SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

MURAT ÖZER'İ HATIRLARKEN

13 Mart 2022 Pazar 12:27
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu haftaki yazımıza Murat Özer’in adını anmadan başlamak istemedim. Sinema camiasının bu önemli kaybını, şimdiye kadar mutlaka duymuşsunuzdur, Murat Özer’i daha önce az tanıyor olsanız da son birkaç gün içinde yazılanları takip etmişsinizdir. Yakın arkadaşları, “mözer” hakkında o kadar güzel şeyler yazdılar, onu o kadar içten, o kadar duygulu bir şekilde andılar ki, bana bir şey demek düşmez aslında. Yine de onu uzaktan takip eden, festivallerde karşılaştığımızda ufak sohbetler eden, bazen sosyal medyada paslaşan, bazen editörü olduğu dergide yazılar yazan bir sinemasever olarak (onun yanında kendime sinema yazarı diyemedim), kendisini anmasam olmazdı.
Murat Özer’i ilk kez TRT ekranlarında, Atilla Dorsay ile beraber yaptığı programlarda tanımıştım. Dorsay’a tecrübesinden dolayı saygımız vardı ama karşısındaki uzun saçlı, rock-star havasındaki gencin, yaşına göre yüksek bilgi birikimi hemen hissediliyordu. Üstelik benden biraz daha büyük olsa da hemen hemen aynı kuşağa mensup olmamızın da etkisiyle, filmlere yönelik fikirlerimiz de benzerdi. Bir yandan da o genç yaşında Dorsay’la program yapıyor olması, bir motivasyon kaynağı idi. Bir gün ben de yapabilirdim.
Daha sonrasında, yazılarını hep takip ettiğim, kalemini sevdiğim isimlerden biri oldu. Kendisi ile ilk kez aynı ortamda bulunduğumuz zamanlarda, o rock-star personasından dolayı, yanına yaklaşıp konuşmaktan çekindiğimi hatırlıyorum. Ulaşılması zor kişiliklerden biri gibi gelmişti bana. Sonradan tanışınca öyle biri olmadığını anladım. Bugün keşke daha fazla sohbetler edebilseymişiz diyorum. Arşivime baktım da, yıllar önce kendisine ilk gönderdiğim mesajda “Murat Bey” demişim, sonuncusunda ise “abi” diye hitap etmişim. O bile güzel.
Bu hüzünlü girişten sonra, yine geçen hafta izlediğim filmlere bir göz atalım. “mözer” abimiz de çok üzüntülü olmamıza kızardı, hayata dönmemizi isterdi sanırım.

Dilberay:
Herkes Bergen izlerken, ben biraz gecikmeli de olsa Dilberay izledim. Ama sanırım iki filmin sonundaki his de aynı olacak. Allah bütün erkeklerin belasını versin (birkaç istisna hariç)!
Seyirciler haftanın diğer filmlerini doldurunca, Dilberay'ı salonda tek başıma rahat rahat izledim demek isterdim. Yani salonda tek başıma olduğum doğru da, rahat rahat izlenebilecek bir film değil. Cehenneme iki saatlik yolculuk gibi bir şey. Ve ne yazık ki, kim bilir kaç kadın buna benzer bir hayat yaşıyor? En azından Dilberay, belli bir yaştan sonra, daha mutlu bir hayat sürebilmiş.
Filmin yönetmeni Ketche, Müslüm'ün de yönetmeniydi. İki filminin hikâye yapısı, anlatım biçimi, hatta bazı mizansenleri çok benziyor. İki filmde de ana karakterlerin çocuklukları filmde önemli bir yer tutuyor. Üstelik bu filmde Dilberay'ın çocukluğunu canlandıran Zeliha Kendirci ve Müslüm'ün çocukluğunu canlandıran Şahin Kendirci kardeşmiş. Belli ki, yetenekli bir aile. Tüm yan kadro da iyi oyunculardan oluşuyor ve üzerlerine düşeni yerine getiriyorlar.
Yalnız yine aynı soru var kafamda. Filmde duygu sömürüsü var mı? Evet, var. Ama işte karakterin başına da bunlar gelmiş. Zaten filmin yapılma nedeni de bu hayatın, bu zorlukların kendisi. O şiddeti, o zulmü, o yoksulluğu göstermek gerekiyor, bir yandan da. Başka türlü anlatmak da kolay değil yani. Neticede teknik açıdan ve oyunculuk açısından gayet iyi ama tam olarak beklediğimizi veren, hiç şaşırtmayan bir film.
Bu arada, şiddete karşı şiddetten yana değiliz ama öyle bir an var ki (izleyenler mutlaka anlayacaktır), içimizin yağları eriyor. Kalabalık salonlarda, alkış almış olabileceğini, "eline, ayağına sağlık bacım" yorumları aldığını tahmin ediyorum.

Cyrano:
Edmond Rostand'ın Cyrano de Bergerac oyunu o kadar güçlü ki, her yeni uyarlamasında, zaten bu metinden kötü bir şey çıkarmak mümkün değil diye düşünüyorum (bunu yazdım ya, 3 vakte kadar, çok kötü bir uyarlama gelir kesin). Bu film de, artık ezbere bildiğimiz kimi tiradları içermemesine rağmen, yine çok etkili bir yapım olmuş. Oyun bir müzikale dönüşse de, Cyrano'nun fiziksel problemi daha farklı hale getirilse de, kilit anlarda hissettirdiği duygular orijinal metinden farklı değil. Finalde yine gözlerimin dolu dolu olduğunu itiraf etmeliyim. Bu anlamda, orijinal metni değiştirse de ona ihanet etmeyen bir yapım olarak, çok başarılı bir uyarlama diyebilirim.
Arkasında iyi bir ekip var tabii. Joe Wright açısından, çok sevmediğim birkaç film sonrası, bir yükseliş olarak gördüm. Atonement ve Anna Karenina seviyesi olmasa da iyi. Bir de elde, Peter Dinklage gibi çok iyi bir oyuncu var. Hiç aksamayan, şahane bir performans sunmuş. Oscar için adı geçiyordu. Aday olmaması, ayıp olmuş. Bence, muhtemel Oscar galibi Will Smith'den çok daha iyi.
Türkiye'de gösterime giriş tarihi, biraz talihsiz oldu tabii. West Side Story bile, 6.000 kişi civarında izlenmişken, bu filmin çok fazla izlenmesini beklemek gerçekçi olmazdı ama Bergen-Batman ikilisinden hemen önce vizyona girince, ikinci haftasında ortadan kayboldu. Başka bir zamanda biraz daha fazla seyirciye ulaşabilirdi.

Death on the Nile (Nil'de Ölüm):
Kenneth Branagh'dan yeni bir Hercule Poirot hikayesi. Ama bu sefer karakterin geçmişine de eğilen ve hikâyeyi kişiselleştiren bir uyarlama. Yakın zamanda, Başka Sinema'da aynı romanın 1978 tarihli uyarlamasını tekrar izlemiştik. O yüzden karakterler, olaylar ve katil, çok taze olarak aklımdaydı. Değişimleri de kolay fark ettim. Karakterlerdeki değişimler, günümüzün değerlerine uygun ve iyi işliyor bence. Hikâyenin Poirot için kişisel bir hale dönüşmesi de duygu yoğunluğunu arttırıyor. Ama filmin girişinde gördüğümüz, Poirot'nun geçmişi çok da iyi çekilmiş bir sahne olmakla birlikte, filme çok şey katmıyor bence. Gerçi benim tersime, bu ekleme genel olarak başarılı bulunmuş gördüğüm kadarıyla. 
Geniş oyuncu kadrosunun hepsi başarılı demek isterdim ama çoğu başarılı diyebiliyorum sadece. İşin kötüsü, başarılı olmayanlar da en kritik rollerdeler: Armie Hammer ve Gal Gadot. Her ikisi de o kadar yapay duruyor ki, ne aşklarına, ne korkularına ne de üzüntülerine inanabiliyorsunuz. Hikayenin gelişimini ve sürprizlerini düşününce, bu iki oyuncunun zayıf performansı, filme büyük zarar veriyor. Bu filmde tanıdığım, Emma Mackey ise kadronun parlayan ismi oldu benim için.
Filmin cinayete kadar olan kısmında (ki epey uzun bir kısım), Branagh görkemli sahneler çekmeye, Mısır'ın güzelliklerini göstermeye odaklanmış. Fakat bu sahneler hem filmi hantal hale getirmiş, hem de genelde bilgisayar efekti oldukları, çok belli. Ama cinayet sonrasında, hikâyeyi biliyor bile olsanız, film biraz toparlıyor.
Bu filmi belli bir keyifle izledim ama Poirot'nun yeni bir macerasını izlemek ister miyim? Çok emin değilim.

The Piano (Piyano):
Başka Sinema sağ olsun, bu şahane filmi bir kez daha sinema perdesinde izleme şansı bulduk (evet, bunu da daha önce sinemada izlemiştim diyecek kadar yaşlıyım 🙂 ). Uzun zamandır, evde de izlememiştim. Ama pek çok sahne, zihnimde taze kalmış. İlk izlediğimde tıfıl bir gençtim tabii. O zaman da çok beğenmiştim ama bugün filmi daha iyi anladığımı hissettim.
Artık bir klasik haline gelen bu filmi, bizim kuşak sinemaseverler mutlaka izlemiştir ama gençlerden izlemeyen varsa, Jane Campion Oscar'a yürürken, bu başyapıtını da mutlaka izleyin derim. O yıl, kime kaybetmiş diye bakınca karşıma Schindler's List ve yine Steven Spielberg çıktı. Yani, tamam, ikisi arasında kalırsam, bugün yine Schindler's List derim ama umarım tarih tekerrür etmez de bu yıl Spielberg, Campion'u alkışlar.

Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’daki vizyon dışı film gösterimlerini paylaştığım bu bölüme, çok sınırlı etkinlikler olduğu için bir süre ara vermiştim. Bu hafta, Fransız Kültür Merkezi’nde Frankofon Film Günleri var. 14-19 Mart arasında düzenlenecek etkinlikte, her gün 2 film gösterilecek. Gösterimler ücretsiz, ancak programdaki bazı filmlerin sadece Fransızca altyazı olarak gösterileceğini dikkate almak, programı o şekilde incelemek lazım.

Haftaya görüşmek üzere.
 

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar