2025 FESTİVAL RAPORU - YABANCI FİLMLER
İki hafta önce, 2025 festivallerinde izlediğimiz yerli filmlerden 10 tanesine bakmıştık. Sıra, yabancı filmlerde. Yabancı filmleri seçerken, henüz ülkemizde resmi olarak vizyona çıkmayan ya da dijital platformlardan birine gelmeyen filmleri seçmeye çalıştım. Genellikle sevdiğim filmlerden oluşan bir liste olsa da, yarattığı hayal kırıklığı nedeniyle listeye aldığım 1-2 film de mevcut. Festival sezonunun en iyi 10 filmi gibi bakmayın yani. Vakit kaybetmeden, filmlere geçelim.
Düşüşün Tınısı (Sound of Falling):
Yaz aylarında Karlovy Vary’de izlediğimde, şu ana kadar izlediğim filmler içinden, yılın en sevdiğim filmi demiştim. Yıl sonu geldi ve fikrim değişmedi. Bence, yılın en iyi filmi.
4 farklı dönemden, 4 farklı genç kadının, aynı mekandaki yaşamlarını anlatan bir film. Bu hikayeler nedir, ne değildir, onlara hiç girmeyeceğim. Hikayeler önemli ama filmi asıl etkileyici yapan, onlar değil. Filmin etkileyici tarafı, buram buram sinema kokması. Yönetmen Mascha Schilinski'nin karakterleri, zamanları birbirine bağlayışı, kurduğu ortaklıklar çok başarılı ve bunların her biri ayrı bir sinemasal buluş adeta. İlk defa gördüğümüz şeyler değil elbette ama hepsini çok iyi kullanıyor.
Film, etkileyici tarafını büyülü görsel dünyası üzerinden kurduğu için, filmi izlemeyen birine, neden bu kadar etkileyici bulduğumu kelimelerle anlatmak da çok kolay değil. 2.5 saatlik süresi ve temposu nedeniyle, sevmeyen de olacaktır. Olabilir. Ama bence, yılın kesinlikle izlenmesi gereken filmlerinden biri. Henüz, ikinci kez izleyemedim ama onda da aynı keyfi alırsam, sadece bu yılın değil, son yılların en iyi filmleri listemde de yukarılarda bir yere oturur.
Sirât:
Vizyona girmemiş olsa da senenin en fazla konuşulan filmlerinden biri ama yine de hakkında çok fazla bir şey yazıp zevkini kaçırmak istemiyorum.
Mesela konusu. Kızını arayan bir babanın yolculuğu olarak geçiyor. Doğru, doğru da, bu özeti görünce aklınıza gelecek hiçbir şey olmuyor filmde! Yine çok detay vermeden, Oliver Laxe'nin harika bir atmosfer yarattığını, seyirciyi hiç beklemediği yerlerden vurmayı başardığını söyleyeyim. Cannes'dan sonraki yorumlarda Mad Max benzetmesi çok yapılmıştı. Doğru ve izleyince görüyorsunuz ki, bu benzetme sadece film çölde geçtiği için yapılmamış.
Müzik, filmde çok önemli bir yer tutuyor. Sırf bu yüzden mümkünse, çok iyi ses sistemi olan bir sinema salonunda izlemeye çalışın. Görüntüsü de iyi olsun tabii. Giderek daha az film hakkında, bu film sinemada izlenmeli hype'ı oluşuyor. Sirât, bunu hak eden filmlerden biri. Bu bahsettiğim müzik çok iyi, ona lafım yok ama tarz olarak çok hoşlandığım bir müzik değil. Misal aynı filmi, şöyle cayır cayır gitarlar eşliğinde izlesem, biraz daha fazla severdim gibime geliyor. Bir de, o ana kadar hiç beklenmedik hamleler yapsa da final, filmin geneline göre biraz zayıf geldi bana. Hatta biraz da kaderci geldi.
Son not: Filmin adını duyduğumda, acaba bu bildiğimiz Sırat Köprüsü mü, yoksa başka bir anlamı var mı demiştim. Evet, Sırat Köprüsü ve (hadi ufak bir detay vereyim burada) filmin İslam ile ilgili tek göndermesi bu değil. Ki, o sahne nasıl yorumlanacak, merak ediyorum.
Manevi Değer (Sentimental Value):
Ülkemiz sinemalarında, bu hafta vizyona girdi ve şimdiden yılın en beğenilen filmlerinden biri oldu bile. Çok kişinin, yıl sonu listesine de girdi. Ben, o hype'a çok katılamayacağım galiba. Kesinlikle iyi film, ona şüphem yok ama Trier-Vogt ikilisinin filmlerinde, en yüksek gruba koymuyorum. Ben ikilinin biraz daha oyuncaklı, hikâye yapısıyla oynayan, gerçekliği kıran filmlerini daha çok seviyorum galiba. Burada da biraz var aslında ama hikayesini, bir film yapma süreci üzerinden anlatırken, önlerinde bu tip numaralar için daha çok alan varmış. Burada biraz daha güvenli bir alan tercih etmişler bence. Yanlış anlaşılmasın, gayet iyi bir aile draması. İki çocuğunu ihmal eden, hayatının tek amacı işi olan bir yönetmenin, yıllar sonra yazdığı otobiyografik bir senaryoyu çekerken, kızları ile yüzleşmesini anlatıyor.
En başta çok iyi oyunculuklar, iyi oluşturulmuş karakterler ve iyi bir sinema var. Dramatik anların arasına, kahkaha attıran espriler de eklenmiş. Bu aradaki geçiş de iyi çalışıyor. Kusurlu diyebileceğim bir tarafı yok ama işte, bana o film, bu film dedirtmedi. Siz bana bakmayın, yine de izleyin dememe bile gerek yok sanıyorum. Festivallerde, biletleri ilk biten filmlerden biri olmuştu. Gördüğüm kadarıyla, vizyon yolculuğu da iyi başladı.
Basit Bir Kaza (It Was Just an Accident):
Panahi, Altın Palmiye aldığında, işin sadece politik tarafı için mi aldı diye bir şüphem vardı ama yok, iyi filmmiş gerçekten. Basit bir kaza sonrası, duyduğu bir ses sonucunda, kendisine uzun zaman işkence yapan adamı bulduğunu düşünen ana karakterimiz, onu kaçırıyor, öldürmeye hazırlanıyor ama içine de bir şüphe düşüyor. Ya hata yapıyorsam. Bunun üzerine, aynı kişi tarafından işkenceye uğramış başkalarını da buluyor ve birlikte bir karar vermeye çalışıyorlar.
Hikâyenin çıkışı, Death and the Maiden filmini anımsatıyor gerçekten ama farklı yönlere gidiyor. En önemlisi, farklı karakterler ve bakış açıları katıyor. Panahi'nin derdi de böyle bir durumda, işkenceciye ne yapılması gerektiği üzerine bir tartışma kurmak. Film, bir yolu seçiyor belki ama seyircinin kafasında, o tartışmayı da, doğrusu budur diye bitirmiyor.
Aslında çok da gerilimli bir hikâye anlatıyor ama aralarda mizahi anlar kurarak, anlatıyı rahatlatmayı da başarıyor. Panahi zaten sever bu tarz dokunuşları. Ayrıca o mizahi anların, neden konduğunu da anlıyoruz. Yine de hastane sahnelerini biraz fazla uzun bulduğumu söylemeliyim. Sıkıcı olma anlamında değil de, yakalanmaktan korkan karakterlerin hastane gibi bir yerde bu kadar fazla zaman geçirip, risk almaları, inandırıcı gelmedi. Tamam, orada karakterimizin iyi bir insan olduğu vurgulanıyor ama yine de daha kısa sürebilirdi.
Filmin her anı aynı etkide değildi belki ama özellikle finaldeki tartışma sekansında kurulan argümanları güçlü buldum. Filmi bir seviye yukarı çıkardı benim için. Ülkemizde de çok izlenecektir, tartışılacaktır diye tahmin ediyorum.
Filmi Ayvalık’ta izledim. Filmin kurgucusu Amir Etminan da oradaydı. Bir süredir İstanbul'da yaşıyormuş ve çok iyi Türkçe konuşuyor. Filme dair pek çok şey anlattı ama ben bizi ilgilendiren bir kısmını aktarmak isterim. Bizdeki bağımsız sinemanın, bağımsız sinema olmadığını vurguladı. Öyle Kültür Bakanlığı desteği kovalayarak, bağımsız sinema yapamazsınız, iktidarı eleştiremezsiniz dedi. Bir de bağımsız sinemada herkes, her işin ucundan tutmalı dedi. Bizim setlerde, ben o işi yapmam, görev tanımımda yok diyenleri çok fazla görüyormuş. Tamam, normalde sektörde böyle olmalı ama bağımsız ve muhalif bir şey yaparken bu sınırlar esnemeli dedi (cümleler bire bir böyle değildir de ana fikir buydu).
Yüreğini Eline Al ve Yürü (Put Your Soul on Your Hand and Walk):
Bazı filmler sadece sinemasal yönüyle değil, anlattıklarıyla önemlidir. Bu da öyle bir film. Hatta İsrail'in soykırımı olmasaydı da, böyle bir filmi hiç izlemeseydik dedirten bir film. Filmde, ülkesinin dışında yaşamak zorunda kalan İranlı yönetmen Sepideh Farsi'nin, Gazze'de bombaların altında bir yaşam sürdürmek zorunda kalan, genç bir fotoğrafçı, Fatma Hassona ile yaptığı görüntülü konuşmaları izliyoruz temel olarak. Sadece bu kadarı bile, izlediğimizi çok etkili bir film yapardı ama ne yazık ki, filme şunu bilerek giriyoruz: Fatma Hassona, bu film Cannes'ın yan bölümlerinden birine seçildikten bir gün sonra, İsrail bombaları nedeniyle, tüm ailesiyle birlikte hayatını kaybediyor. Bu durum da, zaten can acıtıcı bu filmi, daha farklı bir noktaya taşıyor.
Çok fazla diyecek bir şey yok ama tüm o zor şartlar altında yüzünden gülümsemesi eksik olmayan, hayata umutla bakmayı başaran Fatma Hassona gerçekten, çok özel bir insanmış. Gazze'den hiç çıkmadığı, hayalinin dünyanın değişik yerlerini gezmek olduğunu, ama mutlaka Gazze'ye geri dönmek istediğini söylediğinde, içinize bir şeyler oturuyor. O bombaları durdurabilseydik, belki Cannes'a gidecek, bir daha böyle olayların olmaması için mesajını verecekti. Şimdi, mesajını ne yazık ki bu şekilde vermiş oldu. Umalım ki duyulsun, umalım ki bir şeylerin değişmesinde bir katkısı olsun.
Aynalar No:3 (Miroirs No. 3):
Afire'dan çıktığımda, "bu sefer katıksız Petzold hayranları da pek sevmeyecek" demiştim, sevdiler. Ama bu defa, onların da sevmesi bayağı zor. Belli de olmaz gerçi ama en azından, Petzold'un en zayıf filmi olduğunu kabul etmeliyiz.
Petzold'un özellikle Nina Hoss'lu, aslında daha ziyade, Harun Farocki'li dönemini çok severim ama son dönem filmlerine pek ısınamadım. Burada da ilginç bir girişle başlıyoruz, gizemi iyi işlermiş gibi duruyor ama o gizemi çok çabuk ele veriyor. Bu kadar basit değildir herhalde, görmediğimiz bir katman daha vardır diyoruz. Yooo, gayet de gördüğümüz gibi çıkıyor (bu kısımlarda, şöyle olabilir mi, böyle olabilir mi diye neler neler düşündüm ama spoiler olur diye yazmıyorum). Yan karakterlerin motivasyonlarını anlıyoruz da ana karakterimizin motivasyonu da belirsiz.
Her şeye rağmen, Petzold yetenekli bir yönetmen. İyi bir atmosfer kurmayı başarıyor ama bunu bir yere bağlayamıyor. Belki de eskiden olduğu gibi, başka bir yazarla ortak çalışmalı. Özellikle Barbara Auer'in oyunculuğu da övmeden geçmeyelim. Filmi izlenebilir hale getiren unsurlardan biri. Bu kez Paula Beer'ın elindeki malzeme çok kısıtlı ama oradan bir şeyler çıkartmayı başarmış yine de. Nina Hoss ve Petzold'un arası bozuk mu bilmiyorum ama bu film bir Hoss-Beer buluşması da olabilirmiş. Aslında, keşke yapsa öyle bir şey.
Flamingo’nun Gizemli Bakışı (The Mysterious Gaze of the Flamingo):
Bu filmi de Ayvalık'ta izledim ve orada izlediğim filmler içinde, en sevdiklerimden biri oldu. Çok bir beklentim yoktu, güzel bir sürpriz oldu. 80'lerin başında, AIDS'in yayıldığı yıllarda, Şili'de bir maden kasabasındayız. Kasabanın yanıbaşında da, translardan oluşan ve bir gece kulübü işleten bir grup var. Kasabalı bir yandan onları dışlıyor, bir yandan da madenci erkekler, geceleri o kulübe gidip eğlenmekten, onlarla beraber olmaktan geri durmuyorlar.
Yayılan hastalığın da adı konulmuş, nedenleri anlaşılmış değil henüz. Aslında cinsellikle bulaştığı belli olsa da, onu da kondurabilmiş değiller. Belli ki erkekler, cinsellikten vazgeçmek istemiyor. Hastalık, transların bakışlarından bulaşıyor diye bir masala inanmak istiyorlar. Bu ortamda, hikâyeyi gece kulübünün yıldızı Flamingo'nun kızı üzerinden takip ediyoruz.
Kasabalının ikiyüzlülüğü, iki topluluk arasındaki sevgi-nefret ilişkisi, transları dışlarken, bazılarının da onlardan kopamamaları başarılı bir şekilde verilmiş. Özellikle filmin seyirciye geçirdiği duyguyu çok sevdim. Kurduğu karakterler ve onları canlandıran oyuncuların da hemen hepsi çok başarılı. Hastalık, ölüm, şiddet gibi duygu sömürüsüne çok açık alanlarda, çok da dengeli bir anlatım tutturmuş.
Yönetmen Diego Céspedes, henüz 30 yaşında ve bu ilk uzun metrajlı filmi. Böyle devam ederse, ileride adını daha sık duyabiliriz.
Romería:
Festival sezonunda, Carla Simón'un yeni filmi çok fazla konuşulmadı ama bence yılın kayda değer filmlerinden biri. Hatta çok övülen bazı filmlerden daha çok sevdiğimi söyleyebilirim. Gerçi, Simón'un tarzını ilk filminden beri seviyorum zaten. Daha önce de yaptığı gibi, yine kendi hayatından yola çıkarak, geçmişe bakan bir hikâye anlatıyor. Biyolojik ailesinin peşine düşen genç sinema öğrencisi Marina'nın, Simon'dan izler taşıdığını düşünmek yanlış olmaz sanırım. Tıpkı filmdeki gibi, Simon'un ailesinin de AIDS nedeniyle vefat ettiğini biliyoruz. Ki, o hikâyeyi de anlatmıştı zaten. Filmin geçtiği 2004 yılının, Simon'un da sinema okuluna başladığı dönem olduğu bilgisine de ulaşmak zor değil.
Simon, 2004 yılını anlatırken, bir yandan karakterinin elindeki kamera ile çekilen amatör video kayıtlarına benzer görüntüler ile bir nostalji hissi yaratıyor, bir yandan daha da geçmişe, ailesinin yaşadığı döneme gidiyor. Ama burada hastalık üzerinden bir duygu sömürüsü yapmak gibi bir niyeti kesinlikle yok. Hatta hastalık dönemini göstermiyor bile. Evet, uyuşturucu kullandıklarını falan gösteriyor ama bunu yargılamıyor, daha ziyade bu iki gencin yaşadığı tutkulu aşkın peşine düşüyor.
Büyük ihtimalle, kendi anne ve babasını o şekilde anımsamak istiyor. 2004 bloğundaki ailesine bakışı da benzer aslında. Orada da onaylamadığı şeyler var ama yine yargılamıyor, hayatın doğal akışına bırakıyor. Tüm bunların içinde, mizahını da duygusallığını da iyi kuruyor.
Muhtemelen, büyük ve çarpıcı olaylar içermediği için öne çıkmadı ama filmin atmosferine girdiğinizde, sizi içeriden bir yerden yakalıyor. 93 Yazı filminin duygusunu sevenlere öneririm ama bu sefer ana karakterimiz bir çocuk olmadığı için, film de o kadar naif değil.
Magellan:
Lav Diaz'ın 160 dakikalık Magellan'ı (ki, Lav Diaz standartlarında, kısa film sayılır), tahmin edebileceğiniz gibi, Hollywood bir Magellan filmi çekseydi, karşımıza çıkacak filmin tam karşıtı bir yapım. Kahraman bir gezginin hikayesi değil anlatılan. Artık bezgin ve bitkin, sömürgeci bir gezginin hikayesi. Diaz, Macellan'ı bir kötü adam gibi göstermese de, doğrudan yerlilerin tarafında duruyor. Zaten öyle olması da beklenir. Ders kitaplarında Macellan'ın hayatını okuduysanız, filmin sonunun spoiler'ı olmaz da, hadi açıkça yazmayayım, o olayda da durduğu yer belli.
Yine Diaz standartlarında, hızlı sayılabilse de genel izleyiciyi zorlayacak kadar ağır bir temposu var. Adana'da izlediğimde, muhtemelen filmin sadece adına bakarak gelen seyirciler (biletin ücretsiz olduğu notunu da düşeyim), 5. dakikadan itibaren, oluk oluk salonu terk ettiler. Ama işte, bu film de bunu gerektiriyordu.
Bu sene, Savaş Üstüne Savaş filminden bahsederken, o filmin 3 saatlik süresini hissettirmediğini ama her 3 saatlik filmin böyle olması gerekmediğini yazmıştım. Tam da bu tarz filmleri düşünmüştüm. Diaz, filmin süresinin her dakikasını hissettiriyor ve böyle olmasını istemiş. Diaz, daha önce star bir oyuncuyla çalışmamıştı galiba. Gael García Bernal, bir risk olabilirdi ama yönetmenin tarzını benimsemiş ve kendini öne çıkarmayan, filmin atmosferi içinde eriyen bir performans sunmuş. Ben sevdim ama yazdıklarımdan da herkese göre bir film olmadığı anlaşılmıştır sanırım. Bir festivalde karşınıza çıkarsa, temkinli olun, sonra bana kızmayın. Evde izleyecekseniz de, size göre olup olmadığını 5. dakikada anlıyorsunuz zaten.
Küçük Amelie (Little Amélie or the Character of Rain):
Her yıl, büyük stüdyolardan gelmeyen, animasyon tekniği biraz farklı, seyircinin kalbine dokunan bir animasyon çıkıyor. Bu seneki kontenjanı, Küçük Amelie dolduracak gibi. Amelie, doğduğunda çevresi ile hiç ilişki kuramayan, geç hareketlenen ve geç konuşan bir bebek. Ama hep bir gözlemci konumunda. Biz de onun iç sesini dinliyoruz. Aslında her şeyin farkında ama canı istediğinde konuşmaya başlıyor mesela. Bebekler tüm dünyanın kendileri için yaratıldığını düşünür ya, Amelie daha da öteye gidip, o dünyayı da kendisinin yarattığını, Tanrı olduğunu düşünüyor.
Çok keyifli bir film olmasının yanında, bir bebeğin gelişim sürecini, çevresi ile kurduğu ilişkiyi de çok güzel veriyor. Çok altını çizmese de, Avrupalı bir ailenin, uzak doğuda yaşaması üzerinden kurulan çatışmayı ve ailenin, bölge insanlarına yukarıdan bakışını vermeyi de ihmal etmiyor. Bence, yılın izlenmesi gereken filmlerinden biri.
İki hafta sonra, görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

.jpg?width=600&height=400)
.jpg?width=600&height=400)
.jpg?width=600&height=400)
.jpg?width=600&height=400)
.jpg?width=500&height=300)


.jpg)


.jpg)

.jpg)






