SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

27. GEZİCİ FESTİVAL İZLENİMLERİ-2

11 Aralık 2022 Pazar 18:30
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Gezici Festival, Sinop ve Kastamonu yollarındayken biz de vakit kaybetmeden, Ankara ayağında izlediğimiz filmlere bakmaya devam edelim.

Kısa İyidir 1:
Gezici'nin kısa film seçkisi, her zamanki gibi yine iyiydi. Bu ilk grupta, yedi film izledik. Antalya'da ulusal kısalar arasında en sevdiğim Cehennem Boş, Tüm Şeytanlar Burada, bu seçki içinde de parlıyordu. Taciz konusunu işleyen ama sadece içerik olarak değil, biçim olarak da güçlü bir kısa filmdi. Bir yerlerde karşınıza çıkarsa, kaçırmayın.
Hostes 737, rahatlıkla Yunan Yeni Dalgası (ya da Yunan Tuhaf Dalgası), içine dahil edebileceğimiz, geç yaşta taktığı diş telleri ile boğuşan ama sonradan, asıl derdinin başka bir şey olduğunu anladığımız bir hostesin hikayesiydi. Başarılıydı.
Tabaktaki Yemek, "ne yersen, osun" diye özetlenebilecek, çok eğlenceli bir animasyondu. Bir yandan veganlara göz kırparken, bir yandan da hepimizin, bir şekilde besin zincirinin bir parçası olduğunu söylüyordu aslında.
Herkes Çalışıyor!, 13 dakika içinde, çalışma hayatını sinemanın icadından günümüze kadar getiren, muzip ama bir o kadar da düşündürücü bir belgeseldi. Son planı bile, bir sürü uzun metrajın anlatamadığı şeyleri anlatabiliyordu.
Bir Domuza Mektup ve Siyah Kaydırak seçkinin diğer iki animasyonu idi. İlki, soykırımdan kurtulma hikayesi olarak hüzünlü, diğeri Pixar animasyonlarından fırlamış gibi görünen karakterleri ile anlattığı büyüme hikayesi ile eğlenceli filmlerdi.
Amazon Kadını, bir hikâye anlatmaktan ziyade, bir kadının başını, farklı objelerle değiştirmek suretiyle oluşturulan anların arka arkaya eklenmesi ile yapılmış bir filmdi. Ben çok eğlendim doğrusu. İzlerken, biz daha önce de Gezici'de buna çok benzer bir film izlemiştik dedim. Haklıymışım, festivalde daha önce de Anna Vasof'un kısalarını izlemişiz. Gezici, yönetmeni seviyor demek ki. Bu arada, benim aklımda kalan film de 2014 yapımı Ayaküstü imiş.

 

À Vendredi, Robinson (Cuma Görüşürüz, Robinson):
Bambaşka kültürlerden gelen iki sanatçının, Jean-Luc Godard ve İbrahim Gülistan'ın hiç yüz yüze gelmeden, her Cuma birbirlerine e-posta atarak kurdukları iletişimi anlatan bir belgesel. Gülistan'ın filmografisini bilmiyorum ama Godard bu filmi görseydi (ki, bu sene Şubat'ta, Berlin'de gösterilmiş olduğuna göre, ölümünden önce görmüş de olabilir), severdi diye tahmin ediyorum. Parçalı yapısı ve kullandığı görsel imgeler, Godard filmlerini andırıyor. Bu iletişimde, Godard yine her şeyi birtakım simgelere bağlayıp, bilmece gibi e-postalar atarken, Gülistan uzun uzun açıklamalar yazıyor. Godard'ın arkasından konuşmak gibi olmasın da, bir meslektaşınla yazışırken de içinden çıkılmaz bilmeceler kurmazsın be üstadım.
Fakat, bir yerde Gülistan'ın, Godard'ın e-postaları ile ilgili yaptığı yoruma çok güldüm. Biz fanilerin, Godard'ın filmlerinin çoğuna nasıl baktığımızı özetlemiş adeta: "Burada çok zekice bir şey söylüyor, fakat ben anlamıyor olabilirim."
Bu yazışmalar dışında, yönetmen bu iki ismin hayatlarındaki farklılıkları da ortaya koyuyor aslında. Gülistan, adeta bir saraydan bozma, büyük, düzenli ve tertemiz bir evde yaşarken, Godard, dar, karmakarışık ve pasaklı bir evde yaşıyor. En azından, filmde gördüğümüz bu. Filmi bugün izleyince, Godard'ın ötenazi üzerine, o zamanlar da düşündüğünü anlıyoruz. Yardımlı ölüm meselesinden bahsetmiş çünkü.
Sonuç olarak, klasik bir belgesel bekleyenlere göre bir film değil. O yüzden herkese öneremem ama ben ilgiyle izledim.

 

The Ordinaries (Figüranlar):
Gezici Festival'in en güzel sürprizlerinden biri. Hiç ummadığım kadar beğendiğim, yılın iz bırakan filmlerinden biri oldu benim için. Son zamanlarda, sıkça meta film diyoruz ya, bunun çok iyi bir örneği bence.
Bir sinema dünyasının içindeyiz. Toplumun farklı sınıfları var. Öncelikle, başrol oyuncuları. Bunlar en ayrıcalıklı kesim. Her şey onlar için düzenlenmiş, herkesin özendiği kişiler. Onlar duygulandığı zaman, bir fon müziği çalmaya başlıyor. Diğer sınıflar bunu yapamıyor, yapmaları da yasak zaten.
Figüranlar var (ya da yardımcı oyuncular. Burada Türkçe-Almanca-İngilizce arasında bir anlam karmaşası vardı bence). Bunlar, çok da önemsenmeyen bir kesim. Kendilerine göre iyi ama sıradan bir hayatları var. Aralarından bazıları, başrol oyuncusu okuluna gidip sınıf atlayabiliyor.
Bir de film hataları var. Aslında en renkli kişilikler bunlar. Jump-cut olanlar var, sürekli perdede oradan oraya sıçrıyorlar, cümlelerinin birinin sonu gelmeden, diğerine bağlanıyor. Yanlış kasting olanlar var. Hizmetçi kıyafetinde sakallı bir adam gibi. Sesi bozuk olanlar, ya da senkronu tutmayanlar var. Siyah-beyaz olanlar var. Dijitale aktarılmadığı için silinenler var. Film hataları, toplumun dışlanmış ve kıyıya atılmış kesimi. Bir zamanlar isyan çıkartmış ve başrol oyuncularının bir kısmını katletmişler. En azından sistemin/iktidarın söylemi böyle. Eh, iktidara ne kadar güvenilir, onu size bırakıyoruz. Zaten sevmedikleri bir şey olunca, filmi geri alıp, silme peşindeler. Yönetmen Sophie Linnenbaum'un kurduğu dünya, başlı başına çok zekice ve eğlenceli.
Biz filmde, babası katliamda öldürülmüş bir başrol oyuncusu olan ama annesi figüran olduğu için o da figüran olmak zorun olan, yine de başrol oyuncusu okuluna giden genç bir kızın hikayesini izliyoruz. Aslında olayların tam da öyle olmadığını, film ilerledikçe anlıyoruz.
Finale giderken karşımıza çıkan "Kara Murat benim" sahnesi dışında, çok beğendiğim bir film oldu. Sophie Linnenbaum'un mezuniyet filmiymiş ki, mezuniyet filminde bunu yapan, ileride neler yapmaz demek istiyorum.

 

Çocuk Filmleri:
Madem festivalde çocuk filmlerini de izledim. Onlara da kısa yorumlar yazayım.
Çocukların en fazla tepki verdiği ve eğlendiği film, bir tembel hayvanın, erimeden dondurma yeme çabasını anlatan Tembel Hayvan'dı. Gerçekten hoş bir filmdi. Aynı yönetmenin (Julia Ocker), Karıncalar filmi de çok sistematik ama sıkıcı bir çalışma yöntemi benimseyen bir karınca grubunun, aykırı bir karınca sayesinde, yine sistematik ama bu sefer eğlenceli bir çalışma sistemine geçmesini anlatıyordu. Yine çalışan, işçi sınıfı.
Daha önce Engelsiz Festival'de de izlediğimiz Mishou da hem eğlenceli, hem duygusal bir kayıp köpek hikayesiydi. Sanırım seansın sonuna doğru, çocuklar biraz sıkıldıkları için çok ilgi göstermediler ama bence seçkinin en iyilerinden biriydi.
Yönetmen Antje Heyn'in de iki filmi vardı programda. Benzer çizim teknikleri kullanan Cesaret ve Kedi Tatil Köyü filmleri de keyifli ve biraz fantastik filmlerdi. Özellikle ilki.
İribaş, gelişimini tamamlayamayan bir kurbağa lavrasının, arkadaşlarından ayrılıp, bir sonraki döngüye kadar denizde kalmasını anlatıyordu. Bir ara evrimle ilgili bir şeyler diyecek galiba dedim ama o yöne gitmeyen bir büyüme hikayesi.
Seçkinin zayıf bulduğum iki filmi ise, Gece Uyananlar ve Kuş Tüylü Kiki oldu. Özellikle ilki, ortada çok benzer bir konseptten yola çıkan Toy Story gibi bir örnek varken, çok yetersiz geldi.

 

Kısa İyidir 2:
Gezici'nin ikinci kısa film seçkisinde, 6 film vardı. Bu grupta çok sevdiğim filmler oldu. İlk sıra için, 3 film arasında zor karar verdim ama sanırım Atölye'yi başa alırım. Beyrut'ta, inşaat tepelerinde çalışan bir vinç operatörünün hikayesi. Önce bir mülteci hikayesi olacak galiba dedim ama tamamen farklı bir yöne gitti. Nereye doğru gittiğini de yazmayayım. Beni şaşırttı çünkü, size de spoiler olmasın. Belki bir yerlerde izlersiniz. Galiba, seçkinin en çok ödül alan kısa filmiydi notunu da düşeyim.
Benz Kenti, yine çok muzip bir animasyondu. Cadde ve sokaklarındaki trafik probleminden bıkan şehir (evet, şehrin kendisi, binalar, sokak ışıkları, tüneller vs.), bu kuralları bozan arabalara zarar vermeye başlıyor. Düşünün ki, bahsedilen trafik problemi, Almanya'nın bir kentinde geçiyor. Bu kısa filmin Türk versiyonu olsa, şehir bir noktadan sonra kurallara uymayan araçları takip etmekten yorulup, ne haliniz varsa görün, derdi herhalde.
Seçkinin iyi filmlerinden bir diğeri de Komplocu Berber idi. Kafasında kurduğu saçma sapan komplo teorileri ile müşterilerini çileden çıkaran berber, günün birinde tutuklanır. Yoksa, yoksa bu sefer haklı mıdır, bu sefer büyük oyunu çözmüş müdür?
Çöpçü, anlattığı hikâyenin içine çok girmesem de kullandığı animasyon tekniğini çok sevdiğim bir film oldu. Bir yemek masasında, eski bir akrabalarını anımsayan insanları anlatan film, animasyonu yaratıcı bir şekilde kullanıyordu.
Bunalmış, annesine şiddet uyguladığı için hapiste olan babasıyla bir buluşma gerçekleştiren, genç bir kızın hikayesiydi. Daha çok, bir uzun metrajın bir parçası havası vardı. Karakterlerin duygusunu vermeyi başarıyordu. Yönetmenden, yakın zamanda bir uzun metraj izleriz sanırım.
Sevgiler, Baban da hapiste olan bir baba ile kızın ilişkisine odaklanmıştı aslında. Bu sefer yönetmenin, kendi babasının yıllar önce yazdığı mektuplara verdiği cevaplar üzerinden ilerleyen bir filmdi. İlgi çekici bir yapısı olmakla birlikte, bana çok geçmedi.

 

Mi País Imaginario (Hayali Ülkem):
Patricio Guzmán yıllardır ülkesi Şili hakkında belgeseller yapıyor. Yıllar önce Pinochet darbesi ile ülkesinden ayrılmak zorunda kalan Guzmán, bundan sonra da bazen dışarıdan bakarak, bazen ülkesine geri dönerek belgeseller çekmeye devam etti. Bu sefer, 2019-2021 yılları arasında Şili’de gerçekleşen büyük halk hareketinin izlemek üzere Şili’ye dönüyor. Bugün artık 80 yaşının üzerinde bir yönetmen ve o kuşaktan bir direnişçi olarak, genç kuşağın protesto ve direniş dinamiklerine bakıyor. Bugünkü direniş çoğunlukla, sosyal sınıfların ve azınlıkların haklarının verilmemesi ile ilgili. Guzmán, Şili giderek dev bir alışveriş merkezine dönüşmekteydi diyor (tanıdık geldi mi?). Zaten protestoların fitilini ateşleyen şey de metro ücretlerine yapılan zam oluyor. Neredeyse 2 yıl süren gösteriler, sonuçta somut bir talebe doğru ilerliyor. Yeni bir anayasa yazımı. Ve gerçekten çok geniş katılımlı bir konseyle, anayasa yazmaya başlıyorlar.
Guzmán, belli ki günümüzdeki protestolarda kadınların rolünün çok daha önde olduğunu görmüş. Filmde sadece kadınlarla söyleşiler yapılmış ve onların deneyimleri aktarılmış. Bunun dışında, şimdiki hareketin bir liderin ya da bir siyasi partinin peşine takılmaktan çok, halka yayılmış olduğunu da söylüyor.
Belgesel, Guzmán’ın bundan önceki bazı filmleri kadar çok katmanlı değil belki. Ama eski kuşağın gözünden yeni kuşağa bakan ve olayları sıcağı sıcağına yorumlayan bir yapım olarak önemli ve değerli.
Film, sol gelenekten gelen genç bir adayın başkan seçilmesi ve anayasa yazım sürecinde bitiyor. Şimdiki durum neymiş diye baktığımda, başkanın desteklediği anayasanın %62 oy oranı ile reddedilmiş olduğunu gördüm. Haberlerde, fazla radikal ve sol eğilimli bulunduğu söyleniyordu!

 

June Zero (Haziran, Sıfır Günü):
İkinci Dünya Savaşı ve Naziler üzerine çok fazla film izledik. Ama halen farklı bakış açıları yakalamak mümkün. Haziran, Sıfır Günü filmi, bunlardan biri. Adolf Eichmann’ın yargılanma ve idam edilme sürecinde geçen film, Eichmann’ın değil, bu süreçte yer alan üç kişi etrafında şekilleniyor. Bunlardan biri, Eichmann’ın cesedinin yakılacağı fırının yapılmasında yer alan 13 yaşında bir çocuk. Filmin bu kısmı, bir yandan çocuk için bir büyüme hikayesiyken, bir yandan da Eichmann’ın yakıldığı fırının, Yahudilerin yakıldığı fırınların planlarından yola çıkarak yapılması ile ironik bir durum da içeriyor.
Diğer karakterimiz ise Eichmann’ın baş gardiyanı. Bu pozisyon için, intikam alma motivasyonu olmaması için, toplama kampları ile herhangi bir ilgilisi olamayan kişiler aranmış. Bu nedenle, baş gardiyan da Faslı bir karakter. Onun Eichmann’a karar öncesi bir zarar gelmemesi için, her şeyden kuşkulanarak görevini yerine getirmeye çalışmasını izliyoruz.
Üçüncü karakterimiz ise, toplama kamplarından kurtulan Polonyalı baş sorgu görevlisi. Ancak onun hikayesi, organik olarak diğer ikisine bağlanamadığı için farklı bir noktada duruyor.
Film, o günlerin atmosferini başarılı olarak anlatmayı başarıyor. Eichmann’ın geçmişine girmeden, onu hapisteki sakin ve umutsuz hali ile gösterme kararı tartışılabilir ama filmde de konu edilen, Eichmann’ın, Nazi sempatizanları tarafından bir kahramana döndürülme ihtimalinin ortadan kaldırılmasına yönelik bir karar olarak düşünülebilir.

 

The Killing of a Journalist (Bir Gazetecinin Öldürülüşü):
Slovakya’da bir gazeteci ve onun nişanlısının öldürülmesinin ve sonraki olayların izini süren çarpıcı bir belgesel. Çarpıcı olan tarafı, belgeselin tarzından değil, anlattığı kirli ilişkilerin nereye kadar vardığını göstermesinden geliyor. 27 yaşındaki gazeteci Ján Kuciak, öldürüldüğü sırada, önemli bir iş adamının ilişkileri üzerinde çalışıyor. Her ne kadar Slovakya halkı en baştan itibaren bu cinayete karşı tepkisini gösterse de, soruşturma ilerledikçe ilişki ağının hem polis, hem politikacılar arasında çok üst düzeylere kadar çıktığı anlaşılınca, protestolar da büyüyor. Sonucunda, iş o kadar yukarı çıkıyor ki, başbakan Robert Fico ve tüm kabinesi istifa etmek zorunda kalıyor.
Belgesel, tüm bu süreci iyi bir arşiv çalışması ve söyleşilerle beraber anlatıyor. Bu anlamda, biçim olarak çok bir yenilik içermese de başarılı bir belgesel. İzlerken, bu olaydan başarılı bir kurmaca-politik gerilim de çıkabilir diye düşündüm.

 

The Front (Paravan):
Gezici Festival’in Ankara ayağının son filmi, McCarthy döneminde, komünist oldukları gerekçesiyle, kara listeye giren yazarların, işlerine devam edebilmek için bir restoranda kasiyerlik yapmakta olan bir arkadaşları ile anlaşmalarını ve senaryolarını onun adı ile göndermelerini anlatıyor. Aslında edebiyatla pek bir ilgisi olmayan bu kasiyer giderek ün kazandıkça, kendisini bu role kaptırıyor. Ve elbette ünlendikçe komünistlerin peşindeki kurumlar, onu da takip etmeye başlıyorlar.
McCarthy dönemindeki uygulamaları, komedi kalıplarını da kullanarak anlatan film, bu uygulamalar nedeniyle hayatları kararan insanları anlatmaktan da geri kalmıyor. Kendi yazıp yönetmediği ama başrolünü üstlendiği az sayıdaki filmlerden birinde Woody Allen, rolüne çok yakışmış ama filmin gizli yıldızı, hüzünlü hikayesi ile Zero Mostel.
Çok sert olmasa da özellikle finali ile mesajını vermeyi de başarıyor. Filmin çok da içeriden bir bakış olduğunu, son jenerikte daha iyi anlıyoruz. Filmin kamera önü ve arkasında yer alan isimlerden, gerçekten kara listeye girenler not olarak verilmiş. Başta yönetmen Martin Ritt ve senaryo yazarı Walter Bernstein ile başrol oyuncularından Zero Mostel olmak üzere pek çok isim kara listeye girmiş. Martin Ritt’in çok adı anılmayan ama bir yanıyla, çok da kişisel bir filmi olarak, izlemeye değer.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar