UÇAN SÜPÜRGE 2025 İZLENİMLERİ-1
.jpg)
Bu yıl, Uçan Süpürge Film Festivali, 27 Mayıs – 4 Haziran tarihleri arasında düzenlendi. Gösterimlerin büyük bölümü Kült Kavaklıdere’de gerçekleştirildi. Bu yıl Etimesgut Belediye’sinin Kültür Merkezi’nde de gösterimler yapıldı. Üzerinden belli bir zaman geçmiş olsa da, filmler eskimez diyerek, festivalde izlediğimiz filmlere, izleme sırasıyla bir göz atmaya başlayalım.
Kısa Seçkisi 1:
Bu seçkideki filmlerden ikisini daha önce izlemiştim, onları sona atayım.
İstanbul Sözleşmesi Yaşatır filmi ile başlayalım. Filmin adı, çok net bir şekilde derdini anlatıyor zaten. Filmde, İstanbul Sözleşmesi'nin ne olduğu, bu sözleşmeden çıkmanın sonuçları ve elbette Akp'nin bu süreçteki tutarsız tavrı anlatılıyor. Sözleşme imzalanırken, ne kadar coşkulu olduklarını unutmuştum gerçekten. Hatta film, bu tutarsızlığı bittikten sonra da göstermeye devam etmiş. Çünkü filmde görüşü alınan Serap Yazıcı, bugün Akp'de. Aynı konuda, bugün ne derdi acaba diye merak ettik doğrusu. Filmin, belgesel sinema açısından çok yenilikçi olduğu söylenemez ama ele aldığı konu önemli.
Kabuk, şiddete uğrayan ressam bir kadının, yaşadığı depresyon, kendi portresine yabancılaşmasını ve sonrasındaki iyileşme sürecini anlatıyordu. Bu diyalogsuz film, açıkçası bana biraz kapalı geldi. Yönetmen, söyleşide filmdeki detayları anlatmasa, kaçırdığım çok şey olurmuş.
Sınırdaki Yıldız, 90'larda Mardin'deki bazı evlerin pencerelerindeki yıldızların, PKK'yı desteklemek amacıyla yapıldığı gerekçe gösterilerek söktürülmesini anlatıyordu. Hafıza Merkezi'nin katkısıyla yapılan filmlerden biriydi. O dönem yaşananları göstermesi açısından önemli. Benim izlediğim seans sakindi ama diğer seansta, bu filmle ilgili bir tartışma çıktığını da duydum.
Daha önce izlediğim filmlerse, bu seçkinin en iyileriydi bence. Ece Dizdar'ın yönetmen olarak da kendini kanıtladığı Mükemmel filmi, hem lohusa bir kadının psikolojisini çok iyi veriyor, hem de sünnet konusunda, zihin açıcı sorular soruyordu.
Dilan Hakkında Konuşmalıyız da, daha önce birkaç kez izlediğim ve çok eğlendiğim bir film. 30'lu yaşlara dayanmış, üniversiteyi bitirmiş ama henüz hayata atılamamış kuşağı, bir mockumentary mantığında çok iyi anlatıyor. Bu arada başroldeki Sude Belkıs da bir Youtube dizisi nedeniyle, pek çok fanı olan bir isimmiş. Bu kısa filmden önce, hiç tanımıyordum kendisini. Hasçelikler'i nasıl bilmezsin linçlerine, kuşak farkı diyerek cevap vereyim peşinen.
Hiçbir Şey Normal Değil:
Bu filmi de izledikten sonra, Ceylan Özgün Özçelik'in Türkiye'deki en biçimci yönetmen olduğunu söyleyebiliyorum. Bazen, On Saniye'deki gibi, bu biçimcilik anlattığı hikâyeye göre fazla geliyor bana ama bence bu sefer tam yerli yerinde. Ayrıca, belgesel türüne el attığında, bildik belgesel kalıplarında bir şey çekmeyeceğini de biliyoruz artık. Antalya'da terk edilmiş bir tatil köyü ile ilgili bir belgesel çektiğini duyduğumda, bir konuşan kafalar belgeseli olmayacağından emindim. Nitekim, bu terk edilmiş mekânı, gerçeküstü olarak gösteren bir sirk atmosferi yarattığı gibi, gerçek ifadelerden yola çıkarak yazdığı metinlerin, oyuncular tarafından seslendirilmesiyle de neredeyse kurmaca bir hikâye de kuruyor filmin etrafına.
Ceylan'ın bir özelliği de ses bandına verdiği önem. Bu konuda da Türkiye'deki az sayıdaki isimden biri bence. Burada da müziğiyle, sesiyle, arkadaki fısıldaşmalarıyla, filmin atmosferini güçlendiren bir ses bandı oluşturmuş. Müzikte, Ekin Fil'in adını da bir kez daha analım.
Film, biraz daha kısa olabilir miydi? Belki. Sonlara doğru ilgimi biraz yitirdiğimi itiraf edeyim. Ama öyle çok uzun bir film de değil yani. Kurtarıyor. Son olarak, Ceylan'ın her yeni filminde aklımdaki soru: Cadı Üçlemesi'nin son filmi, nerede kaldı?
The Nature of Invisible Things (Görünmeyen Şeylerin Doğası):
İki çocuğun merkezinde olduğu bu film, çocukların gözünden ölüm, kayıp ve buna bağlı değişim ve dönüşüm duygularının üzerinden giden bir hikâye kuruyor. İki çocuk da ölüme çok yabancı değil aslında. Biri, annesinin mesleği nedeniyle, sürekli hastanede zaten. Ölüm kavramına yabancı olmamakla birlikte onu daha çok kaybolmak gibi algılama eğiliminde. Ayrıca, kendisi de çok küçükken, ölümün kıyısından dönmüş. Diğeri ise, büyükannesinin hastalığı nedeniyle hastanede. Ayrıca, o da kardeşini kaybetmiş. Yani, tam da öyle değil de, filmi izlerseniz o kısım sürpriz olarak kalsın isterim. Ama bu kaybın da daha çok bir dönüşüm formunda olduğunu söyleyebiliriz.
Yönetmen Rafaela Camelo, çocukların hikayesine incelikli bir şekilde yaklaşmış. Ölüm olayını hiç suistimal etmeden ve korkutucu bir şey olarak da bakmadan ele alıyor. Filmi izlerken, sürprizi kaçmasın diye açmadığım konu biraz fazla gelmişti. Onu da koymasına gerek yok demiştim. Ama film demlendikçe, o tema da kafamda daha çok oturdu. Yine de orada çocuğun kurduğu bazı cümleleri, o yaştaki bir çocuk öyle kurmazdı, o sıfatları kullanmazdı diye düşünüyorum halen.
Rafaela Camelo, ileride adını daha çok duyabiliriz hissi verdi. Bakalım, belki ileride Berlin'de ana yarışmada da kendine bir yer bulur.
Biz Radyoyu Çok Sevdik:
TRT adının bir kalite ve güven simgesi olduğu günleri, özellikle TRT Radyo'nun yenilikçi programlara imza attığı zamanları hatırlıyor musunuz? Eğer hatırlıyorsanız, bu belgeseli mutlaka izlemelisiniz. Benden biraz daha büyük olan bu kuşak, kendi gençliklerinden parçalar da bulacaklardır bu filmde. Ama gözlemlediğim kadarıyla, genç kuşak açısından da, bu ülkede medyaya yapılan sansür ve baskıların yeni olmadığını göstermesi açısından önemliydi. Aynı zamanda, bu baskılara karşı direnmenin ve bedel ödemenin de yeni olmadığını gösteriyordu.
Film, 60'ların ortalarında TRT Radyo'ya giren kadın radyocular kuşağının anılarının bir derlemesi olarak nitelendirilebilir. 60'ların özgürlükçü dönemlerinde bu kuşak gerçekten çok önemli işler yapmışlar. Aynı zamanda, siz genç kadınlar olarak yapamazsınız denen pek çok işin de altına imza atmışlar. Ama darbelerle birlikte, çeşitli yasak ve baskıcı uygulamalar ile yüz yüze kalmışlar. Hatta bazıları, meslekleri ile hiç alakası olmayan kurumlara sürülmüşler.
Filmde tüm bunları anlatıyorlar. Esasen klasik deyimle, bir konuşan kafalar belgeseli. Aralara arşiv fotoğrafları da giriyor. Ama şöyle bir durum da var. Bu kadınlar, 5 saat konuşsa, dinlerim diyorsunuz. Elbette yönetmenlerin elinde, bizim filmde izlediğimizden çok daha fazla kayıt varmış. Tüm bu kayıtları, sözlü tarih çalışması kapsamında, bir web sitesinden yayınlama planları olduğunu da söylediler.
Bu arada yaşları ilerlemiş olsa da (ki filmin çekimleri sonrası vefat edenler de var), hem filmde hem film sonrası söyleşide gördüğümüz gibi, halen çok etkileyici bir ses tonu ve harika bir Türkçe ile konuşuyorlar. Hayran olmamak elde değil.
Son olarak, baskı dönemlerine ait en üzüldüğüm şeyi ekleyeyim. Pek çok programın kaydı, elimizde yeni bant yok gerekçesi ile, üzerlerine yeni programlar çekilerek yok edilmiş. Bazıları bu gerekçe bile olmadan çöplere atılmış. Örnek olarak İstiklal Savaşı gazileri ile yapılan söyleşilerin olduğu bir seri programı verdiler. Bu serinin büyük bir kısmı, geri dönüşü olmayacak şekilde yok olmuş. Her şeyden önce, tarihimiz için büyük bir kayıp. Bunun gibi, kim bilir daha neler, neler var.
Gündüz Apollon Gece Athena:
Geldik festivalin Fipresci ödülü alan filmine. Benim de yarışmalı bölümde, en sevdiğim filmlerden biriydi. Sinemamızda nihayet, bir derdi olan fantastik bir film. Başka da bulunur ama sayısı çok az. Halbuki dünya sinemasında, bu tarz fantastik filmlerin sayısı epey fazla.
Burada elimizde, hayaletleri gören, onlarla konuşabilen bir kadın karakterimiz var. Fakat gördüğü hayaletler, bir nedenden dolayı, öte tarafa geçememiş, bu dünya ile bir meselesi kalmış olan hayaletler. Ana karakterimiz, Defne de onların bu sorunlarını çözüp, öte tarafa gitmelerine yardımcı oluyor. Biraz Ghost Whisperer mı? Evet. Zaten, söyleşide bu konuda bir soru da geldi. Ama çıkış noktası benzer olsa da, bu filmin başka dertleri var.
Tüm film boyunca süren anneler ve kızları meselesi var öncelikle. Defne, annesinin hayaletini arıyor. Yardım ettiği hayaletlerden biri de kızının kendisini affetmesini isteyen bir anne. Bu iki hikâye, birbirini tamamlıyor, bir anlamda. Filmin daha politik bir tarafı da var. Filmin en iyi yazılmış ve oynanmış karakteri, Barış Gönenen'in canlandırdığı Hüseyin. Bir devrimci olan Hüseyin, hem çok keyifli bir karakter, hem de adım adım ortaya çıkan duygusal bir hikayesi var. Filmin en çok güldüren esprileri Hüseyin'den geldi ama sonradan bağlandığı yer de ülkenin travmalarından biri. Aslında, tahmin etmesi çok güç de değilmiş ama ben biraz geç anladım. Bu arada Defne'nin hikayesi de, inceden Gezi'ye bağlanıyor.
Bazı mesajlarının altını çizmekle beraber, bahsettiğim Gezi referansı gibi yerlerde, çok vurgulamadan, seyircinin anlayacağına güvenmesi de hoşuma gitti. Filmin, Lale Mansur'un karakterinin yaptığı seçimleri ele alış tarzını da beğendim. Ama Mansur'un oyunculuğu burada filme çelme takmış. Maalesef ağzından çıkan cümleler doğal durmuyordu.
Mansur demişken, daha önce başka bir yerde de yazdım ama tekrarlamış olayım. Filmin Düş Gezginleri ile olan bağlantısı da hoşuma gidiyor. Orada, aynı karakteri canlandıran Ezgi Çelik ve Lale Mansur, burada anne-kızı oynuyor. Bir de üzerine Deniz Türkali var. Üç ortak oyuncu yani.
Son olarak, Emine Yıldırım'ın kısa filmi, Kadıköy'ün En İyi Falcısı'nın Mubi'de olduğunu da hatırlatayım. Neden hatırlatıyorum? Çünkü, Defne'yi ilk kez, o filmde görüyoruz.
When the Phone Rang (Telefon Çaldığında):
Tarihi olayları, bir çocuğun gözünden anlatmak, sinemanın çok fazla kullandığı bir yöntem. Burada da bir zamanlar, bölünmemiş bir ülke olan Yugoslavya'nın dağılma sürecine bir çocuğun gözünden bakıyoruz. Ama yönetmen Iva Radivojevic, muhtemelen kendi anılarından yola çıkarak çektiği filminde, zamanla bu türün kendi içinde oluşturduğu tuzaklara, pek düşmüyor. Çoğunlukla, küçük bir çocuğun olanları tam olarak algılayamaması ve hafızanın tortuları üzerinden bir anlatı kuruyor.
Film, adında da belirtildiği gibi, bir telefonun çalması ile açılıyor. Bu telefon, baş karakterimiz Lana’ya, çok önemli bir haber veriyor ve telefon günü ve saati ile birlikte hafızasına kazınıyor. Ve film boyunca, bu telefon defalarca, tekrar tekrar çalıyor. Her telefon, bir yanıyla diğerlerinin aynısı gibi, bir yanıyla da bambaşka haberler veriyor. Tüm bu telefonlara, hafızanın benzer olguları, gruplayarak hatırlaması, yıllar sonrasından bakınca, çok da güvenilir olmayışı üzerinden bakabiliriz.
Yönetmen, görsel olarak da o yılları yansıtan bir tercih yapmış ve 16mm. film kullanmış. Gerçekten de filmden herhangi bir sahneyi, film hakkında bir bilgisi olmayan birine gösterip, 90'larda çekildiğine çok rahatlıkla inandırabilirsiniz.
Iva Radivojevic, filmin her unsuruna bizzat el atmış. Yazar, yönetmen, yapımcı, kurgucu, sanat yönetmeni olmasının yanında, filmin müziklerini bile kendisi yapmış. Bir tek görüntü yönetmeni değil, bir de filmde oynamamış. Yapabilse, çocuğu da oynamak isterdi sanki.
Mond (Moon):
Avusturyalı, dövüş sanatları eğitmeni bir kadın, kariyerinde tıkandığı bir dönemde, Ürdün'den gelen bir teklif üzerine bir süre orada yaşamayı kabul eder. Zengin bir ailenin 3 kızına eğitim verecektir. Bu sürede lüks bir otelde kalacak, tüm masrafları karşılanacak, gündüzleri de zengin ailenin saray benzeri evinde kızlara eğitim verecek, bazen de gündelik hayattaki aktivitelerine eşlik edecektir. Zaten kızların tek başına evden çıkmalarına da izin verilmemektedir.
Film, Ürdün'deki kadınların durumuna bakıyor ama bunu Avrupalı bakış açısı ile yapıyor. Ürdün'ü bilmeseniz bile, tıpkı eğitmen Sarah gibi, filmin de Ürdün'e çok yabancı olduğunu hissediyorsunuz. Filmle ilgili yorumlarda Mustang'ın adının geçtiğini görmüştüm. Doğru bir benzetme.
Yönetmen Kurdwin Ayub, Kürt kökenli bir Iraklı ama daha çocukken ailesi Avusturya'ya göçmüş. Bu nedenle bakış açısı da bir Avrupalı. Aslında, ilk filminde kendi dünyasına daha yakın bir hikâye anlatmıştı ve daha samimiydi. Burada biraz daha festivallere hoş gelecek bir hikâye anlatma yoluna gitmiş gibi hissettim. Ama iyi bir yönetmen kumaşı olduğunu inkâr edemem. Filmi izlettirmeyi başarıyor. O yüzden sonraki filmlerinden ümitliyim halen.
Arkadaşım Pınar:
Pınar Gültekin'in kişiliğini, kaybolmasını, cinayeti ve dava sürecini, yakın arkadaşlarının gözünden anlatan bir belgesel. İlk bölümde, Pınar hakkında konuşurlarken, sevgilerini hissediyorsunuz. İçlerindeki hüznü de hissediyorsunuz ama bu kısımlarda muhtemelen kendileri de Pınar hala aralarındaymış gibi düşünmeye çalışıyorlar. Kaybolmasını ve öldürüldüğünün ortaya çıkmasını anlattıkları kısımları izlemekse gerçekten çok zor. Bizim gibi, Pınar'ı hiç tanımamış insanlar için bile çok zor.
Belgesel yapısı olarak, yine klasik bir belgesel. Pınar Gültekin'in arkadaşlarıyla yapılan söyleşiler ve arşiv görüntüleri, iyi bir kurguyla birleştirilmiş. Belgesel sinema açısından yeni bir şey sunmayan ama bir tarafta katilin iftiraları varken, yapılması, tarihe bırakılması önemli belgesellerden biri. En azından, Pınar Gültekin'in nasıl bir kişi olduğunu daha iyi anlıyoruz.
Seva:
Depremden sonra, Antakya'nın şehir olarak hayata dönme çabası içinde, birlikte yapılan etkinliklerin ve sanatın rolünü ve önemini anlatan bir belgesel. Bu çalışmalarda, deprem sırasında Antakya'da yaşayanlar kadar, dışarıdan gelip, en azından belli bir süre için orada yaşamaya karar verenlerin de çok büyük katkısı var. Çoğu çalışmada da kadınlar, işin başını çekiyorlar.
Yaşanan tüm acılara karşın, bu acıları ve sorumlularını da unutmadan, bazen çok zor olsa da, hayata tutunmanın mümkün olduğunu gösteren, bu anlamda umutlu bir belgesel. Yine, tarihe bugünlerden bir not bırakan yapımlardan biri.
GotûbêJin:
Yönetmenin doktora teziyle beraber yürüyen bir proje. “Kürt Sinemasında Erkeklik Temsilleri” başlıklı bir tez çalışmasında olan Nimet Gatar, seçtiği bazı filmleri Kürt kadınlarına izleterek, onların görüşlerini almış ve buradan bir belgesel çıkarmış. Kadınların bu filmleri kendi hayatlarından yola çıkarak yorumlamalarını izlemek, özellikle bazı anlarda o "eğitimsiz" kadınların, değme eleştirmenlere taş çıkartacak sonuçlar çıkartmasını izlemek güzeldi.
Ama izlediğimiz salonla da ilgili olabilir notunu düşerek, filmin teknik açıdan yetersiz olduğunu söylemek zorundayım. Belli ki, öyle büyük bir bütçesi yok ama özellikle ses olayı çözülememiş. Dış sesler, o kadar çok duyuluyordu ki, filmi altyazılardan takip etmek zorunda kaldım.
Tam da bununla ilgili olarak yönetmenin altyazılar ile ilgili tercihine de eleştiri getirmek isterim. Filmin büyük bir kısmında, kadınlar Kürtçe konuşuyor. Ama bu kısımların sadece İngilizce altyazısı vardı. Yönetmen bunu politik bir tercih olarak açıkladı. Milliyetçi bir yerden bakmadan söylüyorum, bence yanlış bir tercih. Bu belgeselle birilerine ulaşmak istiyorsanız, potansiyel kitleyi kısıtlıyorsunuz. Gerçi bizim seansta, kimse açısından sorun olmadı anladığım kadarıyla. Belli ki salondakiler, ya İngilizce, ya Kürtçe, ya da her ikisini birden biliyorlardı. Ama dediğim gibi, filmi özellikle de farklı bir kitleye de ulaştırmak istiyorsanız, buna güvenemezsiniz diye düşünüyorum.
Ceyar’ı Kim Öldürdü?:
Dizi sektöründe, karakterlere duyulan hayranlığı, bu hayranlık sonucu yapılanları irdeleyen keyifli bir belgesel. Filmin yönetmeni Gül Abus Semerci, söz konusu dizilerden bazılarının senaryo yazarı ve genellikle de bu dizileri ele almış.
Bu hayranlık müessesesi, çoğunlukla gençlerde ortaya çıkan bir durum. Filmi izlerken gençlerin belli karakterlere bu kadar tutulmasının, hayatlarının önemli bir bölümünü buna ayırmalarının, abartılı ve zaman zaman komik olduğunu düşündük ama bu durum, gençliğin de bir parçası işte. Günümüzde sosyal medya bu kadar etkiliyken, gençler de hayranlıklarını dile getirmeye ve başkalarına bunu duyurmaya çok daha yatkınlar, hatta oyunculara ve dizinin kamera arkası ekibine kadar ulaşabiliyorlar. Belki biz de zamanında sosyal medya olsa, benzerlerini yapacaktık.
Filmde, senaryodaki gelişmelere ilişkin teoriler üretmekten de bahsediliyor. Yabancı dizilerde bu iş, en yoğun olarak Lost döneminde başlamıştı sanırım. Bu konuda da delice bir teori üretme olayı var. Aslına bakarsanız, bu da sosyal medya ile büyüyen bir olgu. Filmin adına dönecek olursak, Ceyar'ın vurulduğu dönemde sosyal medya olsaydı, sezon arasında inanılmaz teorilerin ortaya çıkacağından eminim. Hatta bugünden de beter oldu. O zaman Ceyar'ı herkes tanıyordu çünkü. Herkes.
Aslında filmin adında Ceyar'ı görünce, olayı biraz daha geçmişten alan bir belgesel beklemiştim. Oralara pek girmiyor ve çoğunlukla günümüzdeki duruma bakıyor. O şekilde düşününce fena değil ama daha kapsamlı bir bakış açısı olabilirdi.
Üçüncü Gurbet:
Maraş katliamından yıllar sonra, o günleri yaşayan kadınların tanıklıklarını, hatırladıklarını ve hala devam eden travmalarını kayıt altına alan bir belgesel. Yönetmen Mediha Güzelgün, yaşı itibarıyla o günleri görmemiş belki ama ailesi yaşamış. Zaten filme de ailesinden yola çıkarak başlamış. Belli ki o anıları dinleyerek büyümüş.
Ülkemiz tarihinin, unutulmuş demeyeceğim, bu belgeselde de gördüğümüz gibi, belli bir kesim açısından unutulmasına imkân yok ama unutturulmaya çalışılan bu olayını incelemesi bile önemli. Yıllardır festivallerde belgeselleri takip etmeye çalışıyorum. Bu konudaki belgesel sayısı çok az, gördüğüm kadarıyla. Bu belgesel de daha çok bir sözlü tarih çalışması konumunda ama değerli.
Fakat, söyleşi sırasında, bir seyircinin yaptığı yoruma katılıyorum. Maraş katliamının ne olduğu, özellikle genç kuşak tarafından pek bilinmiyor. Belgeselde, bunun da biraz detayı verilse, hatıraları bir çerçeveye oturtma açısından faydalı olabilirdi.
Şehir ve Mesih:
Aylin Kuryel ve Raşel Meseri'nin bu filmi, İzmir'de doğan Sabetay Sevi'nin evinin bugünkü durumuna ve çevresine, hakkında bölge insanının anlattıklarına odaklanıyor. Belgesel demek de mümkün ama biz festival kataloğundaki gibi deneme-film diyelim.
Film klasik bir belgeselden bekleyebileceğimiz, tarih anlatımı ya da konu hakkında akademisyenlerle konuşma gibi olaylara girmeyip, bölgede yapılan çekimleri ve söyleşileri serbest şekilde kullanıyor. Farklı bölümlere ayrılan film, bazen perdeyi ikiye ayırarak, çoğunlukla çekimleri bize tarif eden bir dış sesle ya da söyleşilerin de bu görüntülerin üzerine bindirilmesiyle devam ediyor.
Kurduğu bu görsel yapıyı sevdiğimi söyleyebilirim. Sabetay Sevi hakkında bilgi edinmek maksadıyla izlerseniz, hayal kırıklığı olur. Ondan yola çıkarak, serbest çağrışımla şehir içinde savrulduğunuzu düşünün. Öyle bir film.
The Ban (Yasak):
27 dakikalık bu kısa belgesel, Thatcher döneminde, IRA bir terör örgütü olarak tanımlanırken, İngiliz hükümetinin uyguladığı gerçekten saçma sapan bir yasağı ve bu yasağın, beklemedikleri şekilde ters tepmesini ele alıyor.
Hükümet, IRA yetkilileri ve onunla bağlantılı görülen kişilerinin, medyadan kendi sesleri ile açıklama yapmasını yasaklıyor (Dikkat: Açıklamaları yayınlanamaz demiyor. Thatcher döneminde bile, ismi lazım değil şimdiki bazı ülkelerden daha demokratikmiş diyebilir miyiz? Neyse.). Bunun üzerine, televizyonlar ne yapıyor? Bu isimlerin görüntüleri üzerine, seslendirme sanatçılarına dublaj yaptırılıyor. Zaman ilerledikçe, Stephen Rea gibi, IRA destekçisi de olduğu bilinen, ünlü ve karizmatik sesli oyuncular da bu dublaj işine giriyor. Bu da, IRA'nin aleyhine olacağı düşünülen bir konunun, tam tersine dönmesi sonucuna varıyor. Bir anda, karizmatik sesli figürlere dönüşüyorlar. Seyirci bu seslerin dublaj olduğunu biliyor ama yine de farklı bir etkisi olmuştur.
Bu minik belgeselin, yasakların anlamsızlığına, bir işe yaramadığına, giderek de saçmalığına vurgu yaptığını söyleyebiliriz. İlgililere duyurulur!
Bir sonraki yazıda görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN