UÇAN SÜPÜRGE 2025 İZLENİMLERİ-2
.jpg)
Uçan Süpürge izlenimlerimizin ikinci bölümü epey gecikti. Araya yaz ve başka bir festival de girdi. Ama ilk bölümde de vurguladığımız gibi, bu filmlerin çoğu başka mecralarda henüz karşımıza çıkmadı. Bu nedenle yine filmler eskimez diyoruz ve kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Dreamers (Hayalperestler):
İngiltere'ye mülteci olarak kabul edilmek için, haklarında verilecek kararı bir gözaltı merkezinde beklerken, bir yandan da aşk yaşamaya başlayan iki kadının hikayesini anlatan, dokunaklı bir film. Kadınların yetkililere, İngiltere’de yaşamak isteme nedenlerini anlatma sürecini gerçekçi bir şekilde verirken, aşk hikayesini biraz daha romantik bir yerden kuruyor. Umutların azalması ve aynı merkezdeki diğer kadınların da devreye girmesi ile, film potansiyel bir kaçış filmine de evriliyor. Bu çabanın nasıl sonuçlandığı konusu, spoiler olur, ona girmeyeyim.
Kendisi de Nijerya doğumlu olan ama hayatını İngiltere'de sürdüren yönetmen Joy Gharoro-Akpojotor, muhtemelen bir kısmı kendi deneyimlerinden, bir kısmı da tanık olduğu olaylardan kurulu, samimi bir senaryo yazmış. Yönetmenlik anlamında ise, çok öne çıkan bir özelliği yok ama özellikle karakterlere yakınlık duyarsanız, kaptırıp gidiyorsunuz.
Kick Off (Başlama Vuruşu):
Kırgızistan’ın küçük bir köyündeki kadınlar, her yıl yaz aylarında, kendi aralarında bir futbol turnuvası düzenliyorlar. Erkeklerden uzak, kendilerine ait bir alan ve zaman dilimi bu. Belki de kendilerini özgür hissettikleri tek aktivite. Yönetmenlerin (Roser Corel, Stefano Obino), bir şekilde bu turnuvadan haberi olunca, bundan iyi bir belgesel çıkabilir demişler. Haklılar da. Çok iyi bir belgesel çıkarmış ama elimizde, orta karar bir belgesel var.
Neden? Yönetmenlerin olaya bir yabancı olarak, dışarıdan baktıkları kimi zaman fazlaca hissediliyor. Futbol dışındaki zamanlarda, kendilerinden beklenen "görevleri" yapan bu kadınların hikayeleri zaten en baştan ilginç ama bunu bir adım ileri götürmek mümkünmüş. Kadınların, bu oyundan aldıkları keyif ve heyecan yeteri kadar yansıtılamamış bence. Filmi izlerken aklıma yine köylü kadınların, bu sefer tiyatro yapmalarını anlatan, Pelin Esmer'in Oyun ve Kraliçe Lear filmleri geldi. Bu filmler, kadınların heyecanını daha iyi yansıtmıştı.
Bir not olarak, bu turnuvayı belli bir yaştan büyük erkeklerin (12, yanlış hatırlamıyorsam) izlemesinin yasak olduğu bilgisini vereyim. Söyleşide, iyi güzel de biz izledik şimdi, nasıl izin aldınız diye sordum. Cevap arada kaynadı biraz ama anlaşılan filmi, o köyde göstermeyi pek düşünmüyorlar. Yönetmenler ve bu turnuvanın düzenlenmesini sağlayan kadın, konuktu. Filmin ters bir etki yaratıp, kadınların bu özgürlük alanlarından olmalarına da yol açmasını istemediklerini söylediler.
Naima:
Naima, uzun zamandır İsviçre'de yaşayan Venezuela doğumlu bir kadın. Ülkesinde üniversite diploması ve İsviçreli kocasıyla yürüttükleri bir işleri de varmış ama İsviçre'ye geldiğinde diploması tanınmamış, kocası ile ayrıldıktan sonra da işler iyice karışmış. O da çok farklı işlere girip, hayatını devam ettirmeye çalışmış. En son da hemşirelik eğitimi almaya başlamış. Ama orada da beklemediği başka sorunlar çıkmış.
Film, Naima'nın yaşamını anlatan bir belgesel ama belgesel ile kurmaca arasındaki çizgiyi silikleştiren yapımlardan. Naima ve başından geçenler gerçek ama izlediklerimizin bir kısmı, muhtemelen o an yaşananlar değil, yaşananların sonradan canlandırılmış halleri. Naima'nın kendisini oynadığı bir film diyebiliriz belki de.
Çok büyük ya da önemli bir film değil belki ama olaya bakış açısını sevdim en azından. Bakın baş karakterimiz neler çekti diyerek bir duygu sömürüsü yapmaktansa, karşımıza hayatın zorlukları ile uğraşırken, güçlü durabilen bir kadın portresi getiriyor.
Kısa Seçkisi 2:
Geldik, kısa seçkisinin ikinci bölümüne. Önce, ilk kez izlediklerim.
Hatırladıkların, ilk kez izlediklerim arasında en iyisiydi. Film, henüz lise öğrencisiyken, arkadaşının annesine âşık olan genç bir kızı anlatıyordu. Çok bıçak sırtı bir konu aslında. Ama yönetmen Melisa Kenanoğlu, bu ilk aşkı incelikli bir şekilde anlatmayı ve karakterin gelişimine etkisini seyirciye geçirmeyi başarmış. Uzun metraj olsa, karakterlerin yaptıklarının altını daha çok doldurması gerekirdi. O daha zor olabilirdi.
Başını Dik Tut, yine bir queer hikayesiydi. Bu kez ailelerinin ve toplumun baskısından kurtulmak için göstermelik bir evlilik yapan iki arkadaşın hikayesini anlatıyordu. Biraz fazla iyimser geldi bana ama hoş filmdi.
Seçkinin diğer filmlerini daha önce izlemiştim. Bunların arasında en iyisi, bininci kez izlediğim, Neredeyse Kesinlikle Yanlış. İstanbul'da yaşayan Suriyeli iki kardeşin hayatından bir kesiti anlatan film, her unsuruyla çok iyi. Filme dair tek olumsuz notum, ilk izlediğimden beri, her defasında, hikâyenin devam etmesi gerektiğini düşünmem. Bana bir türlü, bağımsız bir kısa film izlemişim hissi vermiyor. Sanki bir uzun metrajın içinden bir kısmı izlemiş gibi hissediyorum.
Kurtlar da seçkinin en iyilerinden biriydi. Hatta, ikinci kez izleyince daha da iyi geldi. Taşraya atanan bir kaymakamın başına gelenleri anlatan film, ilk bakışta, yakın dönemde izlediğimiz bazı uzun metraj filmleri anımsatıyor ama durdukları yer, epey farklı. Taşraya gelen yabancı, burada da kabus gibi bir atmosfer içinde kalıyor ama burada film, köylüleri bir yandan tehlikeli ama bir yandan da haklı konuma yerleştiriyor.
Bu arada yönetmen Ecre Begüm Bayrak, tam da festivaldeki gösterimden önce, gündem olmuştu. Filmin önüne geçmesin, o konuyu tekrar açmayayım ama gösterim öncesi, saçma sapan birtakım insanlar gelip, bir şeyler yaparlar mı diye düşünmüştüm. Ama muhtemelen bu gösterimden haberleri bile olmadı.
Dank da sevdiğim bir kısa film. Oturmayan tarafları var ama iki karakter arasındaki sözlere dökülemeyen gerginliği çok iyi verdiğini düşünüyorum. Özellikle kadınların aşina olduğu, bu adam şimdi bana yazıyor mu, iyi niyetli mi, yalnız olup olmadığımı mı anlamaya çalışıyor hissi. Erkek karakterin bir anda, "siz"den "sen"e geçmesi, fırsat bulduğu andaki, masum gibi ama olmayabilir de dedirten fiziksel teması gibi detayları seviyorum. Ama özellikle, sınıf çatışmasını kurduğu yerler biraz zayıf geliyor bana. Ama, iyi film.
Ve son olarak Günaydın Anne. Bu filmin de kurduğu tekinsiz atmosferi, gerçekle kurduğu bağlantıyı seviyorum. Ama bu atmosferin etrafına bir olay örgüsü kurmayı tercih etmemiş. Tamam, bu bir tercih ama orada beni kaybetti.
Beloved Tropic (Tropikal Sevda):
Yıllarca ailenin bütün işlerinin başında olan zengin ve kendine güvenli bir kadının, demans belirtileri göstermesi üzerine, kendisine bakıcı olarak bulunan göçmen bir kadınla olan ilişkilerini konu eden bir film.
Aslında benzer hikayeleri çok izledik. Bu yüzden daha film başlarken, arka planda bir sınıf çatışmasının verileceğini, filmin başında birbirlerine katlanamayan bu iki kadının, film ilerledikçe sıkı birer dost olacaklarını tahmin etmek zor değil. Ama işte bazen çok bilinen bir konuyu, o kadar iyi anlatırsınız ki, filminiz etkileyici olmayı başarır. Bu da öyle filmlerden. Öncelikle her iki oyuncu da karakterlerini, kanlı canlı birer kişiye dönüştürmeyi başarmışlar. Zerre kadar bir yapaylık yok.
Yönetmen de hikâyenin başlarında bizi karakterlere mesafeli tutmayı, karakterler arasındaki dostluk ilerledikçe, bizi de onlara yakınlaştırmayı amaçlayan bir anlatım dili kurmuş. Özellikle zengin kadına bakış açısında. Ayrıca, hastalık ve yaşlılık gibi konular, duygu sömürüsüne de çok müsaittir. Yönetmen, o yola sapmayı da tercih etmemiş. En duygusal anları bile, dengeli bir şekilde anlatmayı başarmış.
Programda çok öne çıkmıyordu ama neticede benim festivalde en sevdiğim filmlerden biri oldu.
Black Box Diaries (Kara Kutu Günlükleri):
Japon gazeteci Shiori Itō, medya dünyasının önemli isimlerinden Noriyuki Yamaguchi tarafından uğradığı tecavüz sonrası verdiği hukuk mücadelesini belgeleyip, önce kitaba, sonra filme dönüştürüyor. Gerçekten çarpıcı bir yapım.
Yamaguchi, sadece tanınmış bir gazeteci değil aynı zamanda dönemin Japon başbakanının da yakın çevresinden biri. Yani, iktidarın gücüne daha da yakın. Bu durum, zaten zor olan hukuk mücadelesini, daha da zor ve uzun hale getirmiş. Bir de herhalde dünyanın her yerinde olduğu gibi, kamuoyundan bir kesim de hemen kadını suçlamaya yönelmiş. Durumu açıkladığı basın toplantısında bile, olaydan çok, açık giyinmesini eleştirenler olmuş (açık dediysek, onların muhafazakarlarına göre açık yani).
Film büyük ölçüde, Itō'nun kendi kaydettiği görüntülerden oluşuyor. Hem delil toplama sürecine, hem de Itō'nun zaman içinde değişen, bazen umutlu ve neşeli, bazen umutsuz ve depresif ruh haline tanıklık ediyoruz. Filmin bu kısımları, son derece içten ve samimi. Davanın sonucu ufak bir araştırma ile bulunabilir zaten, oraya girmeyeyim ama kamuoyunun, özellikle kadınların süreç içinde Itō'nun yanında yer alması daha da önemli bence.
Filmi araştırırken, Wikipedia sayfasında, filme dair bazı tartışmalı noktalar olduğunu da okudum. Sadece davada delil olarak kullanılmak üzere izin alınan bazı kayıtların filmde kullanılması, tartışma yaratmış. Hatta, Şubat 2025'te filmden bu kısımların çıkarıldığı yeni bir versiyonunun da hazırlanacağı belirtilmiş ama sonrasına dair bir bilgi bulamadım. Bunu da not olarak düşmekte fayda var. Ayrıca, filmle ilgili yorumlarımı sosyal medyada paylaştıktan sonra, altına Japonca epey yorum geldi. Anladığım kadarıyla, filmde anlatılan bazı olayların gerçekleri doğru olarak yansıtmadığını düşünen ciddi bir kesim de var.
Don’t Cry Butterfly (Ağlama Kelebek):
Kendisini aldatan kocasına büyü yaptırtan bir kadının hikayesinden, beşinci sınıf bir korku filmi de çıkabilir, dünyanın önemli festivallerinde gösterilen bir film de. Bu film, ikinci kategoriye giriyor.
Vietnam'daki kadınların durumuna ve genç neslin yurtdışına çıkma çabasına bakarken, bir yandan da fantastik dokunuşlar yapan, ilginç bir film. Umduğum kadar hoşuma gitmedi, özellikle finali epey kafamı karıştırdı ama yönetmenin önünü açacak bir film olacak gibi. Bundan sonra da, fantastik sinemanın içine gerçek sorunları yediren yapıda filmler yapmaya devam ederse, ileride adını daha fazla duyabiliriz.
Die Möllner Briefe (Mölln Mektupları):
1992'de Almanya Mölln'de gerçekleşen ırkçı saldırı sonrası, 3 Türk ölmüş, 9 kişi de yaralanmıştı. Bu belgesel, ailenin o yıllarda çocuk olan üyelerine odaklanırken, bir yandan da o yıllarda yazılan mektupları gündeme getiriyor.
Olay sonrası, Almanya'nın pek çok yerinden, olaydan duydukları üzüntüleri anlatan mektuplar gönderilmiş. Bunların pek çoğu da hayatını kaybeden çocukların yaşlarındaki çocuklardan gelmiş (filmde söylenmiyor ama sanki okullarda bu mektupların yazılması teşvik edilmiş gibi geldi bana). Fakat, belki de ailede bir destek hissi uyandıracak, acılarını kısmen hafifletecek bu mektuplar, her nedense onlara hiç verilmemiş, belediyede kalmış, arşivlenmiş (Alman disiplini, mektupları atmalarına da izin vermemiş demek ki, hepsi duruyor).
Yıllar sonra mektuplar ortaya çıkınca, ailenin üyeleri de o mektuplardan bazılarını yazanları arayıp buluyor ve onlarla tanışıyor, duygularını paylaşıyorlar. Her iki tarafın da o yıllarda neler hissettiklerini dinliyoruz. Bir yandan da, yaşananların ailenin üyeleri üzerinde halen birtakım etkiler bıraktığını, yaşamlarına etki ettiğini de görüyoruz.
Yönetmen Martina Priessner, Türkiye'de de yaşamış Alman bir yönetmen. Ki, izlediğim belgesellerinin hepsi de Türkiye ile bağlantılı yapımlardı. Yönetmenin her iki kültüre de yakınlığı hissediliyor. Türk ailenin duygularını yansıtabilmiş. Irkçılığın tekrar yükselişe geçtiği bir dönemde bu filmin gelmesi de önemli. Sadece olayları anlatmak yerine, mektuplar üzerinden Almanların düşüncelerini de yansıtması, iyi bir fikir. Ama bu fikri kurduktan sonra, ele aldığı konuyu beklendik ve düz bir şekilde anlattığını da söylemeliyiz. O yüzden, önemli bir film diyeceğim ama çok iyi diyemeyeceğim.
Gereksiz bir magazin notu: Filmde son derece kilolu olarak gördüğümüz Namık Arslan, bu konuda bir ameliyat geçireceğini söylüyordu. Gerçekten başarılı olmuş. Film gösterilirken arkamda oturuyordu ve filmdeki kilosunun en az yarısını vermişti. Dövmeleri olmasa, tanımazdım.
Thank You for Banking with Us (Bankamızı Tercih Ettiğiniz İçin Teşekkür Ederiz):
Uçan Süpürge'deki en sevdiğim filmlerden biriydi. Kusurlarının farkında olarak sevdim ama. Bir defa, festivali temasına da uygun bir şekilde, tam bir kadın dayanışması filmiydi. Filistinli iki kız kardeş, babalarının ölümü sonrasında, anlaşmazlıklarını bir kenara bırakarak, onun bankadaki parasını çekmeye çalışıyorlar. Bunu yapmazlarsa, senelerdir Amerika'da yaşayan erkek kardeşleri, şeriat yasaları gereğince, mirasın büyük kısmını alacak.
Senaryoda kafama yatmayan bazı yerler olsa da iyi bir kara komedi olduğunu söyleyebilirim. İki oyuncunun performansları da başarılı. Bu işi başarıp başaramayacaklarına dair merak duygusunu korurken, bir yandan da ülkede kadınların durumu üzerine bir şeyler söylemeyi de başarıyor. Anladığım kadarıyla, olaylar Filistin'in görece daha sakin bir bölgesinde geçiyor ama gençlerin katıldığı protesto gösterileri gibi olaylar üzerinden, politik mesajını da veriyor.
Finalin biraz daha inandırıcı olmasını isterdim ama yönetmen orada, yine kadın dayanışmasının altını çizmek istemiş. Onu da anlıyorum. Dediğim gibi, filmin sorunları var ama festivalin aklımda kalan filmlerinden biri oldu.
Orenda:
Festivallerde izlediğim filmleri bitirmek için inat edip, haftalar sonra yorum yazınca, filmlerin kalıcılığı daha iyi ortaya çıkıyor. Bakınız mesela bu film zihnimde silinmeye başlamış bile. Halbuki izledikten hemen sonra, fena değil demiştim.
Çok genel olarak, iki kadının anakaradan uzak, izole bir adadaki ruhani hikayesi diyebiliriz. Bergman esintileri hissetmek mümkün. Ayrıca görsel dünyası da etkileyici. Ama iki saatlik süresini hakkıyla dolduracak bir hikayesi yok. Yönetmenin klasik bir hikâye anlatımından çok, duygulara hitap etmek istediği düşünebilir ve buradan yaklaşmanın doğru olmadığı söylenebilir. Ama beni duygusal açıdan da yakalayamamış anlaşılan.
Şöyle bir karşılaştırma yapayım. Yönetmenin 2013 tarihli filmi Concrete Night'ın konusu ne diye sorsanız, zerre kadar hatırlamıyorum. Ama fragmanını izleyince, sahnelerin bir kısmı direkt gözümün önüne geldi. Ona da çok bayılmamıştım ama belli bir kalıcılığı yakalamış mesela.
Sandbag Dam (Tavşan Tepesi):
Hırvatistan'ın bir köyünde yaşayan Marko, sıradan bir hayat sürmektedir. Yavaş yavaş hayatını kurmakta, belki de kız arkadaşı ile bir geleceğe hazırlanmaktadır. Fakat eski arkadaşları Slaven'in köye dönmesi ile olaylar karışır.
Aslında film, olayların ne yöne doğru gideceğini, uzunca bir süre açık etmiyor. Ama afişte, karakterlerin saklamak istediği eski ilişkilerini çat diye göstermişler. Film de aynı yoldan giderken, keşke bu afiş olmasaymış dedim. Çünkü bunu önceden bilmek, yönetmenin kurduğu yapıya ters olmuş ama bu filme değil, pazarlamasına yönelik bir eleştiri daha ziyade.
Film, iki erkek arasındaki bu ilişkiyi, zamanında neden gizlemek zorunda kaldıklarını, yeniden başlamadaki çekincelerini iyi veriyor. Filmin diğer teması olan, köyü tehdit eden sel olayını da bir metafor olarak okuyabiliriz. Bu da çalışıyor.
Genel olarak, belli bir seviyenin üzerinde bir film diyebiliriz ama bu tarz hikayeler, giderek aynı notalara basmaya başladı gibi geliyor bana. Karakterlerin açmazlarını, çevreleriyle ilişkilerini, almak zorunda oldukları kararları hep tahmin edebileceğimiz yerlerden kuruyor. Kötü değil, tamam. Bu tarz bir hikâye izlemediyseniz, etkileyici de olur ama güncel sinemayı takip edenler için, fazla bildik.
Castillo:
Bir ailenin karanlık geçmişi ile, bir ülkenin karanlık geçmişini iç içe geçiren, farklı zaman dilimlerini harmanlayan, işin içine yazarlık sürecini de katan, ilgi çekici ama potansiyelini tam olarak kullanamayan bir film. Aynı zamanda, Malta'nın geçen yıl, Oscar'a gönderdiği film. Muhtemelen Malta tarihini bilen seyirci için daha etkileyici olmuştur. Ama bana bir yandan çok fazla temayı ele alıyor, bir yandan da bulduğu güzel numaralara fazlaca takılmış gibi geldi.
İki saatten uzun süresi, bu film için fazla uzun bence. Üstelik tüm hikâyeyi dayandırdığı karanlık sırrın ne olduğunu fark etmek çok kolay. Bir anda alakasız bir sürpriz olmasın, arada ipuçları da vereyim demiş. Aslında iyi bir düşünce ama bu sefer de elini çok açık etmiş. Biraz daha derli toplu ve iyi paketlenmiş bir senaryo ile yola çıkılsa, ortaya daha iyi bir film çıkabilirmiş. Yine de belli bir seviyeyi tutturan bir yapım.
Bu arada film, bir tiyatro oyunundan yola çıkmış ama bunu hiç hissettirmiyor.
Stray Bodies (Boşluktaki Bedenler):
İnsanların kendi bedenleri üzerinde alacakları kararların, yasalar ya da farklı baskı mekanizmaları (genellikle din) ile kısıtlanmaya çalışılması üzerinden giden, zihin açıcı bir belgesel.
Temel olarak kürtaj, tüp bebek ve ötanazi konuları ve bunların Avrupa'daki farklı ülkelerdeki farklı uygulamaları ele alınıyor. Kürtaj ve ötanazi konusundaki tartışmalara biraz daha aşinayız. Ama mesela köktendincilerin bir kısmının, tüp bebeği de tanrının işine karışmak olarak gördüğünü bilmiyordum. Burada tıbbın olanaklarını kullanmayı sakıncalı buluyorlar ama ölümcül hastalığı olan birini yaşatmak için tıbbın olanaklarını kullanmak, tanrının işine karışmak olmuyor.
Filmde beğendiğim şey, yönetmen Elina Psykou'nun ele aldığı konulardaki fikirlerini az çok anlasak da, filmde karşıt görüşlere de yargılamadan yer vermesi oldu. Genellikle bu tip filmler, bir tarafın görüşüne ağırlık verip, karşı tarafı, direkt yanlış olarak yansıtır çünkü. Burada, seyircinin görüşü neyse, filme bakışı da ona göre şekillenebiliyor. Şunu demek istiyorum. Örneğin filmin, kürtajın kadının kararı olduğunu savunduğunu anlıyoruz ama tersini savunan görüşlere de yer vermiş ve onlara siz ne kadar saçma düşünüyorsunuz demiyor.
Kişisel olarak en arada kaldığım tartışma ötanazi oldu, ki zaten yıllardır da arada kaldığım bir konu bu. Aslında tüm bu tartışmalar, bir filmin boyutunu aşacak tartışmalar. Tam da bu nedenden dolayı, film sonrasında şöyle saatler süren bir panel olabilirmiş diye düşündüm.
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN