SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ - MAYIS SEÇKİSİ

23 Mayıs 2021 Pazar 19:37
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Yaklaşık bir yıldır çevrimiçi gösterimlerine devam eden İstanbul Film Festivali, Mayıs ayını iki bölüme ayırdı. Ayın ilk yarısında uluslararası festivallerde gösterilmiş filmler yer alırken, ikinci yarısında ise ulusal kısa ve belgesel yarışmasındaki filmler gösteriliyor. Bu yazıda ilk bölümdeki filmleri ele alacağız. Kısa ve belgesel yarışması ise, ayrı bir yazının konusu olur.
Mayıs ayının ilk bölümündeki seçki ağırlıklı olarak, bu yılın ilk aylarında çevrimiçi olarak düzenlenen Sundance ve Berlin film festivallerindeki yapımlardan oluşuyordu. Bu filmlerin bazılarını söz konusu festivallerde izleyim yorumlama fırsatımız olmuştu. Onlarla ilgili yorumlarım, o zaman yaptığım sosyal medya paylaşımlarının tekrar gözden geçirilmesi şekilde olacak.

Bay Bachmann ve Sınıfı (Herr Bachmann und seine Klasse):
Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada kendine yer bulan ve jüri ödülü alan bu film, öncelikle üç buçuk saati aşan uzun süresi ile dikkat çekiyordu. Hepimizin çok özlediği, sinema salonlarında klasik tarzda yapılan festivallerde, bu tip uzun filmler hep riskli olur. Bu kadar uzun süreli bir filmi sevmediğiniz takdirde, filmden çıksanız bile günün büyük bir çoğunluğunu bu filme ayırmış olursunuz. Bir de seyirciden ek çaba isteyen filmlerden biriyse, zaman zaman dikkatinizi toplamakta da zorlanabilirsiniz. Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi adıma Berlin Film Festivali seçkisinde bu filmi günün sonuna bırakıp, rahat izlenen bir film olsa da o yorgunlukla ilk bir saatinden sonrasını getirememiştim.
Bay Bachmann ve Sınıfı, filme adını veren Dieter Bachmann isimli öğretmenin, Almanya’nın Stadtallendorf kentinde çalıştığı okulda, öğrencileri ile geçirdiği bir yılı anlatan bir belgesel. Stadtallendorf, misafir işçi olarak Almanya’ya gelmiş ve buraya yerleşmiş olan insanların yoğunluklu olarak bulunduğu bir kent. Bu nedenle Bay Bachmann’ın sınıfındaki öğrenciler de böyle bir mozaikten oluşuyor. Tahmin edilebileceği gibi, sınıfta Türkiye’den gelen ailelerin çocukları da var ve hatta filmde bolca Türkçe konuşma da duyuyoruz.
Filmin başlarında, bu çocukların bir yıllarını, üç buçuk saat boyunca neden izleyeyim hissi oluşsa da çocukları tanımaya başladıkça, onları daha çok benimsemeye, yılı nasıl bitireceklerini merak etmeye başlıyorsunuz. Filmin anlattığı dönem, bu çocukların sonraki yıl, eğitim hayatlarına ne şekilde devam edeceklerinin kararının verildiği bir yıl. Bu nedenle gelecekleri açısından çok önemli bir yıl. Ama filmde öğretmenlerin çocuklara sadece Almanca, İngilizce, matematik vs. öğretmediklerini, hatta daha da öncelikli olarak farklı dinlere, kültürlere, fikirlere ve cinsel yönelimlere saygı, seninle eşit şartlara sahip olmayan arkadaşlarına yardım etmek gibi konuları da anlattıklarını görüyoruz. Geçen sene MUBİ’de izlediğim ve daha küçük yaşlardaki çocuklarla ilgili benzer yapıdaki, Être et avoir (To Be and to Have) belgeseli için, eğitim fakültelerinin ilk yılında gösterilmesi gereken bir belgesel demiştim. Aynı cümleyi, burada da kuruyorum.
Yönetmen Maria Speth, belgeseli çekerken kameranın orada olduğunu unutturan bir üslup tercih etmiş. Öğrenciler de kameranın orada doğal bir şekilde durduğunu kabul etmiş gibiler. Filmin süresi uzun ama eminim ki Maria Speth’in elinde çok daha fazla kayıtlar vardı. Belli ki, hangi sahnelerin filmin içinde yer alacağına tamamen kendi karar vermek istemiş ve kurguyu da başkasına bırakmamış. Filmde takip ettiğimiz pek çok karakter, değinilen pek çok konu olduğu için aslında gereksiz diyebileceğimiz çok sahne yok. Seyirciyi de yormayan bir film ancak yine de sinema salonunda izlemek için çok uzun bir yapım olabilir. Açıkçası ben evde izlerken, bir güne yayarak izlemeyi tercih ettim. Bu nedenle, bir belgesel dizisi olarak daha ideal olabileceğini düşünüyorum.
Son bir not olarak, filmde Ankara’nın Bağları’ndan tutun da Gezi Parkı’na kadar Türkiye ile ilgini çeşitli detayları da bulabilmenin ayrı bir keyif yarattığını eklemeliyim.

İnsan Sesi (The Human Voice):
Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (Mujeres al borde de un ataque de nervios):

Festivalin Mayıs seçkisinde Pedro Almodóvar’ın iki filmi de yer alıyordu. Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar, zaten Almodóvar’ın klasiklerinden biri ve üzerine çok yazıldı çizildi. Çok fazla bahsetmeye gerek yok ama her iki filmin de Jean Cocteau’nun bir oyunundan esinlenerek çekildiğini not olarak düşelim. Almodóvar’ın 32 yıl ara ile aynı kaynağa geri dönmesi ve 70 yaşında çektiği ilk İngilizce filminde, kendisini uluslararası üne kavuşturan filmle bağlantı kurması ilginç gerçekten. Bunu da bazı başka yönetmenlerin yaptığı gibi, kendi filminin yeniden çevrimini yapmak şeklinde değil, kaynak eseri bambaşka bir şekilde yorumlamak şeklinde yapmış.
Özellikle kadın oyunculara, kendilerini gösterebilecekleri alan açmasıyla ünlü olan Almodóvar, İnsan Sesi’nde bu kez sahneyi Tilda Swinton’a teslim etmiş. Yarım saatlik bu kısa filmde, Swinton tek kişilik bir şov yapıyor adeta. Filmin neredeyse tümünde sadece onu izliyoruz ve telefonda onu terk eden eski erkek arkadaşı ile yaptığı konuşmalara şahit oluyoruz. Karakterinin tüm öfke patlamalarını, hüzünlerini ve endişelerini seyirciye geçirmeyi başarıyor. Film adeta bir tiyatro oyunu olarak tasarlanmış. İzlediğimiz şeyin bir set olduğunu çeşitli defalar vurguluyor.
Almodóvar sahneyi Swinton’a teslim etmiş dedik ama bu, kendisini bir yönetmen olarak geri çektiği anlamına gelmiyor. Film, set tasarımıyla, renkleriyle, müzik kullanımı ile her anında, ben bir Almodóvar filmiyim diye bağırıyor. Bundan yana pek derdim yok ama birkaç yerde bazı eşyaların markalarına bariz bir şekilde, uzun uzun göstererek yakın plan yapılması, reklam filmi havası verdi. Filmlerde ürün yerleştirme olduğunu biliyoruz elbette ama burada biraz fazla belirgindi sanki. Yine de Almodóvar’ın taze ve iyi bir filmi ile karşılaşmak güzeldi.

Ateşle Yazmak (Writing with Fire):
Ateşle Yazmak, 2000’lerin başında Hindistan’da, tümüyle kadınlardan oluşan bir kadro ile çıkarılmaya başlanan bir gazetenin hikayesini anlatan bir belgesel. Üstelik bu kadınlar, Hindistan’ın sert kast sisteminde en alttan gruba mensup isimler. Aradan geçen yıllarda bu gazete, belli bir yer edinmiş, belgeselin çekildiği dönemde de dijital medyaya girmekteler. Telefonların kaliteli video çekebilme kabiliyetlerinin gelişmesinin pek çok şeyi değiştirdiğini hep söylüyoruz. Geçmişte olsa, ufak bir ekiple beraber çekim yapılması gereken durumların, sadece bir cep telefonu ile habere dönüştürülebilmesi, o haberi de tek bir kişinin çekmesinin mümkün olabildiği bir dönemdeyiz.
Film bir yandan haberciliğin değişimini yansıtırken, bir yandan da elbette en alt sınıftan gelen bu kadınların kendi hikayelerini anlatıyor. Erken yaşta evlenen ve çocuk doğuran, habercilik yapmalarına genellikle bir heves şeklinde bakılan, bazıları hayatlarında hiç akıllı telefon kullanmamış kadınlar bunlar. Ama film ilerledikçe, bu kadınların yaptıkları işe bağlılıklarını ve cesaretlerini görüyoruz. Belki de gazetecilik için asıl önemli olanın bunlar olduğunu bir kez daha hatırlamamız gerek.
Filmin iki yönetmeni var: Sushmit Ghosh ve Rintu Thomas. Onlar da sade bir belgeselcilik anlayışını tercih etmişler. Ele aldıkları karakterlerin çalışma biçimleri ile onlar ve yakın çevresi ile yapılan söyleşilerden oluşan bir yapısı var filmin. Yine bir grup kadının, kendilerinden beklenmeyen bir işi yapmak üzere bir araya gelmelerini anlatan, Pelin Esmer’in Oyun ve Kraliçe Lear filmlerini hatırlattığını söyleyebilirim. Ateşle Yazmak, önümüzdeki haftalarda başlayacak Uçan Süpürge Film Festivali’nin programında da yer alıyor. Tam Uçan Süpürge’lik bir film diyebiliriz.

Dünyanın En Güzel Oğlanı (The Most Beautiful Boy in the World):
Henüz 15 yaşında, Lucino Visconti’nin Venedik’te Ölüm filminde oynayan Björn Andrésen üzerine bir belgesel. IMDB'ye The Most Beautiful Boy in the World yazınca, filmden önce Björn Andrésen'in adı çıkıyor (en azıdan Sundance’de filmi izlediğimde öyleydi, bugün itibari ile sıralama değişmiş). Bu arama sonucu, filmin anlattığı şeyi özetlemiş adeta. Sadece 15 yaşındayken, o dönemin en önemli yönetmenlerinden birinin senin hakkında bunu söylemesi, filminde de tam olarak bu şekilde kullanması sonrası bu sıfatı taşımaya çalışmanın gerçekten çok zor olduğunu tahmin ediyoruz. Filmde de bunu görüyoruz zaten. Seçmeler sırasında, bugün baktığımızda taciz sınırlarını zorlayacak bir konumda bulmuş kendisini. Her ne kadar çekimler sırasında Visconti'nin görünmez kalkanının korumasında olsa da sonrasında gelen yoğun ilgi de çok bunaltıcı. Film çoğunlukla Venedik'te Ölüm’ün çekimi ve sonrası dönemine, hemen arkasından Japonya'da geçirdiği döneme (ilginç bir şekilde mangalara bile ilham olmuş) ve Björn’un bugününe odaklanıyor. Hayatındaki 2 önemli travmaya da yer veriyor. Anlattığı dönemleri ele alışı başarılı olsa da arada kalan dönemde neler yaptığını da merak ettiğimi söyleyebilirim. Bir de izlerken, bugün sosyal medya çağında, benzer bir durumdaki gençlerin durumu daha mı iyi acaba diye düşünmeden edemedim. Bu konuya da girilmesi, apayrı bir proje olurdu tabii.

Kralların Gecesi (La Nuit des Rois):
Fildişi Sahili'nde kendine has kuralları olan bir hapishanede geçen bir binbir gece masalları öyküsü. Tek gecede geçse de hikâye anlatıcısı, şafak sökmeden hikayesini bitirirse öleceği için bir bağlantı kuruyorum. Hapishane kurallarına göre, orayı yöneten mahkûm görevine devam edemeyecek kadar hastaysa, kırmızı dolunayda kendini öldürmek zorunda. O geceyi atlatırsa, devam edebilecek. O da genç bir yeni mahkûmu hikâye anlatıcısı olarak görevlendiriyor ve sabaha kadar devam etmesini istiyor. Hapishanede güç kavgasının tam ortasında kalan mahkumsa, başta kendine güvensiz olsa da gece ilerledikçe doğru bir seçim olduğunu gösteriyor ve bölgenin efsanevi suçlularından birinin hikayesini, süsleye süsleye anlatıyor. Anlattıkları şeyler bazen mantıksız gelse de film bunun üzerine de gidiyor zaten. Önemli olan anlatılanların gerçekliği değil, anlatanın buna inandırmaktaki becerisi. Bu da romandan tutun, sinemaya kadar pek çok alanı akla getiriyor. Hatta mahkumların hikâyeye katılımı da bir nevi antik tiyatro çeşitlemesi oluyor.
Film ekibi, hapishaneye girememiş olsa da hem hapishane içindeki, hem dışındaki atmosferi çok iyi vermişler. Çok belirgin bir City of God benzerliği var ve film de bunu dile getiriyor zaten. O sahnede yönetmenin, “o benzerliği fark ettim diye heyecanlanma, bak ben de söylüyorum işte” dediğini duyar gibi oldum. Ama film, bu benzerliğe yaslanmadan kendi ayakları üzerinde durabiliyor.

Orman – Seni Her Yerde Görüyorum (Rengeteg – mindenhol látlak):
Macaristan'dan gelen yedi küçük hikâye. Bu sene Berlin Film Festivali’nde bölümlere ayrılmış, bazen bu bölümler arasında doğrudan bağlantılar olmayan filmlerin sayısı dikkat çekecek kadar çoktu. Bu da onlardan biri. Hatta bu da Songsoo ya da Hamaguchi'nin filmleri gibi, iki ya da üç kişi arasındaki diyaloglar üzerinden yürüyen bir filmdi. Ama görsel yapısı o filmlerin tam tersine, oyuncuların çok yakınında gezinen sürekli hareketli bir el kamerası ile kurulmuştu. Evde izlesek de insan sinema deneyimini aklından geçirmeden edemiyor. Büyük bir perdesi olan bir salonda, önlerden izleseydim, epey yorucu bir film olurdu diye düşündüm.
Hikayeler, çoğunlukla karakterlerin sırları üzerine kurulu. Bu yazının yazıldığı tarih itibarıyla, filmi ilk kez izlememin üzerinden 2 aydan fazla zaman geçmiş. İkinci izleyişte, yedi hikâyenin bazısı hiç iz bırakmamış ama bazısının halen etkili olduğunu gördüm. Berlin jürisinin en iyi yardımcı oyuncu ödülünü verdiği Lilla Kizlinger’in oynadığı bölüm onlardan biri mesela. En iyi hikayelerden biri olmasa da bir çocuğun annesiyle Tanrı kavramını ve ateizmi tartıştığı bölüm de iz bırakan bölümlerden biri oldu. Türkiye'den bir filmde böyle bir tartışma görebilir miyiz, görsek sonrasında ne tepkiler alır diye düşündüğüm için kalıcı oldu aslında.

Gezegen (El Planeta):
Yönetmen Amalia Ulman, daha önce hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan annesi ile birlikte kamera karşısına geçmiş ve beraberce yine bir anne kızı, belki de kendilerinden izler de taşıyan iki karakteri canlandırmışlar. Filmdeki karakter Londra’da çalışırken, babasının ölümü üzerine İspanya'ya, annesinin yanına dönüyor. Karşılarında evlerinden atılacak olma riski var. Anladığım kadarıyla, gerçek hayatta da başlarından benzer bir deneyim geçmiş ama diğer yaşananlar kurmaca. Zaten film de ekonomik krizin ortasında, yaşam tarzlarından taviz vermemeye çalışan bir anne-kızın başına gelen gündelik olaylar şeklinde özetlenebilir. Baştan sonra akan bir anlatıdan ziyade, trajikomik anların toplamının oluşturduğu bir anlatısı var. Bu anlamda, parçaların toplamının bir sinerji oluşturduğunu düşünebiliriz. Çok bayılmasam da festivalin izlemeye değer, farklı filmlerinden biri olduğunu söyleyebilirim.

Suzanna Andler:
Benoît Jacquot'dan bir Marguerite Duras oyunu uyarlaması. Duras, oyunu 1968 yılında yazmış. Başta Charlotte Gainsbourg olmak üzere oyuncular iyi ama hem anlatım tarzı, hem de anlattıkları çok eski kalmış. Sürekli kendisini aldatan zengin bir adamla evli olan bir kadının, genç sevgilisi ile birlikteyken mutsuzluğunu ve kocasından (daha çok parasından aslında) vazgeçemeyişini sorgulayarak kendi çelişkileri ile yüzleşme çabası diyebiliriz. Anlatılan konunun bugün de karşılığı var elbette ama bir sahnede açık alana çıksa da tiyatro oyunu havasından hiç kurtulamayan, öne sürdüğü argümanlarda da günümüz ile bağlantı kuramayan bir yapım olmuş. Oyuncu performansları için izlenebilir belki ama festivalin zayıf filmlerinden biri.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar