SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

MUBİ’DEN SESSİZ FİLMLER VE HİNT FİLMLERİ

05 Nisan 2021 Pazartesi 07:39
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

1 Nisan’da sinemaların açılmasına izin verilecek mi, izin verilse de sinemaların açma niyeti var mı derken, pandemide vaka sayılarının giderek artması ile açılışa izin verilen tarih, 12 Mayıs’a ertelendi. Bekleyip neler olacağını görelim derken bir senedir olduğu gibi, evlerimizde film izlemeye devam ediyoruz. Geçen bir senede dijital platformlar, abone sayılarını ve etkilerini giderek arttırdılar. Netflix genellikle ana akım seyircilerin ilgi gösterdiği bir platform olmuşken, MUBİ de festival takipçilerinin favorisi olmuş gibi gözüküyor. Fakat her platform, belli filmleri ön plana çıkartırken, bazı filmler gözlerden kaçıyor. O halde, bu hafta MUBİ seçkisinde gözlerden kaçan, ne yazık ki bu yazı yazıldığı sırada seçkiden ayrılmış olsa da belki yeniden gelirler diye umduğumuz bazı filmlere bakalım. Çünkü, sinefillik bunu gerektirir.

Orlacs Hände (The Hands of Orlac):
Robert Wiene'i daha çok Dr. Caligari ile tanırız ama yine Conrad Veidt ile beraber çalıştığı Orlac'ın Elleri de hiç fena değilmiş. Belki Caligari kadar çarpıcı değil ama kendisinden sonra gelen pek çok korku filminin temellerini atmış denebilir. Hikâye, bir tren kazası sonrasında ellerini kaybeden bir piyaniste, bir katilin ellerinin nakledilmesi ile başlıyor. Piyanist bu ellerle tekrar piyano çalamıyor, daha da kötüsü yakın çevresine zarar verebileceğini düşünüyor. Hatta film ilerledikçe, bir cinayetin tek şüphelisi haline de geliyor.
1924 tarihli olan bu film, aslında bir roman uyarlaması. Aynı romanın diğer uyarlamaları dışında, organ nakli ile ilgili korku filmlerden tutun da Evil Dead'e kadar yüzlerce filmde izi sürülebilir. Hatta sadece korku filmlerinde değil, karakterlerin kollarına, bacaklarına hâkim olamadıkları komedi filmlerinde bile etkilerini yakalamak mümkün. Ayrıca filmde, fantastik unsur desen var, gerilim desen var, gizem desen var, final sürprizi desen, o da var. Hepsini çok iyi kullanamamış belki, hatta final fazla basitçe bağlanıyor ama yine de iyi bir yapı kurulmuş.
Dr. Caligari’nin sinema tarihindeki en önemli yeri elbette dışavurumcu stili idi. Bu filmin set tasarımı ve görüntülerinde de Wiene'in dışavurumcu tarzı hissediliyor. Ama Dr. Caligari kadar yoğun değil. Yine de yatağa uzanan dev el gibi sahneleri çok sevdim.

Vogelöd Şatosu (Schloß Vogelöd / The Haunted Castle):
Sessiz sinema döneminin en bilenen yönetmenlerinde biri de F.W. Murnau. Onun en tanınan filmi de Nosferatu olmalı. Nosferatu’dan önceki yıl çektiği bu film, özellikle İngilizce adının Lanetli Şato anlamına gelmesinden dolayı, yine fantastik bir film izlenimi yaratmıştı. Ama daha çok bir gizem filmi diyebiliriz. Vogelöd Şatosu’nda bir araya gelen bir grup soylunun arasında birkaç sene önce kocası öldürülen bir barones ve kocasının kardeşi de yer alıyor. Ancak cinayetten beri, onun kardeş katili olduğu düşünülüyor. Konuklar arasında, herkesin güven duyduğu bir rahip de olunca nihayet sır perdesi aralanmaya, geçmişte yaşananlar ve nedenleri ortaya serilmeye başlıyor.
Özetten anlaşıldığı gibi, film bu gizemin yarattığı merak unsuru üzerinden gidiyor. Murnau, bunu anlatırken, daha düz bir sinema tercih etmiş. Yine de filmin ortalarında yer alan kâbus sahnesi adeta başka bir filmden gelmiş gibi ve belki de Nosferatu’nun ilk sinyallerini de veriyor.

Herr Tartüff (Tartuffe):
Murnau’nun Vogelöd Şatosu’ndan birkaç yıl sonra çektiği Tartuffe, elbette Molière’in meşhur tiyatro oyununun bir uyarlaması. Tartuffe’u da yine sessiz sinema döneminin dev oyuncularından Emil Jannings canlandırıyor. Murnau ve senaryo yazarı Carl Mayer, Molière’in oyununu oldukça sadeleştirmişler. Karakterleri, Tartuffe, onun kandırmış olduğu Orgon ve onun karısına indirmiş ama hikâyeye bir üst katman ekleyerek, Tartuffe’u film içinde film olarak kurmuşlar. Filmde büyükbabasını, yanında çalışan kötü niyetli hizmetçisine karşı uyarmak isteyen bir adam, bunun için Tartuffe hikayesini kullanıyor. Bir anlamda, Hamlet’in gerçekleri göstermek için bir tiyatro oyununu kullanması gibi.
Tartuffe’un hikayesi genel olarak bilinir sanırım. Bir şarlatanın kendini saygın bir din adamı olarak göstererek çevresini etkilemesini ve kendisi her türlü haltı yerken, kandırdığı insanların onlarca kurala uymasını ister ve bunu da kendi çıkarları için kullanır. Uzun zamandır tiyatroda ya da sinemada bir Tartuffe uyarlaması izlememiştim. Bu filmi izlerken 100 yıllık bu filmin ve çok daha eskiye dayalı olan Molière’in oyununun aslında hala ne kadar taze olduğunu bir kez daha görme fırsatımız oluyor. Evet, belki o günlerin oyunculuk tarzına uygun olarak Emil Jannings biraz fazla abartılı, Orgon fazla saf ama yine de ufak güncellemeler ile günümüze çok rahatlıkla uyarlanabilecek bir hikâye. Üstelik bir sürü politik göndermesi de olur.
Netice olarak, tarz olarak biraz eski kalmış olsa hikâyenin her dönem koruduğu tazeliği ile kendini izlettiriyor.

Agantuk (The Stranger):
Klasik dönem Hint sinemasının, dünya çapında en bilinen isimlerinden biri olan Satyajit Ray’in en son filmi de MUBİ koleksiyonunda yer almaktaydı. Ray’in en önemli filmlerinden biri değil belki ama film hakkında araştırma yaparken öğrendiğime göre, bu filmin çekimleri sırasında Ray çok hastaymış ve filmin büyük kısmını oksijen çadırından yönetmiş. Bu nedenle, bu filmin son filmi olacağını bildiğini ve biraz bu nedenle mesaj kaygılı bir film olduğunu söyleyebiliriz.
Filmimiz, Hindistan’da orta/üst düzey gelir seviyesine sahip olduğunu söyleyebileceğimiz bir ailenin bir mektup almasıyla başlıyor. Kadın karakterimizin, uzun süredir ülke dışında olan ve bir süredir de iletişimlerinin kesilmiş olduğu dayısının ülkeye geri döneceğini haberi gelmiştir. Kadın, dayısını neredeyse hiç hatırlamadığı için gelen kişinin gerçekten o olup olmadığı konusunda şüpheye düşerler, acaba evimizden bir şey çalar mı diye değerli eşyaları kilitlerler. Sonra da acaba mirastan pay istemek için mi geldi diye de düşünürler. Dayı olduğunu iddia eden kişi gelince de çeşitli şekillerde onun doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalışırlar.
Satyajit Ray kendi hikayesinden uyarladığı filmde, bu gizemi belli bir süre korurken bir yandan da birbirimize güvenmemiz gerektiği, dünyanın ancak önyargılarımızdan arındığımız takdirde güzel bir yer olabileceğinin mesajını veriyor. Zaman zaman bu mesajının altını fazlaca çizip, didaktik hale gelse de başarılı bir yönetmenin veda filmini izlemek güzeldi.

Kararsızlık (Duvidha):
Geniş kitleler, Hint sinemasını çoğunlukla şarkılı ve danslı filmleri ile tanırlar ama 1950’lerden itibaren, paralel sinema olarak adlandırılan bir akımları da olmuş. Mani Kaul da bu akımın önemli isimlerinden. Mani Kaul, 1973 tarihli bu filminde, ana akım Bollywood sinemasında da rahatlıkla kullanılabilecek bir halk masalından yola çıkıyor. Nitekim, yıllar sonra, 2005’de filmin tam da yukarda bahsettiğim tarzda, şarkılı ve danslı bir yeniden çevrimi de yapılmış.
Hikâye, bir hayalet ya da cin hikayesi ama bunu korku unsuru olarak kullanmıyor. Yaşamakta olduğu ağacından altında konaklayan yeni evli bir çifti gören hayalet/cin, kadına aşık oluyor ve adamın eşini evde bırakarak uzun süreli bir seyahate çıkmasını fırsat bilip, adamın suretine bürünerek, eve girmeyi başarıyor ve uzun süre çevresini kandırmayı da başararak kadından bir çocuk sahibi de oluyor. Görüldüğü gibi, Z sınıfı bir korku filminde bile kullanılabilecek bir yapısı var. Ancak burada hikâyeyi değiştiren şey, hayalet/cinin etrafı kandırırken kadına en baştan beri gerçeği söylemesi ve ona kendisine ilgi göstermeyen eşi ile eşinin suretindeki bambaşka bir varlık arasında seçim şansı sunması. Aslında Mani Kaul burada, yerel ve tarihi bir hikaye anlatsa da kadının toplumdaki yeri ve kendi kaderine karar verebilme hakkı ile ilgili cümleler de kuruyor.
Hikâyenin farklılığının yanında Mani Kaul, anlatım tarzını da farklı olarak kurmuş. Pek çok yerde, fotoğraf karesine dönüşen görüntüler kullanırken karakterlerin konuşmalarını çok fazla göstermemeyi seçmemiş ya da dramatik anlar yaratıp seyirciyi duygulandırabilecek anlarda ya uzağa çekilmeyi ya da dış sesin anlatımına başvurmayı seçmiş. Bu anlamda genel geçer seyirci beğenilerine hitap etme çabasından çok kendi tarzını kurma çabasının filmi daha değerli kıldığını söylemeliyiz.

Padatik (The Guerilla Fighter):
Mrinal Sen de Hindistan’daki paralel sinema akımına dahil olan yönetmenlerden bir diğeri. Yine 1973 yapımı olan bu filmde onun yaklaşımı ise dönemin toplumsal olaylarını, doğrudan filme dahil etmek şeklinde olmuş. Film bir yandan katıldığı eylemler sonrasında arkadaşları yakalanmış bir gencin, zengin bir kadının evine sığınması ve burada, yaptıklarını sorgulamasını anlatırken, bir yandan da o dönem Hindistan’da yaşanan gerçek olaylara dair görüntüleri de akışına dahil ediyor. Hikâyenin iki yönden akışı ilgi çekici olsa da zaman zaman çok fazla konuya girip çıktığı da hissediliyor. Kendisini Marksist bir yönetmen olarak tanımlayan Mrinal Sen, öğrenci olaylarından sendika hareketlerine, kadın hakları ile ilgili sorunlardan ülkedeki enerji krizine kadar pek çok şeyi filme ucundan kıyısından dahil etmiş. Belli ki tüm bu konular kendisini rahatsız ediyor.
Aslında ana karakterin içinde bulunduğu örgütü sorgulamasından ve babası ile olan ilişkilerinden dolayı, filmin politik olarak nereye gideceği bir süre için soru işareti oluşturmuştu. Bir ara, olaylara karışıp ailenizi üzmeyin, siz derslerinize bakın gibi bir noktaya gideceğini düşünmüştüm. Ama finaline bakınca, yönetim karşıtı örgütlerin de kendi çıkarlarını düşünebileceği eleştirisini de elden bırakmadan, daha dolaysız bir direnişin peşinde olduğu sonucunu çıkardım. Bunun yanında benzer filmlerde çok sık görebileceğimiz duygusal olaylara da nerdeyse hiç girmiyor. Zaten pek çok farklı konudan bahsederken bir de o kanala girse filmin odağı çok kayabilirdi.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar