SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

OSCAR ADAYLARI VİZYONDA

03 Şubat 2025 Pazartesi 13:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Oscar töreni yaklaştıkça, aday filmlerden henüz izlemediklerimiz de tek tek vizyona girmeye devam ediyor. 4 saate yakın süresi ile 10 Oscar adaylığı alan The Brutalist, uzun zamandır beklediğimiz bir filmdi. Ayrıca, en iyi animasyon ve uluslararası film adaylığı da olan Flow da vizyonda. Nicole Kidman için adaylık beklentisi olan ama sıfır çeken Babygirl de vizyonun diğer filmlerinden. Bir de bizim kuşak için apayrı bir yeri olan, bir Looney Tunes filmi var. Başlayalım.

The Brutalist:
Bu film hakkında, nihayet sezonun en iyi filmini izledik, Oscarları yağdırın üzerine demeyi düşünüyordum ama olmadı. Tamam, iyi film, ok. Ok de, daha fazlası değil benim için. Epik mi? Bir filmi epik yapan şey, süresinin 4 saat olması değil maalesef. Uzun süresi ile birlikte, anlatmaya çalıştığı bir sürü konu var. Bunların bir kısmını iyi anlatıyor, bir kısmı, bu uzun süreye rağmen yüzeysel kalıyor.
Brody'nin karakterinin hissettikleri, yalnızlık ve dışlanmışlık hissi, filmin iyi verdiği yerler. Brody de çok iyi oynamış gerçekten. Adam böyle, duruyor, duruyor, sıradan filmlerde oynuyor, Wes Anderson filmlerinde gözüküyor, sonra bir filmle, aslında ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu tekrar gösteriyor. Bu film, o film. Diğer oyuncu kadrosu da gayet iyi.
Peki filmin diğer temaları? Amerikan rüyasının karanlık yüzünü mü anlatıyor? Yooo, karanlık bir taraf varsa, bunu da tek bir karaktere bağlıyor. Kapitalizmi mi eleştiriyor? Yooo. Uyuşturucu bağımlılığı konusu? İşte, biraz üstünden geçiyor. İsrail'in kuruluşu ile ilgili kısımlar, oraya yapılan referanslara falan gerek var mıydı? Bence yoktu. Bir soykırım sonrası hikayesi anlatıyoruz, hadi onları da koyalım olmuş.
En fazla takıldığım kısımsa, Guy Pearce'in karakterinin finale doğru yaptığı, karakterlerin hayatını etkileyen, hatta epilog öncesi, finalin bağlanmasını sağlayan olay. Spoiler olmaması için yazmıyorum ama izleyenler mutlaka anlamıştır. O ana kadar, karakterin böyle bir şey yapabileceğine dair, uzaktan yakından bir sinyal yok. Niye o anda, öyle bir şey oluyor, belli değil. Finali çarpıcı bir olayla bağlamamız lazım denmiş de yazılmış sanki.
Halbuki, ana hikayemiz, o binanın yapılışı ve yeterince güçlü bir hikâye aslında. Hatta, epilogda anlıyoruz ki, binanın altındaki anlam, çok daha güçlüymüş. Bence bunun açıklanması da buraya bırakılmamalıydı. Bu bilgiyi filmin içine yedirse, biz de ana karakterle beraber, o binayı sahiplenecektik.
Filmin iyi yönlerinden biri, görüntü yönetimi. Evet de, dijital kullanmadık, 70 mm. çektik, bakın ne kadar büyük bir iş yaptık, iddiasını karşılayacak bir şey bulamadım yine. Tamam başarılı, hatta Oscar alırsa da neden demem ama adaylardan Nosferatu, bu konuda daha iyi bence. Hatta, o film için yazarken de demiştim, bu ödül sezonunda bir "epik film" arıyorsak, o Nosferatu bence. Bu daha iyi film olduğu anlamına gelmek zorunda değil, yanlış anlaşılmasın ama o iddianın altını, daha iyi dolduruyor.
Genelde olumsuz yazmış gibi oldum ama biraz da, yaşadığım hayal kırıklığından. İyi film olduğunu tekrarlayayım ama o kadar da iyi değil!

Babygirl:
Günümüzde filmleri, çevrelerinde oluşturulan tanıtım kampanyalarından bağımsız izlemek pek mümkün olmuyor. Babygirl için de "90'ların erotik gerilimleri gibi" nitelemesi yapılıyordu. Ancak, o beklenti ile izlerseniz, bekleneni vermiyor. Yeterince erotik değil, gerilimli hiç değil. Aslında başta, o yapıyı tersine çeviriyor. 90'larda eşini aldatan ve iktidar sahibi olan kişi erkekken, 2020'lere geldiğimizde, kadın. Üstelik cinsellikte o iktidar alanından vazgeçmek istiyor. Tamam, bu yapı iyi kurulmuş. Patron-stajyer arasındaki iktidar dengesinin, iş hayatı ve cinsel hayattaki zıtlığı da iyi kurulmuş. Fakat genç erkeğin, kadının hayatı üzerinde ciddi bir tehdidi yok. Eve geldiği sahnede, hah tamam, buradan itibaren başlayacak diyorsunuz, ama yok, olmuyor.
Halbuki, 90'ların benzer filmlerinde gerilimi kuran olay nedir? Aileye dışarıdan gelen tehdit. Aile bu tehdit karşısında birleşmeye, içlerindeki sorunları çözmeye çalışır. Burada da benzer bir finale gidiyor ama tehdit yeterince güçlü olmayınca, o final çok zayıf kalıyor.
Peki, 90'ların benzer filmleri ile karşılaştırmayı bir kenara bırakmaya çalışalım. O zaman iyi film mi? Hem evet, hem hayır. Şöyle diyeyim. Halina Reijn'in iyi bir yönetmen olduğuna ikna oldum. Önceki filmindeki gibi, burada da çok iyi çekilmiş, etkileyici sahneler var. Ama iyi bir senaryo yazarı olduğuna ikna olmuş değilim. İşin o kısmı aksıyor.
Oyunculuklara gelince, Nicole Kidman gerçekten başarılı. Bir zamanlar, hem güzelliğine, hem oyunculuğuna hayran olduğumuz günleri hatırlatıyor. Harris Dickinson da iyi. Aralarındaki kimya da tutmuş. Gel gör ki, Antonio Banderas her nedense, kendisinden beklemeyecek kadar kötü. Aksanından dolayı yapay geliyor diyeceğim ama adam hep aksanlıydı zaten. Gay ya da hetero ama hep karizmatik latin aşığı oynadı. Pısırık kocayı oynaması gerekince, dengeyi kuramamış sanki.
Son noktada, daha güçlü bir final olsa, sıkıntılı bulduğum yerlerine rağmen, çok iyi diyebilirdim. Bu haliyle de iyi film ama eksikleri de göze batıyor.

Flow:
Bu sene Oscar'larda animasyon kategorisi, ana kategoriden daha güçlü. Bir Salyangozun Anıları’na bayılıyorum zaten. Bunu da çok sevdim. Tüm karakterleri hayvanlar olan bir film ama alışık olduğumuz çocuk animasyonları gibi, hayvanlar konuşmuyor. Daha gerçekçi bir animasyon.
Nedenini bilmiyoruz ama tüm dünya (en azından bizim filmde gördüğümüz kısmı), sular altında kalmakta. İnsanlar muhtemelen o toprakları terk edip kaçmışlar. Bu ortamda, hayvanların birbirlerine destek olarak hayatta kalma mücadelesini izliyoruz.
Animasyon tarzı, hiper gerçekçi değil ama hayvanlar, alışık olduğumuz animasyonlardan daha gerçekçi şekilde tasvir edilmiş. Yine de, bu gerçekçiliği biraz bozan şeyler var. Mesela, dümeni kullanmayı nasıl öğrendiniz siz, demeden edemedim. Bazı hayvanlara da belli ölçüde, insan davranışları entegre edilmiş.
Bunlar çok sorun değil de, finale doğru, metafiziğe kayan bir sahne var. Görsel olarak etkileyiciydi ama filmin genel tonuna çok uymuyordu bence. Bir de, hikayeyi ilerletmek için kullanılan bazı tesadüfleri fazla buldum. Yine de, ödül sezonunun iyi filmlerinden biriymiş. Hayvan severlere, ekstra tavsiye edebilirim.
Bu arada, Başka Sinema'nın filmi ara tatilde vizyona sokma kararı, kendileri açısından doğru karar muhtemelen. Bir de diyalogsuz olunca, çocukların izlemesi de rahat. Ama film hakkında sürekli bağırarak yorum yapan çocuklarla beraber izlemek, biraz zordu açıkçası. Aslında, filmin başında Cannes logosu çıktığında, annesi "sanat filmine gelmişiz" dedi ama çocuğu da pek susturamadı. Pazar ilk seans gittiğim için, yine de çok az çocuk vardı ama mümkünse, akşam seanslarına gitmekte fayda var.

The Day the Earth Blew Up: A Looney Tunes Movie (Looney Tunes: Dünyayı Kurtarma Operasyonu):
Hafta sonu, sinemalar çoluk çocukla dolu iken, bu filmi 3 kişilik bir salonda izledim. Belli ki yeni nesilde çok bir karşılığı kalmamış ama ben çok eğlendiğimi söylemeliyim. Looney Tunes karakterlerinin kullanıldığı son Space Jam filminden, kat kat iyi mesela.
Seriden üç temel karakteri alıp, sonu biraz sürprizli ama temiz bir hikâye içine atmışlar. İyi bir hikâye yapısı ve mizahı var. Güncel espriler de var, o eski çizgi film tarzı espriler de. Hem bir uzaylı istilası filmi, hem de bir zombi filmi. Çocukların da izleyebileceği bir korku filmi diyebiliriz bu anlamda. Bu yanını da sevdim. Benim izlediğim seanstaki tek çocuk biraz korktu ama öyle çok abartılı sahneler de yok. Zaten annesi çıkalım istersen deyince, kabul etmedi.
Öyle dünyayı yeniden keşfeden bir film değil tabii ki. Bildiğimiz ve sevdiğimiz Looney Tunes yapısını kullanıyor ve bunu iyi yapıyor. Benim çocuğum olsa, sinema salonlarının büyük kısmında animasyonların olduğu bu günlerde, götürmeyi tercih edeceğim film, bu olurdu. Ama o büyük ihtimalle, "Rafadan Tayfa izlemek istiyorum" diyecekti ve Rafadan Tayfa'ya gidecektik.
Haftaya görüşmek üzere.
 

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar