BERLINALE 2025 İZLENİMLERİ-1
.jpg)
Geçtiğimiz yıl Filistin konusunda takındıkları tavır nedeniyle, bu sene bir boykot çağrısı yapılan Berlinale, 13-23 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. Boykota katılan sinemacılar olsa da, çoğunluğun festivale katılıp, tepkisini burada dile getirmeyi seçtiğini gördük. Aslında çoğu sinemacı da bu konulara hiç değinmemeyi seçti. Gerçi festival de, politik içerikli filmlerin sayısını azaltmış gibiydi.
Kişisel olarak ben de festivali yerinde takip etmeyi seçtim. Berlinale’de çok fazla alt bölümde, çok fazla film yer alıyor. Tüm bölümleri hakkıyla takip etmek imkânsız, sadece ana yarışmaya odaklanayım derseniz de, diğer bölümlerdeki dikkat çekici filmler kaçıyor. Yine de ana yarışmada ödül alan filmlerden 5 tanesini izleyebilmişim. Bu sene ayrıca, Berlin’de festival sırasında, 2 günlük bir toplu taşıma grevi de gerçekleşti. Gerçekten, grev gibi grevdi. Bu nedenle, o günlerde yürüme mesafesindeki sinemaları seçmem gerekti. Bu da merak ettiğim bazı filmleri kaçırmama neden oldu. Neyse, gelelim festivaldeki filmlere. Yine izleme sırasıyla yazacağım ve 2-3 hafta sürecek bir dizi olacak.
Reflet dans un diamant mort (Reflection in a Dead Diamond):
Festivalde izlediğim bu ilk film, bayılacağım bir film olmanın köşesinden döndü. Hélène Cattet ve Bruno Forzani bir kez daha popüler bir türü alıp, biçimci denemeler yapıyorlar. Bu kez hedeflerinde casus filmleri var. James Bond serisi de var ama esas o bir zamanlar Avrupa'dan (çoğunlukla Fransa'dan ve İtalya’dan galiba) çıkan, ana akım casus filmleri. Sadece filmler de değil, çizgi romanlara, foto romanlara da binbir gönderme var. En barizi Diabolik tabii ki.
Yaşlı bir adamın, lüks bir otelin sahilinde çekici bir genç kadını görüp geçmişi hatırlamasıyla başlayan film, o noktadan sonra, serbest bir şekilde, oradan oraya atlıyor. Belki de adamın hayallerinde kuralsızca dolaşıyoruz. Filmi daha fazla sevmemiş olmamın nedeni, senaryodaki bu savrukluk. Bilinçli olarak yapılmış, anlıyorum. Nasıl anıların zihnimizde belirmesinin bir kuralı yoksa, burada da öyle. Ama bir yerden sonra, aklımıza gelen güzel sahneleri, ardı ardına ekleyelim demişler hissi verdi.
Sahneler, çok güzel ama. Ona lafım yok. Kurgusu da inanılmaz hızlı. Festivalin bir kurgu ödülü olsaydı, adayım net olarak Bernard Beets olurdu. Film bittikten sonra, 6 ay dinlenmesi gerekmiş olabilir.
Avrupa polisiyelerini seven, Diabolik deyince heyecanlanan, foto roman dediğimde, o neydi ki demeyecek olanlara tavsiye ediyorum.
Heldin (Late Shift):
Bir hemşirenin, gece vardiyasındaki 8 saatini anlatan bir drama. Aslında şu cümleden aklınızda ne canlanırsa, filmde var. Çok yoğun bir tempoda çalışan bir hemşire, bambaşka sorunları olan hastalar, gerilimli anlar, duygusal anlar. Türe yeni bir şey katmıyor belki ama iyi çekilmiş, temposunu çok iyi kurmuş bir film. İlk dakikasından itibaren bizi hastanedeki o kaosun içine çekmeyi başarıyor.
Tüm film boyunca takip ettiğimiz Leonie Benesch yine çok iyi. Üzerinde adım adım biriken baskıyı bize geçiriyor. Dediğim gibi, filmin yapısı çok klasik olduğu için, öfke patlaması, duygusal boşalma gibi anlar kaçınılmaz. Ama bunlar da yapay durmuyor. Her hastanın, doğal olarak, o an dünyanın merkezinin kendisi olmasını istemesi de iyi verilmiş.
Film boyunca zaten, şurada 2 hemşire daha fazla olsa, işler bu kadar içinden çıkılmaz bir hal almayacak diyorsunuz. Bir de bunu finalde yazmaya gerek yoktu. Sonuçta, hastane draması sevenlere önerebilirim.
La Tour de Glace (The Ice Tower):
Lucile Hadzihalilovic'in çok güzel görünüyor ama bana göre değil dediğim filmlerinden birisi daha. Gerçi bu kez daha anlaşılabilir, içine girilebilir bir hikayesi var. Bir Karlar Kraliçesi uyarlaması çünkü. Daha doğrusu, Karlar Kraliçesi uyarlaması olan bir filmin setinde geçiyor. Ama Lucile ablamızdan bekleyebileceğimiz gibi, gerçekle masal birbiri içine giriyor. Zaten bu yapı, onun masal ve rüyalardan (kâbus da diyebiliriz) beslenen sineması için, biçilmiş kaftan. Belki ilk "kestik" kelimesi sürpriz etkisi yaratıyor olabilir ama filmin içindeki gerçeklikle, masal dünyası da hep birbiri içinde.
Oyuncu seçimleri de bizim gerçekliğimize gönderme yapıyor. Filmin başrolündeki star karakteri için Marion Cotillard çok iyi bir seçim zaten. Ona hayran olan genç kızı canlandıran Clara Pacini, yepyeni bir oyuncu. Peki film içindeki, filmin yönetmeni kim? Evet, o da gerçek hayatta da yönetmen olan biri olmalıydı. Lucile Hadzihalilovic de, en iyi tanıdığı yönetmeni, eşini seçmiş: Gaspar Noe. Ama Gaspar hayranları heyecanlanmasın şimdi. Çok büyük bir rolü yok. Zaten eşi ile tarzları da bambaşka. Gaspar ne kadar üzerimize saldırıyorsa, Lucile de o kadar dipten ve derinden gidiyor. Yine öyle, son derece yavaş bir kurgusu var. Bu kez daha takip edilebilir bir hikayesi var dedim ama ilk izleyişte anlamlandıramağımız simgeler de var elbette. Görüntü yönetmeni, yine on numara iş çıkarmış.
Lucile'in sinemasını bilen biliyor zaten. Aynen oradan devam ediyor.
O último azul (The Blue Trail):
Yakın bir gelecek. Brezilya hükumeti, yaşlılarla ilgili yeni kararlar almıştır. Onlara çok saygı gösterirler! Yaşadıkları evler, o evde yaşlı olduğunu belirtir şekilde işaretlenir. Damgalama demeyelim de, sevgi işareti diyelim! Sonra, siz bizim için çok değerlisiniz, diyerek madalya verilir. Ayrıca, göstermelik bir emekliler yılı ilan edilir. Yok yahu, onu başka birileri yaptıydı. Neyse, o kısmı geçelim. Ha, ufak bir karar daha. 80 yaşına gelince, kendi başlarına yaşayacakları bir koloniye sürülürler! Tamamen kendi iyilikleri için canım. Yoksa, gençlerin verimliliğini düşürüyorlar, ekonomiye yük oluyorlar gibi gerekçeler yok, tabii ki!
Filmimizin kahramanı Tereza, daha 3 yılım var diye düşünürken, yaş sınırının 75'e çekildiği haberi gelir. O da, henüz fiziksel olarak güçlü durumdayken, kalan hayallerimi gerçekleştireyim diye bir yolculuğa çıkar.
Yarışmanın en sevilen filmlerinden biri oldu, jüriden de ikincilik ödülü diyebileceğimiz ödülü kazandı. Yani, iyi film, keyifle, bazen duygusal bir şekilde izleniyor da, o kadar da abartmam. Hollywood'un zaman zaman yaptığı, yaş 70, iş bitmemiş filmlerinin, iyilerinden biri hissi verdi bana. Filmin iki deneyimli oyuncusu Denise Weinberg ve Miriam Socarrás çok iyiler ama.
Honey Bunch:
Henüz çok az kişinin izlediği, sürprizli filmlerle ilgili çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Özeti ile yetinip, fiziksel sorunları olan ve hafızasında boşluklar bulunan bir kadının, kocası ile gittikleri bir tedavi merkezinde yaşadıkları, diyeyim. Tabii ki, olayda bir tekinsizlik olduğu hemen anlaşılıyor ve film de bayağı tuhaf yerlere gidiyor.
Yine sevebileceğim bir konsept ama bunu başarıyla uygulamaya geçirebilmiş mi? Tartışılır. Bence çok fazla konuya girip çıkmaya çalışıp, odağını kaybediyor. Finalde bağladığı yeri, başı ile kurduğu ilişkiden tuhaf bir romantizm çıkarmasını sevdim aslında ama gizem çözülmeye başladığı bölümde yalpalıyor bence. Vizyon zor da, buralarda bir festivale gelirse, daha detaylı gireriz belki.
If I Had Legs I’d Kick You:
Rose Byrne'ın oyunculuk şovu. Bir ara filmde diğer oyuncuların isminin yazdığını unutup, galiba film boyunca Byrne dışında hiç kimse kadraja girmeyecek dedim. Öyle olmuyor ama yine de filmin tüm yükü onda. Zaten jüri de bunu gördü ve en iyi oyuncu ödülü, kendisine gitti.
Yakın zamanda başka bir film için de yazmıştım. Son dönemde, anneliğin ne kadar yıpratıcı bir süreç olduğunu anlatan filmlerin sayısı arttı. Bu da onlardan biri sayılabilir. Byrne'ın oynadığı Linda karakterinin hayatının odağı, bir hastalık yaşayan kızı olmuş durumda. Kocası da son derece ilgisiz bir adam olunca, tüm dünya üzerine yıkılıyor adeta (Tereddüt Çizgisi'ndeki adalet sarayının çatısının çökmesi metaforu fazla mı gelmişti? Daha da fazlasına hazırlanın). Kendisi de bir terapist ama başka bir terapist arkadaşından da yardım alıyor. Burada da Conan O'Brien, kendisinden beklemediğimiz kadar mesafeli bir rolde.
Bahsettiğim metaforun abartısı dışında, filmi ve özellikle görsel bazı tercihlerini sevdiğimi söyleyebilirim. Byrne'ın oyunculuğu, başta da belirttiğim gibi, zaten iyi.
Zikaden (Cicadas):
Farklı sınıflardan gelen iki kadının, beklenmedik dostluğuna odaklanan bir film. Nina Hoss ve Saskia Rosendahl, çok iyiler. İyi olmaları da şaşırtıcı değil zaten. Ama film, iki oyuncusunun performansları dışında, çok iz bırakmıyor.
Filmin görsel yapısı da başarılı aslında ama hikâye çok bildik bir yapıda ilerliyor ve bir türlü seyirciyi yakalayacak hamleyi yapamıyor. Yönetmen Ina Weisse'nin, tek başına yazdığı ilk senaryo bu. Sanki yine bir ortakla çalışsa iyi olurmuş. Oyuncularından ötürü, muhtemelen bizim festivalleri de dolaşacaktır. Yine izlenir de, programınıza uydurmak için, çok da zorlamaya gerek yok diyeyim.
Dreams:
Michel Franco, sınıf çatışması ve göçmenlik meselelerini, bu kez bir aşk hikayesi ile birleştirerek anlatmayı denemiş. Jessica Chastain, zengin, beyaz, Amerikalı bir kadın. Isaac Hernández ise Meksikalı bir balet. İkisi arasında, öncelikli olarak, cinsel çekimden kaynaklanan bir aşk başlıyor. İkisi de süregiden hayatlarından tavizler verip, aşklarını yaşamaya çalışıyorlar. Meksikalı karakterin aldığı risk daha fazla tabii. Bu birliktelik devam ettikçe, kaçınılmaz çatışmalar da geliyor.
Franco'nun sineması, bazen sevdiğim, bazen bana uzak bir sinema. Bu, zayıf bulduğum filmlerinden biri oldu. Yine oyuncu performanslarına yüklenen filmlerden biri. Özellikle Chastain'in oyunculuğuna ve güzelliğine. Bu açıdan izlenecekse, hiç itirazım yok zaten. Karakterler arasındaki çekimi de iyi vermiş ama iş karakterlerin bu ilişki dışındaki dünyalarına geldiğinde değişiyor. Oraları fazla yapay buldum. Çatışma kısımlarının bir kısmı da zorlama geldi.
Özellikle finalini de düşünerek, tüm hikâye, bir Amerika-Meksika ilişkisi metaforu olarak adlandırılabilir mi? Belki. En azından, Franco'nun böyle bir niyeti varmış gibi hissettim.
Not: Filme, Berlin trafiğindeki yoğunluk nedeniyle, yaklaşık 30-40 kişi ile birlikte, bir miktar gecikmeli girdik. Aslında güzel bir uygulama yaptılar. Hepimizi, 15. dakikaya kadar kapıda bekletip, içeridekileri tek bir kez rahatsız etmek için, topluca içeri aldılar. İçeri almadan önce de, yer bulmak için kesinlikle cep telefonunuzun ışığı açmıyorsunuz, gözleriniz alışana kadar bekliyorsunuz, sonra yanlara oturuyorsunuz diye uyardılar. Hem bizi kapıdan çevirmediler, hem de içeridekileri mümkün olduğu kadar az rahatsız ettiler.
Hem uygulamanın hoşuma gittiğini söylemek için yazdım. Hem de ilk 15 dakikayı kaçırdığımı belirtmek için. Ama başını kaçırmasam da filmin geneline dair görüşüm değişmezdi muhtemelen.
Confidante:
Çağla Zencirci ve Guillaume Giovanetti ikilisi, bu kez 99 depreminde geçen bir hikâye ile karşımızda. Bir tek mekân filmi. Tarz olarak The Guilty'yi aklınıza getirebilirsiniz. Telefonun bir ucunda, 900'lü hatlarda çalışan Arzu/Sabiha var. Diğer tarafta ise, enkaz altında kalmış bir genç. Enkaz altındayken, neden 900'lü hatları arıyor derseniz, depremden önce arayıp dalga geçmiş, depremden sonra da sadece redial'a basabiliyor. Tamam, bunu kabul edelim. Hikâyenin kurulduğu yer burası çünkü. Hikâye sadece bunun üzerinden dönse, Arzu, kurtarma ekipleri gelene kadar, genci hayata bağlamaya çalışsa, sakinleştirse, bu konuşmada ikisinin de geçmişleri ortaya dökülse, çok iyi bir film çıkabilirmiş ortaya. Fakat, yönetmenlere bu yetmemiş belli ki.
İşin içine savcıdan, mafyaya pek çok kişi giriyor. Arzu, müşterilerinin özelliklerini detaylı bir şekilde not eden biri çünkü. Ve gerekli anda, enkaz kurtarma çalışmaları için müşterileri içinden kilit isimlere ulaşmaya çalışıyor. Fakat hikâye dallandıkça inandırıcılığı azalıyor. Daha kötüsü, çok fazla mesaj verme kaygısı var. Yönetmenler Sibel'de de mesaj veriyorlardı ama bunu incelikli bir şekilde yapıyorlardı. Ki, o filmi, tam da bu yüzden çok seviyorum. Ama burada mesajlarını o kadar direkt veriyorlar ki.
Bir yerde Saadet Işıl Aksoy, kadınların sorunları üzerine upuzun bir tirat atıyor mesela. Ayrıca, yargı-mafya ilişkisi, depremdeki yıkımın sorumluları üzerine üzerimize mesajlar gönderiyor. Dolaylı olarak, iki yıl önceki depreme de referans verdiğini düşünebiliriz. Verdikleri mesajlara hiçbir itirazım yok ama daha incelikli bir şekilde verilebilirdi.
Bir de finalle ilgili çok büyük soru işaretlerim var. Ama henüz çok az kişi izlediği için, detay vermiyorum. Çağla Hanım'la da tanıştık aslında ama zamanımız olmadığı için finali konuşamadık.
Tahmin edebileceğiniz gibi, tüm filmin yükü Saadet Işıl Aksoy üzerinde. İyi de oynamış ama yine de 900'lü hatlarda çalışan bir kadın olduğuna pek inanamadım. Bir de not. Söyleşide hiç teklemeden, çok iyi İngilizce konuştu. Arada yabancı filmlerde de oynuyor ya, boşa değilmiş. Erkan Kolçak Köstendil ise, aşağı yukarı benim konuşacağım kadar konuştu işte 😊
Einer von uns beiden (One or The Other of Us):
Bu sene Berlinale'nin retrospektif bölümünde, Alman tür sinemasının çok bilinmeyen örnekleri vardı. Bu filmi, Wolfgang Petersen'in Das Boot'lardan, In the Line of Fire'lardan önce neler yaptığını görmek için seçmiştim. Bu ilk uzun metrajlı filmi. Sonradan altına girdiği dev projelerin yanında, çok daha mütevazı bir iş tabii. Ama ele aldığı suç hikayesini ve iki adam arasındaki gerilimi, işin içine mizahı da katarak, gayet iyi veriyor. Arka plana, dönemin Berlin'ini de iyi yedirmiş. Daha ilk saniyelerde, yıkık dökük mahallelerin içinden geçerken gördüğümüz Türkçe tabela bile, döneme dair bir detay olarak gülümsetti mesela.
Sonradan Das Boot'da da çalışacağı Jürgen Prochnow'un karizmasını da, bu filmde keşfetmiş demek ki. Filmin diğer gösterimine Prochnow da katılmış. Ama o tarihte, henüz Berlin'de değildim. Görmek isterdim doğrusu. Elke Sommer'ı da en güzel dönemlerinde görüyoruz filmde.
Hikâyeden bahsedelim. Aslında yetenekli olmasına rağmen sürekli red yiyen genç bir yazar, bir sosyoloji profesörünün, doktora tezinde intihal yaptığını fark ediyor ve ona şantaj yapmaya başlıyor (evet, hikâyenin bu kısmı bizim için fantastik sayılabilir). Fakat profesör, bu işin bu kadarla kalmayacağını düşünerek, işi kökünden halletmek istiyor. Bu arada genç adam da, profesörün kızıyla birlikte olmaya başlıyor. İşin içine başka bir suç olayı girince, işler iyice karışıp, bu iki adam arasındaki gerilimi iyice arttırıyor.
Bugünden bakınca eskimiş yanları var ama yine de hikâye kurgusu ve kurduğu gerilim yerli yerinde. Bazı yerlerde seyirci çok güldü ama bu bazı filmlerde olduğu gibi, zamanla filmin komik duruma düşmesinden değil, 70'lerin bugün bize komik gelen tarafları nedeniyle idi. Ayrıca filmin, doğrudan mizahı kullandığı yerler de var ki, onlar da büyük ölçüde işliyor.
Bir yerlerde bulursanız, Petersen'in ilk filmi neymiş diye izlenebilir. Beklentiyi çok yükseltmezseniz, pişman da etmez bence.
Le Rendez-vous de l'été (That Summer in Paris):
Berlinale'nin yeni bölümü Perspectives'deki bu film, tam beklendiğim gibi çıktı. Adeta Paris Olimpiyatları'nı takip eden Blandine ile birlikte biz de birkaç gün geçiriyoruz. Çok doğal, çok tatlı bir film. Öyle çok büyük olaylar, karakterin hayatını etkileyecek gelişmeler falan olmuyor. Blandine'in hayatından bir kesit izliyoruz. Başına gelen saçma sapan olaylar, diğer karakterler ile ilişkileri, planlayıp yapamadıkları, onun yerine planlarda yokken gelişenler. Tam anlamıyla hayatın içinden bir parça. Fransız sineması, bunu yapmayı iyi biliyor zaten. Eric Rohmer'i de sık sık hatırlattı hatta.
Yönetmen Valentine Cadic'in sonraki işlerini de merak ettirdi. Daha önce, aynı oyuncu ile, benzer mantıkta bir kısa filmi de varmış. Belki de bu karakteri, hayatının ilerleyen dönemlerinde takip etmeye devam edeceğiz, kim bilir. Bu arada film gerçekten de olimpiyatlar sırasında çekilmiş. Zaten, sonradan figüranlarla o ortamı oluşturalım diyecek bir bütçesi olmadığı belli. Bu da filmin doğallığını arttırmış.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN