SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

BERLINALE 2025 İZLENİMLERİ-3

20 Nisan 2025 Pazar 12:45
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Berlinale 2025 İzlenimleri - 3
Uzunca bir aradan sonra tekrar merhaba. Ülkenin gündemi düzenli yazılarımıza müsaade etmedi bir süredir. Yaşanan hukuksuzluklar, gençlerin başını çektiği protesto gösterileri, boykot vs. derken, ülkenin gündemi yoğunluklu olarak bunlarla ilgiliyken, sinema yazmak içimden gelmedi açıkçası. Yaşananları unutmadan ve gündemden düşürmeden, sinemaya yavaş yavaş geri dönelim.
Gecikmeler olunca, geçtiğimiz Şubat ayındaki Berlin Film Festivali izlenimlerinin son bölümü de bu haftaya kadar sarkmış oldu. Ama bu filmler, ülkemize ancak uğramaya başladığı için, halen eski bir gündem değil diye düşünüyorum. O halde buyurun, Berlinale izlenimlerinin, son bölümüne.

What Does That Nature Say to You:
Bir tarafta, filmimi teknolojinin son harikası, bilmem kaç K çözünürlüklü kameralar ile çektim, beni mutlaka IMAX’de izleyin diyen yönetmenler varken, diğer tarafta muhtemelen 480p çektiği filmi ile Berlinale'de yarışan Hong Sang-soo.
Hong Sang-soo bildiğimiz gibi. Yine yakın çevresindeki çok iyi tanıdığı oyuncularla çalışıyor. Söyleşide, kadın oyuncu Kang So-yi, grubumuza yeni dahil oldu dedi hatta. Ama o da zaten Ha Seong-guk'un gerçek hayatta da sevgilisi olduğu için girmiş çembere.
Yine diyaloglar üzerinden yürüyen, büyük çoğunluğu bir yemek masasının çevresinde geçen, hatta yemek ilerledikçe kafaların hafifçe güzel olduğu bir muhabbete dönen bir film. Çektiği 33 uzun metrajın, en az 20'si falan böyle herhalde. Filmlerini bazen seviyorum, bazen sevmiyorum. Aslında, bu filmi izleme listeme almamıştım ama toplu taşımada grev olduğu gün programını değiştirmek zorunda kalıp, yakındaki sinemalara gidince, listeme girdi. Ama güzel oldu, yönetmenin sevdiğim filmlerinden biri oldu.
Bu kez, uzun süredir beraber olduğu kız arkadaşının ailesi ile ilk kez tanışan bir gencin hikayesini anlatıyor. Tipik bir komedi malzemesi aslında. Sang-soo da, peşinde olduğu doğallığı hiç bozmayacak şekilde, o malzemeyi de kullanıyor. Hemen yakınlık kurabileceğiniz karakterler kurmuş bu defa. Her zaman böyle olmuyordu. Filmi izlediğiniz zamanki yaşınıza, konumunuza göre değişmekle birlikte, filmdeki farklı karakterlerle özdeşlik kurmanız mümkün.
Ben en çok, Kwon Hae-hyo'nun baba karakterini beğendim. Hem çok anlayışlı ve nazik bir baba, hem de alttan alta, kızıma kötü davranırsan, canına okurum mesajı veriyor. De Niro'nun Meet the Parents'daki performansını hatırlatanlar olmuş. O kadar köşeli değil ama evet, bir iz var.
Günümüzün pürüzsüz görselliklerine alışan seyirciyi, ilk başta itebilir ama zaman verilirse, hoş bir film bence.

La cache (The Safe House):
Paris'te 68 olayları devam ederken, büyükanne, büyükbaba, amcaları ve hatta büyük büyükannesi ile bir evden olayları takip eden, dokuz yaşında bir çocuğun hikayesi. İyi anları olsa da, toplamda çok da tat vermedi. 
Büyük tarihsel olaylara, bir çocuğun gözünden bakmak, çok fazla gördüğümüz bir numara. Yönetmen, burada da kısmen onu yapıyor ama aslında çoğunlukla, birbirinden çok farklı özellikleri olan aile bireylerinin ilişkilerine odaklanıyor. Farklı özellikleri olan aile bireyleri deyince, akla ilk gelen isimlerden biri Wes Anderson. Görsel olarak olmasa da (ki Anderson'un kendine has görsel dünyası malum), karakter özellikleri ve kurulan ilişkiler açısından o akla geliyor gerçekten.
Özellikle büyük büyükanne karakteri, çok keyifli. Yönetmen filmi, onun paranoya teorileri ile açarak, seyircinin ilgisini de hemen alıyor zaten. Filmin, kendisinin film olduğunun, hatta bir roman uyarlaması olduğunun farkında olması ve bunu açıktan seyirciye söylemesi de hoş.
Ama ortalardan itibaren hikâyeye ilgimi yitirdiğimi hissettim açıkçası. Üzerinden zaman geçtikçe de giderek hafızamda arkalara doğru gitmeye başladı. Şans verilebilir, sevenleri olduğunu da gördüm ama bana göre yarışmanın zayıf filmlerinden biriydi.

The Thing with Feathers:
Yas duygusu, öyle ya da böyle hepimizin hayatında bir şekilde yaşadığı bir duygu. Bu filmde de bu duygu, dev ve korkunç bir karga olarak somutlaştırılıyor. Güzel fikir de, uzun metraj bir filme yetecek bir malzeme sunmuyor bence. Ayrıca, kullandığı metaforu, o kadar kör göze parmak şeklinde sunuyor ki. Yas duygusu, sizi duvardan duvara vurur derken, bunu bayağı somut şekilde yapıyor. Anladığım kadarıyla, uyarlandığı roman da bunu böyle yapıyor. Adı doğrudan "Grief Is the Thing with Feathers" zaten. Yazıda bu daha iyi işliyor olabilir tabii. Kitapla ilgili, genelde olumlu yorumlara denk geldim çünkü.
Film bunu aynı zamanda, bir yaratık filmi olarak anlatmaya çalışıyor ama orada da yönetmenin bu türle ilgili çok iyi bir iş çıkardığını söyleyemiyorum. Yine de bu fikrin ilk karşımıza geldiği anlar, yani filmin üçte biri falan, filmi belli bir seviyede tutmayı başarıyor. Ayrıca Benedict Cumberbatch, her zaman olduğu gibi, yine iyi. Yani, adam Marvel filminde bile iyi olduğu için, şaşırtıcı değil.

Hot Milk:
Festival filmlerinin yorumlarını, o yoğunlukta yetiştiremeyip, sonradan yazmamın şöyle bir artısı var. Filmin kalıcılığı biraz daha oturmaya başlıyor. Bu film hakkında da, salondan çıkar çıkmaz yazsam, biraz daha övecektim. Demlenince, etkisi azaldı.
Film, iki farklı ilişki üzerinden işliyor. Bir tarafta, bir anne-kız ilişkisi var. Burada, bacakları tutmayan annesini iyileştirmek için, bir sahil bölgesine giden bir kadını izliyoruz. Diğer tarafta da bu kadının, başka bir kadınla yakınlaşmasını izliyoruz.
İki hikâye aksında da konuşulmayan sırlar, geçmişten gelen olaylar vs. var. Açıkçası işin hikaye tarafı, iyi kurulmuş sayılsa da çok merakla takip ettiğim bir şey de olmadı. Daha ziyade görsel yapısı, mekan kullanımı ve atmosfer yaratması ile öne çıkıyor. Filmi bunlar üzerinden kurmak mümkün. Bir de oyuncuları. Emma Mackey ve Vicky Krieps iyi oyuncular olmalarının yanında, perdeye de çok yakışıyorlar. Özellikle bu iki oyuncuyu seviyorsanız, izleme listenize alın derim.

Lurker:
Lurker, festivalin güzel sürprizlerinden biri oldu. Sundance'den de olumlu yorumlarla gelmişti zaten. Film, yükselmekte olan bir pop yıldızının hayranı olan ve tesadüfen onunla karşılaştıktan sonra, yakın çevresine girmeyi başaran, sıradan bir genci odağına alıyor. Başta çok çekingen olan bu gencimiz, giderek kendini o grubun değişmez bir parçası olarak görmeye başlıyor. Bir pop yıldızının yakınında olmanın avantajlarını da kullanmaya başlıyor. Ama göremediği şey şu ki, aslında sandığı kadar vazgeçilmez biri değil, hatta tam tersi. Filmin vites attırdığı kısım da burası oluyor zaten. Karakterimiz, bu gruptan ayrılmamak için, elinden geleni yapıyor. Tam olarak aynı yerlere gitmese de, ünlü bir figürün yanındaki karakterle aralarındaki güç ve iktidar dengesinin değişimi üzerinden düşünürsek, akla "All About Eve" filmini getiriyor.
Tüm karakterler çok iyi yazılmış öncelikle. Günümüzün ruhunu, bir anda yükselip düşebilecek yıldızlık halini, psikolojisini ve hayranlık duygusunu iyi veriyor. Genç oyuncuları da rolleri iyi taşıyor. Çok dizi izlemiyorum ama yönetmen Alex Russell'ın adı Beef ve The Bear ile, benim bile kulağıma gelmişti. Sinema dünyasına, bu diziler kadar ses getirecek bir işle giriş yapmasa da yılın önemli bağımsız filmleri arasına girecektir muhtemelen.

How to Be Normal and the Oddness of the Other World:
Bu aralar Türkiye'de bu isimde bir film çekilse, içinden geçtiğimiz şartlarda, normal kalmanın mümkün olup olamadığını anlatan, politik bir film olabilirdi. Olay Avusturya'da geçince, çok daha farklı olmuş tabii.
Burada filmimiz, Z kuşağından sayabileceğimiz bir gencin, bir klinikten taburcu olduktan sonra "normal dünya"ya uyum sağlama çabasını anlatıyor. Bol, bol ilaç alan Pia, kendisini de mevcut dünyanın kuralları içine sokmaya, "normal" olmaya çalışıyor. Babasının bulduğu işe girip normal bir kariyer yapmaya, erkek arkadaşı ile normal bir ilişki sürdürmeye, çevresi ile normal bir iletişim kurmaya çalışıyor. Ama hep o soruya geliyoruz. Normal dediğimiz nedir ki? Ve önceki kuşağın normal kabul ettiği, halen normal olmak zorunda mı?
Bir karakter üzerinden gitse de, tüm kuşağın benzer dertlerini anlattığını söyleyebiliriz. En başta dediğime dönecek olursak, keşke ülkemizdeki Z kuşağının derdi de sadece, bu filmde anlatılan konular olsaydı.
Yönetmen Florian Pochlatko, 38 yaşındaymış. Biraz büyük olmakla beraber, genç kuşağın hissiyatını yakalamayı başarmış. Anlatım tarzı olarak da yenilikçi bir stili var. Hem hikaye, hem görsel olarak, sürekli türler arası geçişler yapıyor. Berlinale'nin yeni bölümü Perspectives'e gayet uygun bir film. Çok büyük bir film değil belki ama yönetmeni gelecek vaad ediyor.

Den stygge stesøsteren (The Ugly Stepsister):
Külkedisi masalının orijinalinin, epey sert olduğu hep söylenir. Örneğin, üvey kızkardeş, ayağını ayakkabıya sığdırabilmek için, birkaç parmağını kesmekten hiç çekinmez. Bu film de, bu durumu alıp, daha ileri götürüyor.
Külkedisinin üvey ve çirkin kardeşi, güzelleşebilmek için, vücuduna, kendisine acı da çektirecek, çeşitli müdahaleler yapıyor. Bunların, günümüzdeki estetik ameliyatların çok ilkel versiyonlarına denk geldiğini fark etmek çok kolay. Filmin de zaten, kadınlar üzerindeki güzellik baskısı ve kadınların bu baskıya boyun eğerek, güzellik için kendilerine yaptıkları eziyetler üzerinden ilerleyen bir yapısı var. Hoş geldin, Substance 2. Bir yandan Külkedisi'nin de masaldaki kadar "saf ve temiz" bir genç kız olmadığını görüyoruz. Ama hikâyenin bu kısmı biraz kıyıda kalıyor. Esas derdimiz, o güzellik baskısı.
Bu filme bilet bulmak epey zor oldu. Önceki gösterimleri için biletler hemen bitmişti. Festivaldeki son günümde, merkeze epey uzakta bir sinemada yakaladım. Ama bir miktar hayal kırıklığı oldu açıkçası. Tamam, ilgi çekici bir çıkış noktası var ama derinleşmeyip, seyirciyi şok edecek, bazen iğrendirecek sahnelerle etkilemeye çalışıyor. Substace 2 demiştim, di mi?
Berlin'de seyircinin filmi izleme şekline de şaşırdım açıkçası. Çoğunlukla gençlerden oluşan kitle, sert sahneler boyunca, sürekli şaşkınlık ve tiksinti nidaları attılar. Abicim, hiç mi Saw, Halloween falan izlemediniz diyesim geldi. Deplasmanda olduğum için, diyemedim.

Queer:
Aslına bakarsanız, bu filmi Berlinale kapsamında izlemedim ama her sene festivale gittiğimde, Almanya'da vizyonda olan ama bizde vizyona girmeyecek 1-2 filmi de araya sokmaya çalışıyorum. Daha önce MubiFest’de yasaklandığını düşünürsek, bu film bırak vizyonu, muhtemelen dijitale de gelemeyecek bizde. O yüzden, sinemada izleme şansı bulmuşken, kaçırmayayım dedim.
Film malum zaten, Burroughs'un, neredeyse otobiyografik olan romanından uyarlama. Daniel Craig de, Burroughs'u canlandırıyor bir anlamda. Öncelikle Daniel Craig'den bahsetmek lazım zaten. Oyuncu olarak yeteneğinden şüphe edenleri, doğrudan bu filme alıyoruz. Oscar'a aday olur mu deniyordu. Olamadı ama bana sorarsanız, Brody dahil, tüm adaylardan iyiymiş. Oyunculuktaki başarısı dışında, yaptığı seçimi de takdir etmeliyiz. Yıllar yılı sinemada "erkeklik" kavramının en büyük simgelerinden biri olan Bond'u oynadıktan sonra, barlarda genç erkek kovalayan bir karakteri oynaması ve hiç yadırgatmaması, önemli bir başarı.
Peki film nasıl? Aslında, Luca yine iyi bir yönetmen olduğunu gösteriyor. Kurduğu atmosfer, mekanlara ve detaylara gösterdiği özen, yine sizi kendine bağlıyor. Müzik kullanımı da öyle. Sadece Trent Reznor-Atticus Ross ikilisinin müzikleri değil, kullandığı diğer şarkılar da iyi.
Ben, sanıyorum genel görüşün aksine, ilk bölümü daha çok beğendim. Craig'in, beğendiği erkeklerin peşinde sağa sola savrulması, kendisini komik durumlara düşürmesi, zaman zaman neredeyse dans eder gibi olan vücut dili gayet iyiydi. Hikâyenin yolculuk tarafı ve bu kısımda uyuşturucunun etkisini de vurgulamak için giriştiği gerçeküstü sahnelerse, Luca'nın sinemasının güçlü tarafı değil bence. Yine bir Burroughs uyarlamasında, Naked Lunch'da, Cronenberg çok daha iyisini yapmıştı.
Luca'nın filmlerine başta çok sevmedim diyip, zamanla takdir edip, yıl sonu listeme aldığım çok oluyor ama bu sefer öyle olacağını sanmıyorum.
Haftaya ya da gündem müsaade ettiğinde, görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar