NAİM DİLMENER'LE GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE

HİSSELİ HARİKALAR KUMPANYASI

29 Mayıs 2022 Pazar 21:23
NAİM DİLMENER'LE GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE

12 Eylül, memleketin–hayatın her alanını olduğu gibi, popüler müziğimizi de derin bir şekilde etkiledi, değiştirdi. Bu tarih, müziğimizde ciddi bir kırılma noktasına tekabül ediyor. Marmarisli (şimdi galiba Bodrumlu) ‘ressam’ ve şürekası, “Başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş ‘Devlet’e yeniden işlerlik kazandırmak, tezat ve suskunluğa bürünmüş anayasal kuruluşlar”ı ‘o eski özlenen’ hallerine getirmek için “ülke yönetimine bütünüyle el koymuş ve bu ‘bütünüyle’ sözcüğü hemen ilk gün ile birlikte lafta kalmamıştır. ‘Müzik’ de, bu ‘bütün’ün bir parçasıdır ve ‘paşa’larımıza göre, bu alanı da hizaya sokmak şarttır!
12 Eylül’ün, müzik dünyamızdaki ilk etkileri, aranan–soruşturulan sanatçılarımızın–müzisyenlerimizin listesinin açıklanması ya da duyulmasıyla hissedildi. Listenin başında, Şanar Yurdatapan, Melike Demirağ, Cem Karaca ve Selda olmak üzere popüler müzik piyasamızın her zaman radikal kanadında durmuş önemli isimler vardı. Ama yalnızca bu kadar değil; bilmem ne sendika konserinde çalan müzisyenlerin arasında yer almış filanca ‘bağlamacı’ da, herhangi bir grev alanını şenlendirmiş falanca ‘darbukacı’ da vardı bu listede. Adamlar işi sıkı tutuyordu. Son yıllarda kuvvetle esmiş Ecevit rüzgarı nedeniyle hemen hemen herkes (“Aman fişlenmeyeyim!” ve benzeri) eski tür korkularını bir kenara bırakmış ve aleni olarak, adlı adınca bulunduğu ‘saf’ı seçmiş, rengini belli etmişti nasılsa. Yani yapılması gereken çok kolaydı: Kim ‘sivri’ydi, kim ‘farklı’ydı, yani kim ‘solcu’ydu artık ‘net’ bir şekilde biliniyordu ve tek yapılması gereken, bunları ‘toplamak’tı. Topladılar da.
Kısa bir zaman içerisinde, müzik dünyamızda bir müzisyen açığı belirdi. Kimse yerinde değildi; stüdyoya sokacak adam bulunamıyordu. Bu sanatçı ve müzisyenlerimizin bir kısmı ise zaten Yunanistan üzerinden Almanya ve diğer Avrupa ülkelerinde almıştı soluğu. Yani müzik dünyası, ‘yönetimin’in istediği yerdeydi artık… ‘Pop’un altta kalışı, ‘arabesk’in yükselişi aslında 12 Eylül’den çok önce başlamış bir hadiseydi. Bu alanın tarihçileri, Türküola Plak tarafından İbrahim Tatlıses’in bir albümü için yapılmış tanıtım partisini, oldukça önemli bir nokta, bir yol ayırımı olarak kabul eder. Bu partide; “Konuklar, İbrahim Tatlıses sahnede ‘Sabuha’yı söylerken, dağıtılan çiğ köfteyi afiyetle midelerine indirmiş”tir. 12 Eylül idaresinin yapması gereken de, hayatın her alanını, bu ‘parti’ye çevirmektir: Saçları fönlene–fönlene bir yün yumağına dönüşmüş birbirinin eşi şarkıcıların, birbirinin tamamen aynısı şarkılarının çalınıp söylendiği kebaplı–çiğ köfteli bir parti. Başardılar da.

HARİKALAR DÜNYASI HERKESE NEŞE SAÇIYOR
O günlerde, hem iyi ve aklı başında müzisyen sıkıntısı vardı, hem de, sürekli olarak müziğimizi farklı bir noktaya çekmeye çalışan ‘yaratıcı’ isim eksikliği. Yalnızca her yaptığı ile popüler müziğimizi bir üst noktaya çekmiş Şanar Yurdatapan’ın eksikliği değildi bu. Burada kalanlar da sessizliğe bürünmüştü. Kimse düşünmüyor–denemiyor–farklı bir şey aramıyordu. Hem korkuluyordu, hem de zaten ‘aramaya–denemeye’ gerek kalmamıştı. Neredeyse her ‘aile’nin içerde bir ‘üye’si vardı o günlerde. O durumda olmayanların da bir yakını, ahbabı, tanıdığı ya da komşusu. İnsanın içi kan ağlarken aranacak–dinlenecek bir müzik değildi ‘pop müzik’; aranan; ‘kadere isyan–sitem–şikayet’ eden bir müzikti ve bu tür bir ‘durum’a fon müziği oluşturacak şarkılar da hızlı bir şekilde artmaya başlamıştı. Vaktiyle, “Dertli dertli çal”ması istenmiş “Kemancı” dahil herkes ortadaydı artık. Bu durumun yarattığı sonuçlardan biri de, piyasanın yeni ya da genç isimlere ‘geçit’ vermemesi oldu. Hiç kimse, yeni bir isim için risk almak istemiyordu. Ardından büyük isimlerin durumu zora girdi.
Barış Manço, Nilüfer, Sezen Aksu, Ajda Pekkan gibi ‘baba’ isimler bile rahat çalışamıyor, istedikleri türde albüm yayınlayamıyordu. Yaratılan her şarkıda, paketlenen her albümde o günlerin ‘hava’sı aranıyordu artık. Zerrin Özer, Yeliz ve Nükhet Duru gibi sanatçılar oyunu tamamen ‘açık’ bir şekilde oynamaya karar verdi. Onlar artık pop değil, adlı adınca arabesk ya da Türk müziği yapacaklardı. Pekkan ve Nilüfer gibi isimler ise, daha önce yaptıkları müzikten hiç vazgeçmeseler bile, pop kalkanının ardına sığınıp “Agora Meyhanesi”ne yerleşti, “Sen Mutlu Ol” dileklerini oradan gönderdi…
Ama asıl güçlü silahı Sezen Aksu ve Kayahan keşfetmişti. ‘Örtülü arabesk’ti bu silahın adı. Pop yapmaktan hiç vazgeçilmemiş gibi görüneceklerdi  ama alttan alta müzik yarı pop–yarı arabesk dönüp dururken, şarkıcılarımız “Her şeyin bir bedeli” olduğunu “Katran karası geceler” boyu haykırıp duracaklardı. Bu da (hala ağırlığını kaybetmemiş) bir gelişmeye yol açacaktı: Pop arabeskleşecek, (bir zaman sonra) arabesk poplaşacak ve sonunda da her şeyin pop sayılabildiği bir noktaya gelinecekti…
Hala da öyle bir durumdayız. O günlerin mucizevi gelişmelerinden biri olan Mazhar Fuat Özkan’a denk saymanın yanlış olmayacağı bazı rock gruplarımızın çabaları ve denemeleri bu karamsar tabloyu elbette epeyce değiştirdi. Ama hala alınacak çok yol var. O zamanlar çok korktuk; hemen hemen her şeyden, kendimizden, etrafımızdan… Bu ‘korku’yu müziğin içinden tamamen temizleyebilmek (en az) bir kuşak sonrası mümkün gibi görünüyor; o günleri hiç yaşamamış birilerinin bütün piyasaya egemen olabileceği bir zaman geldiğinde.


BULURSANIZ KAÇIRMAYIN
Mazhar Fuat Özkan ve Nilüfer’in 80’lerde yaptığı her şey
(Hiç şüphesiz) Ajda Pekkan’ın da yaptığı her şey

SAKIN YAKLAŞMAYIN
Başta Ümit Besen olmak üzere çoğu ‘piyanist şantör’
Şarkıları da, onları tanımlayan üst başlık gibi belirsiz ve tuhaf olan ‘taverna – fantezi’ grubuna dahil herkes

KEŞKE OLSA
12 Eylül döneminde yapılmış ama o dönem yayınlanamamış ‘pop’ şarkılardan oluşan birkaç CD

KEŞKE OLMASA
Hasan Mutlucan’ın şarkılarına ciddi bir ihtiyaç

NAİM DİLMENER



Diğer Yazılar