SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SUNDANCE FİLM FESTİVALİ 2021 – BÖLÜM 2

07 Şubat 2021 Pazar 18:29
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen hafta, online olarak takip ettiğim Sundance Film Festivali’nden bir grup filmler ilgili yorumlarımı toparlamıştım. Ödül alan filmler ve öncelikli olarak bir grup filmle daha devam edelim.
Not: ABD Kurmaca Filmler bölümünde 4 ödül alan CODA, Dünya Sineması Belgesel bölümünde büyük ödülü alan Flee ve NEXT bölümünde ödül kazanan Cryptozoo filmleri ile ilgili yorumlarımı, geçen haftaki yazımda bulabilirsiniz.

Hive:
Dünya Sineması bölümünde büyük jüri ödülü, yönetmen ödülü ve seyirci ödülünü aldı. Kosova'da kocasını kaybettikten sonra iki çocuğu ve kayınbabası ile beraber yaşayan ve hayata tutunmaya çalışan Fahriye'nin hikayesini anlatıyor. Seyirci ödülünü almasına şaşırmadığım ama jürinin ödüllerine şaşırdığım filmlerden biri. Kötü bir film diyemem. Kadınların ehliyet almasına bile "orospuluk" gözüyle bakan muhafazakâr bir çevrede, kendi işini kurmaya çalışan bu kadının hikayesi gerçekten seyirciyi yakalıyor. Ama işte, özeti okuduğunuz anda kafanızda canlanan tüm hamleleri yapıyor film. Kasabada Fahriye'ye göz koyan erkekler, başında bir erkek olsun, kadın başına ne yapacaksın diyen büyükler, çocukların ergenlik problemleri vs. Hepsi filmde tek tek yerini buluyor. Tabii bir de savaş sonrası döneminin dramları, kocanın cesedinin hiç bulunamamış olması ve çok küçük de olsa acaba döner mi umudunun olması var. Bunları sömürüye kaçmayan bir sinema dili ile anlatınca, ortalamayı aşan ama çok da parlamayan bir film olarak kalmış bence.

Cusp:
Teksas'da yaşayan 15 yaşında 3 genç kızın geçirdikleri bir yazı anlatan bu film, ABD Belgesel Filmler bölümünde, Çıkış Yapan Sinemacı ödülünü aldı. Fim, yönetmenlerin kurdukları güven duygusu açısından ilgimi çekti öncelikle. Kızlar, ailelerine açıklayamadıkları, gizlice yaptıkları bazı şeylerin kameraya çekilmesine izin vermişler. Yönetmenler de bu samimiyeti görünce, önce bir kısa belgesel olarak planladıkları projeyi uzun metraja çevirmeye karar vermişler. Belli ki amaçları, bu üç kız üzerinden bir jenerasyona bakmak. Açıkçası ben, kuşak farkını hissettim kendi adıma. Cinsellikle tanışma yaşının düştüğünü biliyoruz ama olay meme ucu piercing'i yaptırmaya gelince, 15 yaş biraz düşük geldi, açıkçası.
Ama işin asıl sorunlu tarafı, cinsellik kısmının hemen hiçbir zaman kızların kendi istekleri ile olmaması. Çoğunlukla erkek arkadaşları kendilerinden ayrılmasın diye yapılmış, aslında çok da hoşlanmadıkları bir eylem gibi. Birinin hikayesi daha da karanlık zaten. İlk cinsel deneyimini babasının bir arkadaşı ile yaşanmış. Ama çevrelerindeki kimse de bu durumu pek önemsemiyor. Bir sahnede, arkadaşlarının tecavüze uğradığından bahsederlerken, sıradan bir olay hakkında konuşuyor gibiler.
Kuşaklar değişse de o yaşlarda sevgiliden ayrılmanın dünyanın sonu geldiğini hissi yaratması değişmemiş. Ama bir yaz boyunca bile kızların büyüdüğünü, ders çıkardıklarını hissediyorsunuz. Yönetmenler, film sonrası söyleşisinde, bugün 17 yaşında olan kızların, 2 yıl önce ne saçma şeyler yapmışım şeklinde baktıklarını söylediler. Michael Apted'ın Up belgesellerine benzer bir seri çıkmasına çok uygun bir yapı aslında. 10 yıl sonra bir devam belgeseli gelir belki.

Ma Belle, My Beauty:
NEXT bölümünün seyirci ödülü sahibi film. Bu bölümde genelde, farklı anlatım kalıpları kullanan filmler oluyor ama bu daha düz bir anlatım kuran bir yapım. Yönetmeni filmden önce, kırmızı şaraplarınızı açıp izleyin demişti. Tam da öyle. Fransa'nın kırsal kesiminin güzellikleri arasında geçen, iki kadın ve bir erkekten oluşan bir üçlü ilişki filmi. Hatta araya bir kadın daha giriyor zaman zaman. İlişkinin dertlerine o kadar derinden girmeden bakan sıcak, eğlenceli bir film. İki karakterin müzisyen olması nedeniyle, gece söylenen şarkılar falan da işin içine giriyor.
Üçlü ilişki içinde erkek karakter biraz geri planda kalıyor ama diğer iki karakterin uyumu ve tutkusu daha iyi seyirciye geçiyor. Araya giren kadın dediğim karakter ise bir anda ilgileri üzerine çekerek, olayları hızlandırıyor aslında. Sivan Noam Shimon'un canlandırdığı bu karakter filmin de gizli yıldızı bence. Sinemalar açık olsa da geniş gösterime girmezdi büyük ihtimalle ama tam KuirFest'in ya da diğer festivallerin gökkuşağı bölümlerine uygun bir film.

Mass:
Bence festivalin en etkileyici filmi. Neredeyse tümü tek bir mekânda ve dört kişi arasında geçiyor. Tiyatro uyarlaması dense şaşırmazdım ama yanılmıyorsam yönetmen Fran Kranz'in kendi orijinal senaryosu. Aslında festival kataloğunda bu dört kişinin neden bir araya geldiği yazıyor. Muhtemelen vizyon zamanı geldiğinde, fragmanlardan da belli olacaktır ama ben yine de burada açık etmeyeyim, tıkır tıkır işleyen senaryonun büyüsünü bozmayayım. Reed Birney, Ann Dowd, Jason Isaacs ve Martha Plimpton. Hepsi çok iyi ve senaryo hepsine parlayacakları anlar yaratıyor ama sanırım Ann Dowd biraz daha öne çıkıyor. 2022 Oscar adayları için, 12 ay önceden kehanette bulunsam mı?
Film bir odaya sıkışmış ve diyaloglara dayalı olsa da yönetmenlik olarak da kötü değil bence. Temposunu, nerede karakterlerle birlikte soluk alıp vereceğinizi, nerede o odadan kaçmak istediğinizi iyi görüyor. Bazen sizi odada tutuyor, bazen kaçmanıza izin veriyor. Filmin sıkıntılı olduğunu düşündüğüm tek kısmı, din meselesi ile bağlantısı. Yine açık etmeden, filmin finalde bağlandığı yerin çok hoşuma gitmediğini söyleyebilirim. Zaten o ana kadar derdini anlatmıştı. O sondaki harekete hiç gerek yoktu.

Judas and the Black Messiah:
1960'larda Kara Panterler'in Şikago sorumlusu Fred Hampton ile FBI'a muhbirlik yapan Bill O'Neal'ın hikayesini anlatan filmin adını ödül sezonunda sıkça duymaya başlamıştık. Boşa değilmiş, gerçekten başarılı. O'Neal'ın sıradan bir suçludan muhbirliğe uzanan hikayesi ve Hampton'ın karizması üzerinden yürüyen film, dönemin atmosferini çok başarılı bir şekilde verirken, ister istemez günümüzle de bağlantı kuruyor ve Kara Panterler'in fikirlerini ortaya koyuyor. Önceki filmini izlememiştim ama yönetmen Shaka King, anlattığı hikâyeye hâkim, nerede ne yapması gerektiğini bilen bir yönetmen izlenimi verdi. Özellikle muhbir olan O'Neal karakterini sahnelere dahil etme biçimi, karakter özelliklerine uyuyor. 
Hem Daniel Kaluuya, hem de LaKeith Stanfield çok iyiler. Ki, Kaluuya çok sevdiğim bir oyuncu değildir normalde. Burada kendisi hakkındaki ön yargılarımı yıktı. Ödül sezonunda şansı daha yüksek olsun diye onu yardımcı oyuncu kategorisine koyuyorlar ama alakası yok. Filmin iki erkek oyuncusu da başrol aslında ama işte ödül sezonu planları işin içine girince böyle oluyor. Sinemalar açık olsaydı, vizyonda mutlaka izleyin derdim ama şimdi artık bir şekilde karşınıza çıkınca izleyin diyorum.

Prisoners of the Ghostland:
Sion Sono ve Nicolas Cage. Bu iki manyağın bir araya gelip ne yapacağını merakla bekliyordum. Hatta Sundance'i takip edeceğim belli olduğunda, programıma aldığım ilk film de buydu. Ama açıkçası delilik seviyesi, umduğum düzeyde değil. Temel hikâye Escape from NY esasen. Valinin evden kaçan (ya da kaçırılan) kızı, suçluların egemenliğinde bir bölgeye götürülmüş. Hapisteki Cage abimize de onu evine getirirsen serbestsin deniyor. Tabii ki belli bir süresi var. O süre dolduğunda, görev tamamlanmazsa ölecek. Kıza zarar vermeye kalktığı tespit edilirse, taşaklarına bağlı olan patlayıcılar, tek tek patlayacak!
Sion Sono, bu hikâyeyi anlatırken, binlerce tür arasında gidip geliyor. Ortam western kasabası gibi ama ortada samuraylar cirit atıyor, her yerden Mad Max karakterleri fırlıyor. Bir yerden sonra, seçilmiş kişi anlatısı da filmin içine dahil oluyor. Cage abimiz (ki filmde sadece Hero olarak geçiyor), bir anda kötülüklere son verecek kişi konumuna yükseliyor. 
Sono'dan beklentimiz, bu karmaşadan çok eğlenceli bir film çıkarması idi ama belli anlar dışında çok yükselmiyor film. Özellikle aksiyon sahnelerini sıkıcı bile bulduğumu söyleyebilirim. Yine de meraklısı bir baksın tabii.

R#J:
Farklı bir anlatım tarzı deneyen yönetmeler, klasik hikayeleri kullanarak hem bu hikayelerin gücünü gösteriyorlar hem de anlatım tarzına yabancı hissedebilecek seyirciyi yakalayabiliyorlar. Bu da yeni bir Romeo ve Juliet uyarlaması. Yönetmen Carey Williams, hikâyeyi tamamen cep telefonu ekranlarından ve sosyal medya uygulamaları üzerinden anlatmış. Aslında çok yeni bir fikir değil. Hatta, bu filmin yapımcılarından Timur Bekmambetov'un da böyle bir filmi vardı. Yine de halen yenilikçi bir anlatım tarzı olduğu söylenebilir.
Shakespeare'in karakterlerinin günümüzdeki karşılığını da bulmayı başarmışlar aslında ama bazı olaylar pek inandırıcı olmamış. İki aile arasındaki kavga örneğin. Film, tümüyle Shakespeare'in metinlerini kullanmamış, modern ve klasik arasında bir dil kurmuş. Fakat şöyle bir sorun var bence. Konuşurken ağızlarından Shakespeare'in sözcükleri dökülen gençler, mesajlaşırken günümüzün cümlelerini kullanıyor çoğunlukla. Bu da tutarsız olmuş.
Hikâyeyi bu şekilde kurmanın zorluğunu görebiliyorum. Hızlı kurgusu ile arada atladığım şeyler de oldu muhtemelen ama verilen emeğin karşılığı olacak kadar iyi bir film değil. Farklı bir deneme olarak izlenebilir.

Pleasure:
Porno yıldızı olmak hayaliyle, İsveç'ten Los Angeles'a giden genç bir kadının hikayesi. Olay tümüyle porno endüstrisinde geçse de hikâye yabancı olmadığımız bir yapıda. Ana karakterimiz, yükselme hayali kuran saf ve tecrübesiz bir gençtir. Başta idealist olan gencimiz, oyunun kurallarını öğrendikçe bunları uygulamaya başlar, başarı basamaklarını birer birer tırmanır ama yükseldikçe onu oraya getiren arkadaşlarını satar ve yalnız başına kaldığını fark eder. Hikâyeyi porno sektörüne taşıyınca, kamera arkasında yaşananlara da bakma fırsatı olmuş. Başrol oyuncusu dışında hemen herkes gerçekten bu sektörden. Belki bu yüzden, belki de gerçekten öyledir, bilmiyorum, kamera önünde ne olursa olsun, kamera arkasında kadınlara çok iyi davranıyoruz, onay vermedikleri hiçbir şeyi yapmıyoruz modundalar. Sadece, aramızda bazı çürük elmalar var denmiş sanki.
Ama kamera önünde olanlar rol bile olsa, sahneler sertleştikçe, kadınların üzerinde yarattığı psikolojik şiddeti vermeyi başarmış film. Erkek oyuncuların yaşadıkları ise, daha çok fiziksel sorunlar gibi gözüküyor. Yönetmen Ninja Thyberg, filmin en sorunlu olabilecek tarafını iyi çözmüş. Film, doğal olarak 18+, doğal olarak çok fazla çıplaklık var ama kadın ya da erkek bedenini istismar edecek bir bakış açısı kullanmamış. Belli ki bunun üzerinde titizlikle düşünmüşler.

The World to Come:
Bir dönem filmi olmasıyla ve herkesten uzakta bir mekânda geçmesi ile ister istemez, Portrait of a Lady on Fire'ı hatırlatan bir film. Onun kadar iyi olmasa da meziyetleri de az değil. Yönetmen Mona Fastvold, kapalı ve açık mekanları, mevsim değişimlerinin etkisini ve ses bandını çok iyi kullanmış. Kimi zaman bir roman okurcasına dinlediğimiz dış ses de gayet iyi. Biraz fazla açıklayıcı denebilir ama karakterlerden birinin kendini ifade biçimi bu zaten. Katherine Waterston ve Vanessa Kirby'den yine başarılı performanslar izliyoruz ama sanki Kirby, anlattığı döneme değil, biraz daha bugüne ait bir kadın gibi. Filmin erkekleri ise genellikle, daha pasif bir konumdalar. Filmin zayıf kaldığı nokta ise hikâye akışının çok bildik olması. Biz bunu izledik zaten dediğiniz çok şey var. Trajik bir yerden başlayıp, finalde bir anlamda döngüyü tamamlaması ise biraz basit geldi açıkçası.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar