SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ - MART SEÇKİSİ

28 Mart 2021 Pazar 18:05
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Evde film izleme deneyimine devam ederken bu hafta, İstanbul Film Festivali’nin Mart ayı seçkisinde izlediğimiz filmlerden bir kısmına göz atalım.

Günler (Rizi):

Tsai Ming-liang’ın Günler filmini geçen yıl Berlin Film Festivali’nde izleme fırsatını bulmuştum. Yönetmenin yavaş tempolu tarzı her zaman bana hitap etmediği için filmi izlemeye başlamadan önce epey temkinliydim ama sonuçta filmi çok beğenmiştim. Bir yıl sonra, evde izlemek de benzer bir etkiyi yarattı ama bir yandan da sinema salonlarını ne kadar fazla özlediğimizi hatırlattı. Uzun sabit planlardan oluşan ve neredeyse hiç diyalog içermeyen, hatta az sayıdaki diyalog için de bilinçli olarak altyazı konulmayan bu film, evde dikkatinizi dağıtacak onlarca etmen varken izlemesi çok kolay bir yapım değil. Karanlık bir salonda, tüm dikkatiniz perdede iken izlemek çok daha farklı bir deneyim. Gerçi, sinemada izlerken de sağda solda telefon ışıkları yanar, fısıldaşmalar olursa, o da deneyimden koparır ama en azından benim izlediğim seansta dev bir salonda, dikkat dağıtıcı hemen hiçbir şey olmamıştı.

Bu tip film tanıtımı yazılarında, genellikle filmin konusundan bahsederek başlanır. Yine öyle yapalım ama esasen tek bir cümlede bahsedip bitirebileceğimiz bir konusu var filmin. Önce farklı sınıflardan gelen ve farklı yerlerde yaşayan iki adamın günlük rutinlerini izliyoruz, sonra bir otel odasında bir araya gelmelerini ve ayrılmalarını takip edip, sonraki rutinleri ile devam ediyoruz. Bunu yaparken Ming-liang, durağan ama çok etkileyici sinemasal anlara imza atmış. Giriş bölümünde karakterlerin yalnızlıklarını içinizde hissederken, otel odası sekansında görünüşte sadece fiziksel bir temas olmasına rağmen, bu insanların birbirlerinin hayatlarına dokunduklarını ve o duyguyu içlerinde yaşamaya devam ederek hayatlarına geri döndüklerini görüyoruz. Pek çok kişi için zorlayıcı bir deneyim olduğunu kabul etmekle birlikte, benim 2020’de izlediğim filmler içinde en etkilendiğim yapım olduğunu söylemeliyim.

Kestirme Yol (Meek's Cutoff):

İstanbul Film Festivali’nin online seçkisinde zaman zaman eski filmlere yer vermesi de güzel oluyor. Zamanında kaçırdığımız filmleri de yakalayabiliyoruz. Meek's Cutoff, geçen yıl da farklı bir western filmi ile karşımıza çıkan Kelly Reichardt’ın 2010 yapımı filmi. 1800’lerde Oregon çölünü geçmeye çalışan bir grubun bu uzun ve tehlikeli yolda rehberleri olan Stephen Meek’in götürdüğü rotayı takip edince, yollarını kaybetmelerini ve sonrasında yaşananları anlatıyor. Filmde tipik western kalıplarının bazılarını kullansa da bunları bildiğimiz şekilde kullanmıyor ve özellikle Amerikan yerlilerini önce bir tehdit unsuru olarak çizmesine rağmen finale doğru adeta umudun kaynağı olabilecek bir yere oturtuyor. Filmin başlarında bu zorlu yolculuğa dair verilecek tüm kararlar erkeklere aitken finale doğru, Reichardt’ın çok sevdiği oyunculardan Michelle Williams’ın canlandırdığı Emily karakterinin öne çıkması ile durum değişiyor. Western filmlerinin kötü karakterleri olan Kızılderililer ve çoğunlukla sadece arzu nesnesi ya da kocalarının destekçisi olarak çizilen kadınların karar verici pozisyonu alması ile film bu kalıpları da ters yüz ediyor.

Reichardt’ın tarzını bilenler için tekrarlamaya gerek yok ama bu filmin de seyircinin alışık olduğu westernlerin tersine, ağır tempolu ve yolculuğun süresini seyirciye hissettiren bir yapım olduğunu da vurgulamalı.

İnançlı Atlayış: Friedkin Şeytan’ı Anlatıyor (Leap of Faith: William Friedkin on The Exorcist):

Sinema üzerine yapılan belgeselleri severim. Alexandre O. Philippe de bu konuda başarılı örnekler veren bir isim. Yakın zamanda, Sapık’ın duş sahnesi üzerine olan filmi 78/52 ve Alien’ın yapım sürecini anlatan Memory ile dikkat çekmişti. Bu kez sinema tarihinin en ünlü korku filmlerinden Şeytan’ın (The Exorcist) yapım sürecine bakıyor. Filmin alt başlığından da anlaşılabileceği gibi, kamera önüne Şeytan’ın yönetmeni William Friedkin’i almış ve onunla uzun bir söyleşiye girişmiş. Bu söyleşiyi de yine Şeytan filminden ve Friedkin’in referans verdiği diğer filmlerden görüntüler ile desteklemiş.

Egosunun yüksek olduğu belirgin olsa da (ki çoğu büyük yönetmen için geçerli), eğer Şeytan filmini seviyorsanız Friedkin’in konuşmasını nefessiz takip ediyorsunuz. Filmin yapılmasına sinema Tanrılarının yardım ettiğini düşünmesinden, Jason Miller’ın Stacy Keach’in yerine son anda filme dahil olmasına, filmin müzikleri ile ilgili Bernard Herrmann’ın görüşlerine, Max von Sydow’a yaptığı, “bu sahnede iyi oynayamayacaksan Bergman’ı çağıralım” atarına ve finale dair romanın ve senaryonun yazarı Peter Blatty ile düştükleri ayrılığa kadar pek çok ilgi çekici detay var filmde. Ayrıca Friedkin’in oyunculara çok sert davrandığını da görüyoruz. Kendisi de bugün için kabul edilemez bir davranış olduğunu söylüyor en azından.

Finale doğru biraz ilgimi yitirsem de genel olarak iyi bir belgesel olduğunu söyleyebilirim. Ancak, filmin çekildiği zaman 12 yaşında olan Linda Blair ile nasıl çalıştığı konusunda hiçbir şey söylemiyor. Filmle ilgili okuduklarımızdan, çekimler sırasında Linda Blair ve Ellen Burstyn’in ciddi sakatlıklar geçirdiklerini biliriz. Bunlara da değinilse iyi olurdu.

Diğerleri:

Aslında burada Uzaydan Gelen Renk (Color Out of Space) filminden de iyi bir Lovecraft uyarlaması olarak daha detaylı bahsetmek isterdim ama tam da filmi izlediğimiz günlerde, filmin yönetmeni Richard Stanley’nin bu filmin senaryosunu da beraber yazdıkları Scarlett Amaris’e sistematik olarak şiddet uyguladığı ortaya çıktı ve filmin yapımcıları da Stanley ile bir daha çalışmayacaklarını ve filmin gelirlerini, şiddete uğramış kadınları destekleyen vakıflara bağışlayacaklarını açıkladılar. Bu nedenle benim de filme dair bir şeyler yazma isteğim köreldi.

Kaçan Kadın (Domangchin yeoja), Hong Sang-soo’nun geçen yıl Berlin’de en iyi yönetmen ödülü kazanmasına hiç anlam veremediğim filmiydi. Her ne kadar kedi sahnesi gibi beğendiğim yerler olsa da benim için Sang-soo’nun artık ezberlediğimiz tarzını bir kez daha karşımıza getirmesi ötesinde bir şey sunmuyordu. Güzel Poz (Good Posture), rahat izlenen keyifli bir Amerikan bağımsızı idi ama izledikten sonra akıllarda yer edecek bir film değildi. Kiracı (Sublet), İsrail’in güzelliklerini arka plana alırken bir yandan da yaş farkı olan iki erkeğin yakınlaşmalarını anlatıyordu. Türün bildik kalıplarının dışına çıkamayan bir yapımdı.

Bir sosyal medya fenomeninin, hayatının her anında o kimlikte gözükme zorunluğu üzerinden giden Ter (Sweat), yer yer etkileyici olsa da beklendiği kadar yükselmiyordu. Joanna Hogg’un 2010 yapımı Takımada (Archipelago) filmi ise yetkin yönetmenliğini gösterdiği anlar olsa da son izlediğimiz filmi The Souvenir yanında epey zayıf kalıyordu.

Not: Mart ayı programının son haftasının filmlerini henüz izleyemedim. Oradan dikkate çeken bir film çıkarsa, önümüzdeki haftalarda bahsederiz.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar