BİR YORGOS LANTHIMOS GARİPLİĞİ VE DİĞERLERİ
Sinema salonlarımızı halen animasyonlar domine ederken, bir yandan da Deadpool & Wolverine filmi bekleniyor. Bu arada, sinemalara her hafta 10-12 film gelmeye devam etse de, bunların çok azı, iyi bir seyirci sayısına ulaşıyor. Biz bu hafta yine vizyondan dört filme bakalım. Önce Yorgos Lanthimos'un, Poor Things’den çok kısa bir süre sonra yaptığı ve yine Emma Stone ile çalıştığı Merhamet Hikayeleri’ne bakalım. Sonra iyi bir popüler sinema örneğine ve ümit verici bir şekilde başlayıp, sonunu getiremeyen bir filme bakalım. Son olarak da 15 dakikalık after credits sahneleriyle, sinema tarihine geçebilecek(!) bir yerli korkuyu ele alalım.
Kinds of Kindness (Merhamet Hikayeleri):
Yorgos Lanthimos'dan, Yunan Garip Dalgası günlerine dönüş. Zaten, o zamanki senaristi ile çalışmış. Ben biraz da, bakın artık bu hikayelere, Hollywood yıldızlarını da ikna edebilecek güçteyim artık, şeklinde bir meydan okuma da sezdim.
Artık herkesin bildiği gibi, yaklaşık 50'şer dakikalık 3 orta metraj var aslında karşımızda. Etraflarında ortak bir tema kurmak mümkün ama farklı zamanlarda çıkan 3 ayrı film olsaydı da, kimse itiraz etmezdi. Hatta, daha da iyi mi olurdu acaba? Ya da filmlerin süreleri 40'ar dakika civarında da olabilirdi. Bu şekilde gerçekten yorucu olmuş.
Yorum yazmak için, biraz demlenmesini beklemiştim. İzledikten bir hafta sonra, ilk bölüm zihnimde halen tazeliğini koruyor. Diğer bölümler ise yavaştan etkisini yitirmeye başladı.
Willem Dafoe'nun Poor Things'deki "Tanrı" rolünü bir adım daha ileri götürdüğü, bu kez etrafındaki herkese kayıtsız şartsız her istediğini yaptırabildiği ilk bölüm, hem merak duygusunu ayakta tutuyor, hem de farklı okumalara açık. Kara-mizah duygusu, aralara serpiştirilen detaylar, karakterler arasındaki etkileşimler de bu bölümde daha derli toplu. Jesse Plemons, bu bölümün yıldızı ama Emma Stone hikâyeye geç girse de kritik bir katkı yapıyor.
İkinci bölümdeki hikâye de ilginç. Kara mizahı yine yerli yerinde (eski günleri analım diye açılan video mesela), bu sefer şiddet dozu da daha yüksek. Ama bu hikâye tatmin edici bir finale ulaşamıyor. Üçüncü hikâye ise, benim için yine ümit verici olarak başlasa da, ilgimi çabuk kaybettim. Özellikle merak duygusunu kuramadı.
Eğer üç ayrı orta metraj gibi değerlendirirsek, ilkini Lanthimos'un iyi filmleri arasına koyarım ama diğer iki bölüm, sonlara gider. Yine de, eski dostu Efthimis Filippou’yu unutmayıp, yine onunla çalışmasını, sonuç almış formüllere yaslanmayı seçmemesini, geniş kitlenin sevmeyeceği bir film yapma riskini almasını sevdim. Yeni filmlerini bekliyoruz Yorgos.
Fly Me to the Moon (Beni Ay'a Uçur):
Geçen haftanın vizyon filmleri içinde, en sevdiğim bu oldu galiba. Çok tipik bir formülü kullanıyor ama bunu iyi yapıyor. Karakterleri sevdim, aralarındaki çekimi, atışmaları sevdim, arka plandaki hikâye de hoşuma gitti. Sevdiğim tarafları ağır basınca, bunlar zayıf taraflarının da üstünü örttü benim için.
Film, bir romantik komedinin arka planına, aslında aya ayak basılmadı, hepsi stüdyoda çekildi şeklindeki, uzun yıllardır konuşulan komplo teorisini koyuyor. Ama bunu yaparken, resmi söyleme aykırı bir şey de söylemiyor. Böyle bir B planı vardı ama gerek kalmadı demeye getiriyor. Zaten dediğim gibi, esas hikaye Johansson ve Tatum'un karakterleri arasındaki çekime dayanıyor.
Johansson, cazibeli, zeki ve bunun farkında olan bir kadın rolüne çok yakışmış. Tatum'u normalde çok sevmem ama burada karakterini inandırıcı kılmayı başarmış. Woody Harrelson da iyi ama artık onu da bu tarz rollerde görmekten sıkıldım galiba. Filmin temposu, diyalogları, kurduğu merak duygusu da gayet iyi.
Finaldeki kandırma olayına biraz fazla zaman ayrılmış gibi geldi. Bir de yine finalde, Scarlett'e ihtiyaç duyulabilecek başka bir proje olduğundan bahsediliyor. Önce devam filmine bir kapı mı diye düşündüm ama keşke bu projenin ne olabileceğine dair bir ipucu da olsaydı.
Sonuç olarak, bazı inandırıcılık sorunlarına rağmen, iyi bir popüler sinema örneği. Zaten gerçekleri anlatıyorum gibi bir derdi de olmadığı için, o sorunları da göz ardı etmek mümkün.
Mother, Couch (Anne, Kalk!):
Filmin, bir mobilya mağazasında, koltuklardan birine oturup, kalkmayı reddeden bir anne üzerinden kurulan bir hikayesi var. Başlarda hemen, iyi bir Kuzey Avrupa mizahı geliyor dedim. Ama ümit verici başlayıp, devamını getiremeyen filmlerden biri.
Her ne kadar oyuncuları İngiliz ve Amerikan ağırlıklı olsa da, uyarlandığı roman ve yönetmeni, İsveç'ten. Gerçekten başlarda, Kuzey Avrupa’ya ait o kara mizah hissediliyor. Karakterlerin hemen hepsi de ilgi çekici.
İnatçı anne, birbirlerinden çok farklı dertleri olan, zaten babaları da farklı olan üç kardeş, mağazayı işleten kadın, mağazanın sahibi olan adam ve onun ikiz kardeşi. Hepsi ilginç ve hikayelerinin nereye bağlanacağını merak ettiren karakterler. Bu karakterleri, iyi oyuncular canlandırmış. Ellen Burstyn, her zamanki gibi eşsiz (91 yaşına gelmiş, nazar değmesin). Rhys Ifans, ne kadar geniş yelpazede bir oyunculuk sergileyebildiğini, tekrar gösteriyor. F. Murray Abraham da öyle. Ewan McGregor, onların yanında biraz tekdüze kalmış.
Buraya kadar, her şey yolunda ama film ilerledikçe, arkasında belli bir gerçekçiliği koruyan kara mizah, yerini gerçek üstü bir hikâyeye teslim etmeye ve film bir metafor çorbasına dönüşmeye başlıyor.
Bunu iyi bir şekilde kuramayınca da, film giderek zayıflamaya başlıyor. Son dönem filmlerinden, yine çok metafor kullanan, seyirciyi ve eleştirmenleri ikiye bölen iki filme benzettim: Aronofsky'nin Mother'ı ve Ari Aster'in Beau Is Afraid'i.
Onlar daha büyük filmler ve bence dertlerini daha iyi anlatıyorlar (ki, onların da seveni kadar, sevmeyenleri olduğunu da unutmayalım). Bu, çok daha kafası karışık ve seyircinin de kafasını karıştıran bir yapım.
Vefk-i Cin Sekar:
Düşük bütçeli, tuhaf isimli yerli korku filmlerimiz, sinema salonlarında karşımıza çıkmaya devam ediyor. Aslında bunlara artık çok fazla yorum yapmıyorum ama bu filmi yorumsuz geçmek istemedim.
Filmin ilk kurgusu sonrası, yönetmen ve kurgucu arasındaki muhtemel diyalog:
-Oğlum, film bir saat oldu. Uzatmak lazım.
-Hocam, eldeki malzemeden ancak bu çıktı.
-After credits tadında, filmin sonuna, bazı sahneleri bir kez daha koyalım.
-Hocam, çok saçma.
-Yaaa, boşver sen koy, öyle iteleriz.
Gerçekten saat tuttum, film bitip yönetmenin adı göründükten sonra, 15 dakika after credits var ve bunun 10 dakikası, film içinde gördüğümüz bazı sahnelerin, aynen tekrarı. Süreyi uzatmak dışında, hiçbir mantığı yok. Ha, bir de son yazıları çooook yavaş akıtmışlar.
İşin kötüsü, film ilk yarım saatindeki gibi devam etseydi, olumlu yorum yazacaktım. Bir defa, gerçekten karakter kurma çabası var, hikâyenin nereye gideceğini de merak ettiriyor. Fakat doğaüstü olaylar hızlandıkça, film kurmaya çalıştığı arka planı tamamen bir köşeye atıyor.
Bu kısımda, oyunculuklar da fena değil. Güzel bir sürpriz geliyor mu acaba derken, bir çuval inciri berbat ediyor. Hikâyede pek çok olta atıyor ama bir yere bağlamıyor. Mesela, kadın karakterimizin kocasının şehit olmuş olması. Bu özellikle vurgulanıyor, eve bayrak geliyor vs. Peki, hikâyeye herhangi bir katkısı var mı? Yok. Ya da kadın karakterimizin çocuğu. Kahramanlarımızın karşılaşmasına yol açıyor ama yine hikayede bir yeri yok. Kadın bekar olsa da tümüyle aynı hikaye akabilirdi.
Her şey bir yana, en başta yazdığım olay, yani filmin süresini 15 dakika uzatmak için yapılan çaba, filme damgasını vuruyor zaten.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN