, dibe çöküyor. O işten, o işe savruluyor, tefecilerin kucağına düşüyor vs vs.
Ama bu kez sıradan insanı, olanca gerçekliğiyle anlatırken, meselenin kişisel olarak çözülemeyecek bir sistem sorunu olduğuna daha çok vurgu yapıyor, daha öfkeli ama bir yandan da mizahı elden bırakmıyor. The Old Oak yorumunda, Loach yaşlanınca dindar mı oldu demiştim ama burada da kiliseyi olumlu bir yere koymuş. Her ne kadar sosyalist karakterinin ağzından, din karın doyurmuyor dedirtse de, otorite figürü olarak en olumlu figür, rahip muhtemelen.
Bu arada afişte "even better than Riff Raff" denmiş ama bence değil. 90'ların Ken Loach'ını tanımak için en iyi film halen Riff-Raff bence. Hatta biraz zorlayıp, filmografisinin en iyi filmi bile diyebilirim belki de.

Goodbye Stranger (Hoşçakal Yabancı):
Başrolde müziğin olduğu, sıcak, kıpır kıpır, hoş ama biraz da boş bir film. Keyifle izledim izlemesine de bittiğinde, senaryoda atılan bir sürü çengel, derinleşemeden boşta kaldı.
Aslında, genç kuşağın ruh halini, yurtdışına çıkma arzusunu iyi vermiş (Evet, Hollanda'daki gençler de İngiltere ve Amerika'ya gitmek istiyor). Başrollerdeki oyuncular çok doğal ve uyumlular. Buralarda bir sorun yok. Ana karakterlerimizin birinin mesleği, meslekten öte takıntısı müzik tarihi ile ilgili olunca, film içinde de muhtemelen, filmin bütçesi yettiğince telifi alınabilenler ile kısıtlı olsa da bir sürü güzel müzik ve müzik üzerine muhabbetler var. Bu kısımlar da çok keyifli.
Ama işte bazı konular da çok havada kalıyor. Mesela İngiltere'de başvurulan işle ilgili son anda ortaya çıkan Uzakdoğulu aday. Kahramanımız onun sosyal medya hesaplarını bulup stalk'lıyor. Hikâye buradan bir yere gidecek diyoruz. Yok, orada kalıyor.
Bir de ortada filme adını veren bir kitap var. Kız arkadaşı ile Londra'ya gitmeye hazırlanan erkek karakterimizin eski sevgilisi, isim vermese de kimden bahsettiği çok belli olacak şekilde bir kitap yazmış. Eski sevgilinin de erkek olduğunu söylemiş miydim? Filme adını verdiğine göre, bu kitap ve etkileri çok önemli bir hikâye aksı olacak diyoruz. Ama o da öyle olmuyor. Evet, ilişki üzerinde bir etkisi oluyor ama adamın biseksüel olması seyirci olarak bizi şaşırtsa da filmdeki karakterler zaten bunu biliyorlar. Öyle olunca da bu hikâye aksı da, kadın-erkek arasındaki cinsel ilişki ile erkek-erkek arasındaki cinsel ilişki arasında fark olup olmadığı üzerine bir diyalogdan çok da ileri götürmüyor bizi.
Tekrar başa döneyim. İzlerken keyifle izledim ama bahsettiğim konular bir yere bağlanmayınca, filmi de bir yarım kalmışlık hissi ile bitirdim. Kötü film demem kesinlikle ama seneye sorduğunuzda, hatırlamak için kendimi zorlamam gereken filmlerden biri olur.

Ayna Ayna:
Festivalde Ayna Ayna'yı ikinci kez izledim. Bir sene önce, Altın Portakal'da izlediğimde de epeyce sevmiş, demlendikçe daha da değer kazanacak, ikinci izleyişte yeni ayrıntılar bulurum mutlaka demişim. Gerçekten de öyle oldu. Belmin Söylemez'in günümüzde şehri en iyi kullanan, filmin karakteri haline getirebilen yönetmenlerden biri olduğuna yönelik düşüncem güçlendi. Keşke daha sık film çekebilse ama ülkemizde bağımsız film çekmek zorken, bu tip daha alçakgönüllü filmleri çekmek daha da zor belli ki.
Bakınız, filmin Türkiye prömiyerinin üzerinden bir seneden fazla geçmiş, normal bir vizyona göremedi. Bundan sonra da muhtemelen olamayacak. Belmin Hanım da, Başka Sinema özel gösterimleri olacak dedi. Sonra da platformlardan birine (muhtemelen MUBİ'ye) gelir herhalde. Son dönemin en iyi filmleri arasına adını yazarım halbuki.
Olumlu görüşlerim için geçen seneki Antalya yazıma dönebilirsiniz ama yine de son not olarak, ikinci izleyişte de çok sevemediğim, daha doğrusu filme oturtamadığım bölümü de belirteyim: Frida'nın hikâyesi. Belmin Hanım, bu karakterin en baştan beri olduğunu söyledi. Kendi başına da ilginç bir karakter kesinlikle ama diğer karakterler ve hikayeleri çok doğal bir şekilde akarken, Frida karakteri başka bir filme ait gibi sanki.

Bars:
Bars, Anadolu parsının peşindeki iki genç zoologun hikâyesi. Ama bu arayış, giderek daha uhrevi, tasavvufi bir hale dönüşüyor. Filmi izlemeden, yönetmenin filmografisine bakmamıştım açıkçası. Söyleşide Semih Kaplanoğlu'nun, Yusuf üçlemesinde ortak senarist olduğu söylenince, bir aydınlanma oldu. Aslında filmi, arayış ve vardığı nokta açısından Buğday'a daha yakın buldum. Burada, yönetmenin de söyleşide belirttiği gibi, Anadolu parsı bir simge olarak kullanılıp, Anadolu'nun kaybolan değerlerinin peşine düşülüyor bir anlamda. Bu arayışta ve gelinen yerde ilginç bulduğum, beğendiğim yerler olduğu gibi, içime sinmeyen noktalar da oldu.
Mesela, Anadolu'nun değerleri içinde ve tasavvufa giden yolda, basitçe Sünni Müslümanlığı öne çıkarmayıp, Aleviliğin altını çizmesi beklemediğim ve beğendiğim bir hareketti. Ama bunu yaparken filme eklediği Cem sahnesi, yama gibi duruyordu. Yabancı bir film olsa, yönetmenin ilgisini çekmiş, oryantalist bir sahne derdim.
Filmin kariyer, ün, para vs. hırsının karşısına, arayışın kendisini koymasına, bunların boş işler olduğunu söylemesine bir itirazım yok. Ama bunu yapış şekli, çok içime sinmedi. Takip ettiğimiz iki karakter, birbirine zıt iki karakter ve yukarıda bahsettiğim hırslar da birinde toplanmış. Bu karakter, aynı zamanda Anadolu kültüründen de habersiz. Yani olumsuz tarafa koyduğumuz ve değişmesini beklediğimiz karakter bu. Peki bu karakterin diğer özellikleri neler: İçki içiyor, barlara gidiyor, agresif, iktidar temsilcisine hesapsızca kafa tutuyor ve muhtemelen seküler. Bunlar birleşince, olumsuz tarafa düşen karakter, belli bir kesimi temsil ediyor ve içime sinmeyen de buradaki mesaj işte.
Filmin teknik olarak gayet iyi olduğunu söylemek lazım. Çok büyük bir bütçesi olmadığı hissedilmesine rağmen, özellikle zorlu dış çekimlerin üstesinden gelinmiş. Oyunculuklar da gayet iyi. Galiba bu film de vizyona giremeyecek. Platformlara gelirse, bir bakılabilir.

Kısa Film Yarışması 1:
Festivalin Uluslararası Kısa Film Yarışması’nın ilk seçkisinde, bence en öne çıkan film Split Ends (Saç Kırıkları) idi. Festivalden seyirci ve senaryo ödülleri ile dönen filmde, İran’da kendi arabaları içinde başörtüsü takmadıkları için ceza yiyen, saçlarını kazıtmış bir kadın ile saçları uzun olduğu için kadın zannedilen bir erkeği izliyoruz. Özeti okuduğumda, Adana’da izlediğimiz Terrestrial Verses (Fani Dizeler) filminin içindeki kısa filmlerden birini izleyeceğimizi düşünmüştüm. Hikayeleri çok benzer ama farklı filmler. Bu filmin yönetmeni, Alireza Kazemipour. Diğer filmin yönetmenleri ise, Alireza Khatami ve Ali Asgari. Saç Kırıkları’nın yapım tarihinin daha eski olduğu notunu da düşeyim.
Festivalden en iyi kısa film ödülü ile dönen, Tunus yapımı Conditional Desire (Koşullu Tutku) da, çevrenin baskısından kurtulmak için evlenen bir çiftin, aynı evdeki arkadaş gibi yaşantılarını ve her ikisinin de evlilik dışı, eşcinsel ilişkilerini anlatıyordu. İlgi çekici bir konu olmakla birlikte, bana seyirciyi biraz uzakta tutan bir film gibi geldi.
Seçkideki diğer İran filmi For Child Never Born (Hiç Doğmamış Çocuğa) ise, İran’da kadına karşı ayrımcılık ve şiddet olaylarını anlatıyordu. Etkili bir anlatımı olmakla birlikte, kafamda hikâyeye dair çeşitli soru işaretleri oluşturdu. Yönetmene de sordum bunları ama soru ve cevaplar, Farsça-İngilizce-Türkçe üçgeninde, çeviride kayboldu.
Avusturya yapımı Am Grat (Dorukta), birindeki MS hastalığı giderek ilerleyen iki kardeşin, bir dağa çıkma çabasını konu ediyordu. Filmin duygusunu, gerçekte de kardeş olan oyuncuların uyumunu övebiliriz.
Türkiye yapımı Herkesin Yapabileceği Bir Şey, aynı iş için mülakata giden biri çok genç, diğeri orta yaşlarda iki kadının bir tesadüf sonucu kesişen hikayelerini ve birbirlerinden farklı ve benzer yanlarını keşfetmelerini anlatıyordu. Fena değildi ama daha güçlü bir final olabilirdi.

Bo and Trash (Bo ve Çöplük), hoş bir animasyondu ama biraz fazlaca mesaj kaygılıydı. Daha çok çocukları hedeflediği söylenebilir. Birthday (Doğum Günü) ise depresyon üzerine bir filmdi ve perdenin karşısında, bizi de depresyona soktu. Hedeflenen buysa, başarılıydı ama 16 dakikalık süresinde, çok yordu gerçekten.

Kısa Film Yarışması 2:
Kısa Film Yarışması’nın ikinci seçkisinde, beni en çok etkileyen film, Rus yapımı Sleeping Beauty (Uyuyan Güzel) oldu. Uyuyan Güzel balesinin su altında çekilmiş hali görsel olarak çok güzeldi ve filmin sonundaki kamera arkası görüntülerinden anladığımız kadarıyla, arkasında inanılmaz bir emek de vardı.
Festivalden en iyi yönetmen ödülü ile dönen Adieu Gaston (Elveda Gaston) için, bir kiralık katili konu alan, modern bir western denebilir. Özellikle bir doğum günü ile ölümü birleştirmesinden, iyi bir kara komedi çıkıyordu.
Türkiye yapımı Salça, çoğumuzun kendisini içinde bulabileceği bir ikilemi anlatıyordu. Arkadaşlarınızla güzel bir kutlama yemeğindeyken, apartmandaki bir daireden yoğun bir tartışma, muhtemelen şiddet sesleri geliyorsa ne yaparsınız? Kısa film mantığına çok uygun, toplumsal bir konuyu ele alırken, ajitasyon yapmayan, iyi bir filmdi.
İstanbul İstanbul ise, seyirciden biraz çaba isteyen filmlerden biriydi. Ama karşılığını da veriyordu. İstanbul’da kalan Rumlar üzerinden giden hikâyesi, yoğun bir hüzün duygusu içeriyordu. Yönetmenin kurduğu atmosfer gayet başarılıydı.
İran yapımı The Other (Öteki), bir Meksika romanından uyarlama olması ve fantastik dokunuşları ile dikkat çekiyordu. İyi olduğunu kabul etmekle birlikte, içine girmekte zorlandığım filmlerden biri oldu.
Kendilerine yabancı bir ülkede büyümeye çalışan iki kardeşin hikâyesini anlatan Sister (Kız Kardeş) ve bir annenin oğlunun işlediği suça rağmen ona destek olmasını anlatan Love Has Nothing to Do with It (Sevginin Bir Faydası Yok) ise seçkinin biraz daha geride kalan filmleriydi bana göre.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar