SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SUNDANCE FİLM FESTİVALİ 2022 İZLENİMLERİ - BÖLÜM 1

30 Ocak 2022 Pazar 12:22
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Özellikle Amerikan bağımsız filmlerinin çıkış festivali olarak görünen Sundance Film Festivali, geçen sene gösterimlerini tümüyle çevrimiçi olarak gerçekleştirmişti. Bu sene hibrid bir yapı kurduklarını duyurmuşlardı ama artan vaka sayıları ile birlikte, son anda yine tümüyle çevrimiçine döndüler. Biz de festivali takip etme fırsatı bulduk. Bu filmlerin bir kısmı mutlaka Türkiye’de bazı festivallerde gösterilecek, vizyona da girecektir. Bu hafta yarışma dışı bölümlerde gösterilen filmlere bir göz atalım, haftaya da yarışmalı bölümlere döneriz.

GECEYARISI SİNEMASI:
Bu bölüm, adından da anlayabileceğimiz gibi genellikle korku ve şiddet içeren filmlere ayrılmış durumda. Zaman zaman cinsellik de işin içine katılabiliyor. Bu sene ilginç bir şekilde, festivalin yarışmalı bölümlerinde de bu tarz filmlerin sayısı az değildi. Korku sinemasına özel bir ilgim olduğu için, bu bölümleri filmlerin hemen hepsini izlemeye çalıştım.

Fresh:
Spoiler vermeden üzerine konuşmanın zor olduğu filmlerden biri. Gerçi festivalin Geceyarısı Sineması bölümünde yer alması bile bir spoiler ama filmin vizyon yolculuğunda posteri nasıl olacak, fragmanında hikâyeyi ne kadar açık edecekler, merak ediyorum doğrusu. Filmin ilk yarım saati tam bir romantik komedi aslında. Bir uygulamadan erkek arkadaş arayan bir kadın, tesadüfen tanıştığı yakışıklı adam, ilk buluşma vs. vs. Filmin Geceyarısı bölümünde olduğunu bildiğimiz için dikkat ettiğimiz birkaç şüpheli detay var sadece. Yarım saatin sonunda bir şey oluyor ve film, tür değiştiriyor. Filmin adı ve kadrosu da o andan sonra perdede yazıyor zaten. Yönetmen, film asıl şimdi başladı diyor esasen.
Bundan sonra filmin asıl sürprizini yazmasam da biraz spoiler'lı olacak. Uyarımı yapayım.
Filmi izlerken aklıma gelen pek çok başka film oldu. Hepsini yazarsam asıl sürprizi çok belli ederim ama Get Out diyebilirim mesela. Hatta Get Out'un siyahiler için yaptığı şeyi, bu film bir anlamda kadınlar için yapıyor. Modern korku filmlerinde kadın yönetmenler ve feminist temalar konusu, üzerine çok kalem oynatılabilecek bir konu. Oynatılmıştır da zaten. Bu film de bu konuda çok belirgin örnekler sunuyor. Burada da erkekler yerin dibine sokulurken, bir kadın dayanışması örneği görüyoruz. Aslında bir yerde o kadın dayanışması bozuluyor, iktidar yanlısı bir kadın da devreye giriyor ama ona da gerekli cevap veriliyor.
Film ilginç temalar üzerinde dönse de çok da orijinal bulmadım. Daha iyisini bekliyordum. Yukarıda da yazdığım gibi başka bazı filmleri fazlaca hatırlattı. Amerikalı bazı eleştirmelerden, gördüğüm ne manyakça filmlerden biri yorumlarını okumuştum. Eeee, biraz dünya sinemasına mı baksak?

Speak No Evil:
Yönetmen Christian Tafdrup, filmi tanıtırken test gösterimlerindeki seyircilerin filmden nefret ettiği yorumları okumuştu. Film öncesinde de Haneke dedi, Trier dedi, izleyeceğiniz en rahatsız edici filmi yapmak istedim dedi. Valla haklıymış. Cidden çok rahatsız edici bir film. Bayıldım.
Film boyunca gerim gerim gerildim, sonunda da karakterlerin başına gelenleri içimde hissettim adeta. Üstelik benzer filmlerle karşılaştırınca, finale doğru yoğunlaşsa da fiziksel şiddet daha az ama psikolojik şiddet çok fazla ve bunu biz de iliklerimize kadar hissediyoruz.
Hikâye, nereye doğru gideceğini az-çok tahmin edebileceğiniz bir yapıda aslında. Tatilde tanışıp iyi anlaşan iki çiftimiz var. Sonrasında ailelerden biri, diğerini evine davet ediyor ve olaylar gelişiyor. Evet, filmin türünü bilerek izleyince, olayların nereye doğru gideceğini de biliyorsunuz ama filmin kurduğu atmosfer, karakterler kadar bizim de üzerimize çökerttiği kâbus ve çıkışsızlık duygusu çok güçlü. Tavsiye ediyorum ama herhalde anlaşılmıştır, herkese göre bir film değil. Yönetmen de filmden nefret edebilirsiniz, sorun değil demişti zaten.

Hatching:
Dışarıdan kusursuz bir aileye sahip gibi görünen ama baskıcı bir annesi olan genç bir kızın, bir yumurta bulması ve onu sahiplenmesi, giderek onunla yumurta arasında anne-kız, hatta daha ötesinde bir ilişki kurulmasını anlatan bir film. Yine hakkında ne kadar detay versem, bilemediğim filmlerden. Bu filmin fragmanı ve posteri hazır biler. Gördüğüm kadarıyla, yumurtanın kırılıp içinden bir şey çıktığı belli ama ne olduğunu pek açık etmiyorlar. Ben de etmeyeyim. Aslında hikâyeyi, bu genç kızın büyüme, ailesinin baskısından kurtulma hikayesi olarak da okumak mümkün. Modern korku filmlerine uygun bir şekilde, bu hikâyeyi fantastik dokunuşlar ile anlatmaya çalışmış. Bunda başarılı olduğu da söylenebilir. Yumurtanın gizemini çok fazla açmak istemediğim için detaylara pek girmeden, festivaldeki bazı filmlerle yine ortak temalar yakaladığımı söyleyeyim ve bu tarz filmleri sevenlere önereyim.

Piggy:
Ana karakterimiz, şişman olduğu için arkadaşları tarafından sürekli kendisiyle dalga geçilen, Domuzcuk olarak adlandırılan bir genç kız. Arkadaş demek doğru değil tabii. Aynı okulda okuyan diğer kızlar diyelim. Yine de onların arasından biri, çocukluğunda gerçekten arkadaşı imiş. Onun yaptıkları ana karakterimiz Sara’yı daha da fazla incitiyor zaten. Bir gün Sara’nın karşısına, dolaylı olarak intikam alma fırsatı çıkıyor. Bir şey yapmasına da gerek yok aslında, hiçbir şey yapmamak intikam alması için yeterli. Film de epey kanlı bir finale doğru ilerlemesine rağmen, temelde Sara’nın bu ahlaki ikilemine odaklanıyor.
Başrolde Laura Galán, karakterinin kırılganlığını ve öfkesini çok iyi veren bir performans sunmuş. Yönetmenin aynı isimli kısa filminde de başrolü o oynamış zaten. Filmin giderek yükselen atmosferi de başarılı. Yine de özellikle filmin ilk bölümündeki Sara ile dalga geçilme kısımlarını biraz fazla abartılı buldum. Evet, gerçekten de gençler (yaşla kısıtlamasak da olur aslında, ama bu filmde gençler üzerinden yürüdüğü için) fiziksel özellikleri nedeniyle arkadaşları ile dalga geçiyorlar ne yazık ki ama burada gördüğümüz kadar abartılı olduğunu da sanmıyorum. Hikâyenin, Sara’nın onlar tarafından en uç noktaya kadar zorlanmasını gerektirdiğini de anlıyorum ama yine de filmin o kısmına ikna olamadım. Finalde de benzer korku-gerilim filmlerinin klişelerine fazlaca yaslanıyor. Ama iyi çekilmiş bir final olduğunu söyleyebiliriz yine de.

Babysitter:
Yaptığı cinsiyetçi ve tacizkar hareket sosyal medyada yayılınca işini kaybeden, bunun üzerine en az kendisi kadar cinsiyetçi olan kardeşi ile beraber, özür niteliğinde bir kitap yazmaya girişen bir adamın hikayesi. Peki filmin adı neden Babysitter? Çünkü hikâyenin orta yerinde, katalizör olarak, bu cinsiyetçi adam ve kız arkadaşının çocuklarına bakan genç, güzel ve özgür bir kadın var. Film, komedi kalıpları üzerinden yürüyor ama bir kez daha komedinin ne kadar sübjektif bir şey olduğunu düşündürdü. Sevenleri de var gördüğüm kadarıyla ama mizahı bana hiç geçmedi. Eleştirdiği şeyi görsel olarak yapması da hoşuma gitmedi açıkçası. Kadınları bu iki cinsiyetçi erkeğin gözünden gösterirken, kamerayı da onların bakış açısına koyuyor. Bunu yaparken ironik olmaya çalıştığını anlıyorum ama benim açımdan itici oldu. Filmin neden Geceyarısı bölümüne alındığını da anlamadım açıkçası. Korkuyla zaten uzaktan yakından alakası yok. Cinsellik kısmında da Geceyarısı bölümüne girmeyi gerektirecek kadar ileri gitmiyor.

 

PRÖMİYERLER:
Aslında festivaldeki filmlerin pek çoğu dünyadaki ilk gösterimlerini burada yaptılar ama bu bölümde, diğer başlıklar arasına alınamamış ama yine ilk gösterimi Sundance’de yapılan filmler yer alıyordu.

Resurrection:
Peşin peşin şunu söyleyeyim. Rebecca Hall, filmde mükemmel. Filmi sevip sevmemek ayrı konu ama sanırım bu cümleme itiraz eden çıkmayacaktır. Rebecca Hall’un oynadığı pek çok film için de bu cümleyi kurmak mümkün zaten. Aslında son 10 dakikasına varıncaya kadar, film için de mükemmele yakın, festivalin en iyilerinden demeye hazırlanıyordum. Fakat finalde yaptığı tercihle, film bir anda uçurumdan atlamış gibi oldu benim için.
Film, kızını tek başına yetiştirmeye çalışan, kariyerinde başarılı bir kadının hikayesi. Bir gün uzaktan bir adamı görüyor ve çok huzursuz oluyor. İlerleyen günlerde de o adamı görmeye devam ediyor. Giderek adamın, onun geçmişinde karanlık bir rolü olduğunu öğreniyoruz. Ki, o geçmişi öğrendiğimiz monolog, filmin en etkili anlarından biri. Yine kendisine kızı dahil kimsenin inanmadığı, deli muamelesi yaptığı bir kadın karakterimiz var. Psikolojik sorunları olduğu açık ama bu onun anlattıklarının yalan olduğu anlamına gelmiyor. İki yıldır Sundance’de epeyce gördüğümüz bir tema bu. Film de bu tekinsiz atmosferi kurmayı iyi başarıyor. Rebecca Hall övdük ama bu tekinsiz atmosferde Tim Roth’un da payı büyük. Son 10 dakikayı neden sevmediğimi şu an için anlatıp spoiler vermeyeyim ama başka bir filmde sevebileceğim bir tercih olsa da, bu film için uygun değildi demekle yetineyim sadece. Buna rağmen kesinlikle tavsiye edebileceğim bir film.

Emily the Criminal:
Borçlarını ödeyebilmek için kalıcı bir iş bulamayan, bir yemek şirketinde dağıtımcı olarak çalışarak ancak hayatını idame ettirebilecek kadar para kazanabilen bir kadının, suç dünyasına ucundan kıyısından bulaşıp, giderek o hayatın içine daha çok girmesini anlatan bir film. Filmin hemen her sahnesinde gözüken Aubrey Plaza, filmi sürüklüyor. Zaten sevdiğim bir oyuncudur, burada iyi en performanslarından birini sergilemiş. Yönetmen John Patton Ford da kurduğu dinamik atmosferle seyircinin dikkatini sürekli yakalamayı başarıyor. Bu dinamik yapısı nedeniyle filmi Uncut Gems ile kıyaslayanlar gördüm. Haklı olabilirler. Hem senaryo, hem de Plaza’nın oyunculuğu, Emily’nin değişimini yansıtmakta beceriyor. Başlardaki tutuk hali, giderek kendine güvenli, ne yaptığından emin bir kadına dönüşüyor. Yaptığı bazı şeyleri etik olarak desteklemek mümkün değil ama karakteri seviyorsunuz. Bu yılın, adından en çok söz ettirecek bağımsızlarından birine dönüşebilir.

Am I Ok?:
Dakota Johnson son yıllarda bağımsız kanatta, iyi filmlerde oynuyor. Aslında bu festivalde asıl öne çıkan filmi bu değil ama o filmden yarışmalı bölümlerde bahsedeceğiz. Bu film için, iki kadının arkadaşlığı üzerinden ilerleyen bir lezbiyen hikayesi diyebiliriz. Dakota Johnson, 30'lu yaşlarına geldiği halde, kadınlardan hoşlandığını kendisine bile itiraf edememiş bir karakteri canlandırıyor. En yakın arkadaşı ile zorunlu bir ayrılık yaşamak üzereyken, sonunda bunu dile getirebiliyor. Arkadaşı da, o halde ben gitmeden sana bir sevgili bulmamız lazım deyince, ortaya eğlenceli bir kendini keşfetme hikayesi çıkıyor. Diğer başrol oyuncusu Sonoya Mizuno'nun da katkısı ile rahat izlenen, dinamik ama hafif bir film. Bu sene festivalde bayağı karanlık hikayeler vardı. Onların yanında, hoş bir kendini iyi hisset filmi olarak dengeyi sağlamış da denebilir.

Brainwashed: Sex-Camera-Power:
Sinema üzerine belgeselleri seviyorum. Burada da yönetmen Nina Menkes, kendisinin yıllar boyunca hazırladığı sunumdan yola çıkarak, sinema tarihi boyunca maruz kaldığımız eril bakış örneklerini karşımıza çıkarıyor. Yönetmen Menkes'in aynı zamanda bir akademisyen kimliği de var. Bu nedenle, film de zaman zaman bir ders haline dönüşebiliyor. Ama katılmaktan zevk aldığınız, üzerine düşündüğünüz bir ders. Aslında, sinema üzerine düşünüyorsak ve okuyorsak kameranın kadını nesne haline getirmesi başta olmak üzere, anlattığı pek çok şeyi biliyoruz. Ama filmde bunları klasik saydığımız filmler üzerinden tartışıyor, kadın yönetmenlerin de zaman zaman aynı şeyi yaptığını görüyoruz. Filmin doğası gereği kameranın diğer ucunda, kendi kendimize yorum yapıyoruz. Fiziksel bir festivalde izlesek, arkasında bir panel olsa, ne güzel olurdu diye düşündüm. Aslında sinema okullarında, tam da bu yapılabilir. Özellikle sinema tarihi boyunca, artık neredeyse film grameri haline dönmüş bu eril bakıştan kurtulmak için ne yapılabilir kısmı eksik geldi bana. Belki de yeni bir filme ait olacak kadar geniş bir konu ama farklı yaklaşımda çok az örnek gördük. Mutlaka daha fazlası vardır.

 

SPOTLIGHT:
Bu bölümde, geçen yılın önemli festivallerinde gösterilmiş filmlerden Sundace ekibinin seçtiği filmler var. Bir kısmı Türkiye’de vizyonda bile izleyebildiğimiz filmlerdi. Ama bazıları buralara hiç uğramadı.

After Yang:
Geçen sene Cannes'da gösterildikten sonra neden kayıplara karıştı, neden hakkında kimse konuşmadı bilmiyorum ama gayet iyi bir film. Kogonada'nın önceki filmi, Columbus'u biraz daha fazla sevmiştim galiba ama bu filmin kötü olduğu anlamına gelmiyor. Aslında bilim-kurgu filmlerinin uzun süredir uğraştığı, benim de ilgi duyduğum temaları ele alıyor. Bir insanı insan yapan, robotlardan ayıran nedir, bir robotun anıları ya da duyguları olursa ona insan diyebilir miyiz, çalışmayacak hale gelirse arkasından yas tutar mıyız vs. Hatta bu temaları en iyi işleyen filmlerden biri olan Blade Runner'a da çok bariz bir gönderme vardı bence.
Bilim-kurgu filmleri genellikle bunu aksiyon sineması kalıplarını kullanarak yaparken, Kogonada bunu bir aile draması üzerinden yapıyor ve anılar üzerinden gidiyor. Ele aldığı temanın ilgi çekici olması dışında, anı kırıntıları üzerinden giderken çok etkileyici sinemasal anlar da yaratıyor. Yang'ın önceki sahipleri ile geçirdiği uzun zamanı kısacık sahnelerle anlatabilmek, maharet işiydi mesela.
Aslında Başka Sinema'da vizyona girse, fena olmayan bir seyirciye de ulaşabilecek bir film bence. Ama Türkiye hakları alınmamış sanırım. Buradan, böyle bir film vardı diye hatırlatayım madem.

Three Minutes - A Lengthening:
Festivalin en ilginç filmlerinden biri. Filmin bir saati aşkın süresi boyunca 1938’de çekilmiş 3 dakikalık bir görüntü dışında, başka hiçbir şey görmüyoruz aslında. Çekildiğinden yıllar sonra tesadüfen bulunan, bir yaz tatili sırasında çekilmiş sıradan görüntüler aslında bunlar. Ama Polonya’da Nasielsk kasabasında çekilen bu neşeli görüntülerden sadece birkaç yıl sonra, bu kasabada yaşayan Yahudilerin neredeyse hepsi buradan sürülmüş, toplama kamplarına gönderilmiş ve katledilmiş. Sadece çok az bir kısmı kaçabilmiş. Bu 3 dakika içinde kadraja giren onlarca kişinin yaşamı, sadece birkaç yıl sonra sonlanmış yani.
Bu görüntüleri bulan Glenn Kurtz, dedesinin kayıt altına aldığı bu anları, bir dedektif gibi inceliyor, uzmanlara başvuruyor ve filmde görünen insanlardan halen yaşayanlara ulaşmaya, diğerlerinden de mümkün olduğu kadar çok kişinin adını bulmaya çalışarak onların anılarına bir saygı duruşunda bulunmayı hedefliyor. Glenn Kurtz, buradan yola çıkarak bir kitap yazıyor. Bu izlediğimiz de o kitaptan yola çıkan bir film. Ama görsel bir medya üzerinden giden bir araştırmanın, yine bir görsel medya ile anlatılması çok daha ilginç. Basit bir tatil videosunun bile ne detaylar barındırdığını düşünmek için bile enteresan.
Haftaya, Sundance Film Festivali’nin yarışmalı bölümlerindeki filmler hakkındaki yorumlarımda görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar