SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

72. BERLİN FİLM FESTİVALİ (BERLINALE) İZLENİMLERİ-BÖLÜM 2

27 Şubat 2022 Pazar 13:44
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz hafta, 72. Berlin Film Festivali’nin (Berlinale) ana yarışma bölümünde yer alan filmlere bir göz atmıştık. Bu hafta da diğer bölümlerden izlediğim filmlere bakalım.

ENCOUNTERS:
Bu bölümde jüriden en iyi film ödülünü alan Mutzenbacher’i, corona test sonucum geciktiği için izleyemediğimi not olarak düşeyim.

Flux Gourmet:
Festival öncesinde programın en merak ettiğim filmlerinden biri, Peter Strickland’in yeni filmiydi. İzlediğimde de hayal kırıklığına uğratmadı. Strickland yine, korku sinemasına ait kimi temaları alıp, içinden farklı şeyler çıkarmayı başarıyor. En tuhaf ama çekici filmlerinden birine imza atmış olabilir. Filmin hikayesinin yemeklerin çıkardığı seslerden (evet, yanlış okumadınız, yemeklerin seslerinden) modern sanat inşa etmeye çalışan insanlar etrafında şekillendiğini söylersek, ilginçliği biraz anlaşılacaktır sanırım. Hatta bir festivalde bağırsak ve osuruk hareketleri üzerine en çok konuşulan film de olabilir! Filmde başka aşırılıklar da var ama onlar sürpriz kalsın.
Ama tüm bu aşırılıklar, Peter Strickland’ın çok zarif yönetimi altında, bambaşka bir boyuta ulaşıyor. Filmin renk kullanımı, set ve kostüm tasarımları, birinci sınıf. Ayrıca Strickland’ın sese çok önem veren bir sinemacı olduğunu, önceki filmlerinden de biliyoruz. Ses tasarımı, bu filmde de çok önemli ve başarılı. Daha geniş kapsamda gösterildiğinde, yılın en çok konuşulan filmlerinden birine dönüşebilir.

Coma:
Bertrand Bonello'nun yeni filmi Coma, yönetmenin pandemi döneminde 18 yaşına giren kızına yazdığı, açık bir mektup niteliğinde. Filmin Encounters bölümüne çok yakışan, deneysel bir havası var. Türden türe, hikâyeden hikâyeye atlıyor. Filmin açılışı ve kapanışı, bahsettiğim mektup zaten. Arada, genç kızın Facetime'den arkadaşları ile yaptığı konuşmalar var, korku öğeleri var, rüyalar var, animasyon var, barbie bebeklerin yer aldığı, hikayesi duygusal ama kurulumu sit-com olan bir bölüm var. Bir de filme adını veren, bir Youtuber ve onun videoları var. Hemen hepsinde görüntü formatı da değişen tüm bu alakasız bölümler, giderek birbiri içine geçerek bir bütünü oluşturmayı başarıyor.
Filmi çok seven yorumlar da gördüm, nefret edenler de. Ben arada bir yerdeyim. Filme çok bayılmadım ama izlediğime de memnun oldum. Türkiye'deki festivallerden birine gelirse, bir şans daha verilebilir. Ayrıca, festivalin başında, ortalara bir yere koyduğum bu film, festival sonunda haftanın iyilerinden biri haline geldi benim için.

American Journal:
Festivalin Encounters bölümünün en sevdiğim filmlerinden biri oldu ama neden sevdiğimi, anlatabilecek miyim bakalım?
Temel olarak buluntu görüntülerle kurulmuş, deneme film (essay film) türünü sevdiğimi söyleyebilirim sanırım. Burada da yönetmen Arnaud des Pallières, arşiv görüntüleri üzerine bindirdiği dış ses ile birlikte, bir günlük formatından yola çıkarak, başarılı bir kurgu çalışması ile, Amerikan rüyası üzerine bir şeyler söylüyor.
Görüntüler buluntu olduğu gibi, dış sesin söyledikleri de buluntu, daha doğrusu alıntı aslında. Bir süre, yönetmenin cümleleri olduğunu düşündüğüm metnin bir kısmın, Mark Twain alıntısı olduğunu fark ettim. İlerledikçe Bertolt Brecht'ten gelen meşhur bir metin de yakaladım. Filmin sonundaki yazılardan anladığım kadarıyla, bu tip alıntılardan çok fazla var. Tekrar üzerinden geçmek lazım ama, dinlediğimiz metin, tümüyle alıntılardan oluşuyor olabilir. Bu durumda, bir film yapmak için, yeni hiçbir görüntüye ihtiyaç olmayabilir düşüncesini, daha da geliştirmek mümkün. Yeni bir film için, hiçbir yeni görüntü ve metne de ihtiyaç olmayabilir. Nitekim, bu film de bu anlayışın bir örneği. Çoğunlukla birbiri ile alakasız olan ses ve görüntü bandı, beraberce bir sinerji oluşturabiliyor.
Ben sevdim ama bu sene Berlin'de izlediğim filmler içinde, salondan en fazla fire veren film de bu oldu, bilgisini de vereyim. Sevenleri kadar, belki daha da çok sevmeyenleri de olacaktır.

Unrueh (Unrest):
Şimdi sonuç olarak bu filmin oynadığı salondaydım diye, teknik olarak bu filmi izledim diye yorum yapacağım ama o kadar kötü bir yerden izlemek zorunda kaldım ki, çok sağlıklı olmayacak. Filmin sonrasındaki söyleşide de belirtildiği gibi, anarşizm denince en son akla gelebilecek yerlerden birinde, İsviçre'de geçen film, biraz da Rus anarşist Peter Kropotkin'in buraya gitmesinin de etkisiyle gelişen, saat yapımında çalışan işçilerin hikayesi temel olarak. Yönetmen Cyril Schäublin, hikayesini anlatırken çok farklı kadraj tercihleri yapmış, kimi zaman çok yakın planlara giriyor, çoğunlukla da karakterlerine çok uzaktan ve kadrajda dev boş alanlar bırakarak bakıyor. Bunun üzerine bir de uzun ve takip etmesi zor diyaloglar eklenince, perdeye çok yakın bir yerden, görüntüleri mi takip edeyim, yazıları mı okuyayım derken, bir yerden sonra pes ettim. Ama orada bir yerde, iyi bir film vardı diyerek salondan çıktım. Nitekim Encounters bölümünün yönetmen ödülünü alan filmi oldu. Yine, karşıma çıkarsa tekrar izlerim dediğim filmlerden.

A Little Love Package:
Festivalin Encounters bölümünde, sinemanın alışık olduğumuz kalıplarını zorlayan filmler karşımıza çıkıyor. Bazılarını çok seviyorum, bazılarınınsa içine pek giremiyorum. Bu da ikinci gruptaki filmlerden biri oldu açıkçası. Çoğunlukla iki kadını takip etse de, Viyana'dan insan manzaraları diyebileceğimiz bir yapısı var filmin. Bu anlamda, bir hikâye anlatmaktan ziyade, şehrin ruhunu yakalamaya çalışan bir film de diyebiliriz ama bana pek geçmedi. Yine de en merakla izlediğim bölümler, Angeliki Papoulia'nın göründüğü kısımlar oldu. Bu festivalde iki filmde oynayan Papoulia'nın, artık dünya çapında tanınan bir oyuncu olduğunu iyice anlamış olduk. Hakkıdır da zaten.

Queens of the Qing Dynasty:
Hayatlarıyla ve bedenleriyle derdi olan iki karakterin, bir hastanede kesişen yollarını anlatan bir film. Ama aklınıza tipik bir romantik film ya da arkadaşlık filmi gelmesin. Yönetmen Ashley McKenzie, bildik beklentilere yüz vermemiş. Karakterlere yaklaşımı ile, seçtiği görsel yapı ile farklı şeyler denemiş. Bunda ne kadar başarılı olduğu tartışılır. Beni çok içine alamadı ama yönetmen pek de bunu amaçlamıyor zaten. Daha çok seveni de olabileceğini tahmin ediyorum. IMDB'ye göre, başroldeki Sarah Walker ve Ziyin Zheng'in ilk oyunculuk denemeleri. Onlarda hiçbir kusur bulamam yalnız. Her ikisi de, özellikle Walker çok iyi. Oyunculukta devam edecek mi bilemiyorum ama niyeti oysa, ilerde adını çok duyabiliriz.

Brat vo vsyom (Brother in Every Inch):
Doğrusunu söylemek gerekirse, günümüzde yaşananları düşününce Rus ordusunda pilotluk eğitimi alan ikiz kardeşlerin yaşadıklarını zaman zaman belgesele veren tatta veren bu filmi övmek pek içimden gelmiyor. Açıkçası savaş başlamadan önce izlediğimde de çok ilgi çekici gelmemişti. Uçma tutkuları ortak, karakter yapıları farklı ama birbirlerinden ayrılamayan bu iki kardeşin hikayeleri çok derinleşemiyordu. Yine de çok fazla milliyetçilik ve gösteriş tuzakların düşmeyen bir film denebilir. Filmden bana kalan, Rusların da uzun eşek oynadıklarını öğrenmek oldu.
Bu arada, filmde görünen oyuncuları çok tanımıyoruz ama sesleri duyulan oyuncuları aslında çok iyi tanıyoruz notunu da düşeyim. Bu da ilginç bir seçim.

Father’s Day:
Ruanda yapımı bu film, benim için festivalin Encounters bölümünde yer almasına şaşırdığım filmlerden biri oldu. Üç farklı hikâyeyi iç içe anlatan film, anlattığı hikayeler ile bir yere kadar ilgi çekse de, görsel tarafını zayıf buldum. İsmi her ne kadar, babaların merkezde olduğu hikayeler anlatıyor gibi gözükse de üç hikâyenin ikisinin odağında kadınlar olduğu söylenebilir. Özellikle masöz olarak çalışırken, hem müşterilerinden hem de eşinden farklı yönde yaklaşımlar gören kadının hikayesi, hem etkileyici, hem de rahatsız ediciydi. Ancak, filmin genelinin amatör bir kısa filmi anımsatan görüntü kalitesi ve ana karakterlerin oyunculukları yeterli olsa da, yan oyuncuların zayıflığı, filmi gözümde epey düşürdü.

I Poli ke i Poli (The City and the City):
Bir zamanlar çok yüksek bir Yahudi nüfusu barındıran Selanik'de, İkinci Dünya Savaşı sırasında, Yahudilere yapılanları anlatan, birbirine geçmiş altı bölümden oluşan bir film. Farklı bölümler, farklı tarzlarda çekilmiş. Sürekli olarak siyah-beyazdan renkliye, geçmişten günümüze, kurmacadan belgesele gidip geliyor. Kullanılan dil bile bu parçalı yapıyı destekliyor: Yunanca, Almanca, Fransızca, Türkçe ve galiba İspanyolca. Tahmin edebileceğiniz gibi, tipik bir anlatı yapısından bahsetmek zor. Yine, ilginçmiş aslında diye başlayıp, ortalarında yorulduğum ve koptuğum filmlerden biri. Belki de günde 4-5 film izlemediğim bir ara, tekrar bakmakta fayda olabilir.


BERLINALE SPECIAL:

À propos de Joan (About Joan):
Açıkçası bu film, dünya gözüyle Isabelle Huppert'i canlı canlı görürüm diye bilet aldığım bir filmdi. Film öncesinde, Huppert'e onur ödülü verilecekti ama covid pozitif çıkınca, Berlin'e gelemedi, törene evinden katılmak zorunda kaldı. Biz de yine uzaktan görmek zorunda kaldık, ne yapalım. Bu arada tören de oldukça geç başladı, uzadıkça uzadı. Aynı filmde oynadıkları Lars Eidinger, Huppert övgüsünü abarttı, adeta ilan-ı aşk etti. Hadi törenin uzaması neyse de, geç başlaması Alman disiplinine yakışmadı.
Film adından net bir şekilde anlaşıldığı gibi, Huppert'in canladırdığı Joan karakteri hakkında. Geçmişiyle, günümüzüyle, bu güçlü kadın karakterin hayatının çeşitli dönemlerine tanıklık ediyoruz. Sınıfı geçer bir film ama öyle çok parlayan bir tarafı da yok. İki iyi oyuncusuna çok yaslanıyor ama galaya da katılan, Joan'ın gençliğini oynayan Freya Mavor da dikkatimi çekti. Fiziksel olarak çok iyi bir kasting değil ama oyunculuk olarak Huppert'i aratmadı. Onun da adını bir kenara yazdık.

Occhiali Neri (Dark Glasses):
81 yaşına gelmiş olan, korku filmleri ustası Dario Argento’un halen film yapıyor olması sevindirici. Her yeni filmini de izleme isteği duyuyorum kendi adıma. Ama üstadın son dönem filmlerinin, önceki filmleri arattığını da itiraf etmeliyiz. Eskort kadınları öldüren bir seri katil ve ondan kaçarken bir araba kazasında gözleri kör olan bir kadının kaçıp kovalamacasını anlatan bu film de öyle. Adeta 80’lerden ışınlanıp gelmiş bir film gibi ama o dönemde karşımıza çıksaydı da çok iyi demezdik sanırım. Yine de Dario Argento’un, günün popüler trendlerine yaslanmayıp, bildiği, sevdiği filmi yapması hoşuma gidiyor. Bu filmi izlerken de bunu hissetim. Çok iyi değil ama Argeonto’yu sevenlere diyeyim.

This Much I Know To Be True:
Valla, bu filme bayıldım ama Nick Cave ve Warren Ellis'e bayıldığım için bayıldım. Üzerine bir de bonus olarak Marianne Faithfull var. Daha ne olsun?
Esasen, pandemi döneminde canlı konser veremeyen Cave'in, stüdyo konseri filmi denebilir. Gecenin son filmi olarak, Cave şarkılarına doyduk, güzel oldu. Hakkını da yemeyeyim, kamera kullanımı, kurgusu ve ışıklar ile oluşturulan atmosfer de gayet iyiydi. Şarkılar dışında, filmin başındaki şeytan öyküsü de harikaydı bu arada. Hatta oradan ayrı bir film bile çıkar.


PANORAMA:

Aşk, Mark ve Ölüm:
Almanya'da yaşayan Türklerin yıllar içinde yaşadıklarını, yaptıkları müzikler üzerinden anlatan çok keyifli bir belgesel. Yönetmenin önceki filmi Motör'ü de çok sevmiştim zaten. Burada da aynı belgesel tarzını devam ettiriyor. Ele aldığı konuya sürekli esprili bir bakış açısı ile yaklaşıyor. Hatta başka bir film olsa, kamera arkası görüntüleri olabilecek çekimleri, filme dahil ediyor. Ama arka planda ırkçılık gibi meselelere değinmeyi de ihmal etmiyor. Bir kısmını çok iyi bildiğim, bir kısmını ilk kez bu belgeselde gördüğüm (muhtemelen Almanya'da çok tanınıyorlar) şarkıcıları, müzisyenleri tanımak da güzeldi. Seyirciden de çok olumlu tepki aldı. Çok fazla alkışlandı. Gerçi, salonun %80'i falan Türkçe biliyordu sanırım.
Yine Türkiye'deki festivallere geleceğine kesin gözüyle baktığım bir film. Şimdiden önermiş olayım. Bir de, bir belgesel için bu cümleyi kuracağımı tahmin etmezdim ama: After Credits'i kaçırmayın!

Ta farda (Until Tomorrow):
Önünde gerçekleştirmesi gereken bir amaç ve bunu yapmak için kısıtlı zamanı olan karakterleri ele alan filmler, bir alt tür oluşturabilir sanırım. Burada da ana karakterimiz Feriştah, sonraki güne kadar, çocuğunu saklayacak bir yer bulmalı. Çünkü ailesi onu ziyarete gelecek ve bir çocuğu olduğundan haberleri yok. İran gibi bir ülkede, bu sırrın ortaya çıkmasının, nelere yol açabileceğini tahmin edebiliriz sanırım. Gerçi, hikâye Türkiye'nin pek çok yerinde de geçebilirdi aslında. Başta çok basit bir şekilde çözülecek gibi görünen bu sorun, giderek çetrefil ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. 
Yönetmen Ali Asgari, İran'da genç bir kadının durumuna bakarken, ülkenin de bir portesini çizebiliyor. Tümüyle tatmin edici bulmasam da başarılı bir yapım. Son birkaç yılda izlediğim filmlerde dikkatimi çeken performanslar sunan Sadaf Asgari (isim benzerliği değilse, yönetmenin de eşi sanırım), bu filmde de gayet iyi. Daha önce de yazmış olmalıyım, İran sinemasının dünya çapındaki yüzlerinden biri haline gelebilir.

Concerned Citizen:
Ben ve Raz, İsrail’in mülteci ağırlıklı bir mahallesinde, konforlu ama şifre ile korunan iki kapıdan geçerek girilen bir apartmanda yaşayan eşcinsel bir çift. Mahallenin giderek değiştiği, “düzeldiği” konuşuluyor sürekli olarak. Belli ki, kentsel dönüşümle, zaman içinde daha “nezih” bir mahalle olacak. İlişkilerinde belli bir seviyeye gelmişler ve taşıyıcı bir anneden çocuk sahibi olmayı düşünüyorlar. Çiftimiz dünyada olanlara, çevreye duyarlı, modern bir çift. Mahalleyi güzelleştirmek adına bir de ağaç dikmişler. Ben, ağaca yaslanan mahalle sakinlerini gördüğünde polise şikâyet ediyor ve olaylar gelişiyor.
Film, Ben karakterinin yaptığı ve haklı olduğunu düşündüğü bir hareketin, hiç beklemediği sonuçlara yol açmasından sonra kendisini sorgulamasını, bu ruh halini çok iyi vermiş. Karakterin yaptıklarını, daha doğrusu şahit olduklarından sonra yapmadıklarını kimseye, belki kendisine bile itiraf edememesi, sürekli olayları çarpıtması, sonunda bulduğu çözüm, seyirci olarak bizim de kendimizi sorgulamamıza vesile oluyor. Bu anlamda başarılı bir film.

Nelly & Nadine:
Bu filmi, listeye aldım ama pek bir yorum yapamayacağım. Dikkatsizlik sonucu, filmin Almanca altyazılı tek seansına girmişim. O saatte yapacak başka işim olmayınca da sonuna kadar salonda kaldım. Bir toplama kampında tanışan iki kadının, yıllara yayılan aşkını anlatan bir belgesel. İyi bir arşiv çalışması yapılmış gibi görünüyordu. Övgüler de aldı. Umarım, Türkçe ya da İngilizce altyazı ile izleme şansım olur ilerde.


FORUM:

Bashtaalak sa’at (Shall I Compare You to a Summer’s Day?):
Festivalin daha deneysel diyebileceğimiz filmlere yer veren Forum bölümünden, bu sene sadece bir film izleyebilmişim. Halbuki genelde, daha çok izlerdim. Film, 1001 Gece Masalları’na gönderme yaparak ve kimi zaman müzikalin, kimi zaman belgeselin sınırlarını zorlayarak, serbest bir ilişki yaşayan eşcinsel karakterler ile tanıştırıyor bizleri. Cinsel kimliklerin iç içe girdiği, hayali ama gerçek bir dünya. Özellikle müzikal kısımlardan beklentim daha fazlaydı, en azından farklıydı ama çok tatmin edici olmasa da ilginç bir yapım.


RETROSPECTIVE:

Nothing Sacred:
Festivalin retrospektif bölümü bu yıl, Mae West, Rosalind Russell ve Carole Lombard’ın oynadığı filmlere ayrılmıştı. Bu sene yeni filmlere ağırlık verince, bu bölümden de tek bir film izleme şansım oldu. William A. Wellman’ın yönettiği bu filmde başrolleri Carole Lombard ve Frederic March paylaşıyorlar. Film radyum zehirlenmesi geçiren ve yakın zamanda öleceği tahmin edilen bir kadının, medyanın ilgisini çekip, New York’a getirilmesi ve burada kendisine çok büyük bir ilgi gösterilmesini, sonrasında doktorun yanlış teşhis koyduğunun ortaya çıkmasını ama olayların yalandan geri dönmek için çok geç noktalara geldiğini anlatan bir komedi. Bu genç kadın ve onu bulan gazeteci arasındaki yakınlaşma da romantik komedi sularında yürüyor.
1937 yapımı bu film, medya çılgınlığı hakkında anlattıkları açısından bugün daha güncel belki. Aynı hikaye, işin içine sosyal medyayı da karıştırarak, bugün de anlatılabilir aslında. Ancak diğer yönlerden filmin zamana direnememiş olduğunu da itiraf etmek lazım. Her ne kadar zaman zaman gülmüş olsam da espri anlayışının, özellikle kadınlar ve farklı etnik kökenler üzerinden kurulan esprilerin günümüzde pek bir yeri yok. Bugünden bakınca, arka planların yapaylığı da çok belirgin ama sinema tarihinden bir parça olarak önemli elbette. Yine de retrospektifdeki en iyi filmlerden biri olmadığı açık.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar