SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İNSAN HAKLARI FİLMLERİ

20 Aralık 2020 Pazar 21:14
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 10 Aralık 1948 tarihinde imzalanmış olması nedeniyle, Aralık ayında insan hakları ile ilgili pek çok etkinlik düzenleniyor. Eski güzel günlerde, bu konu ile ilgili filmleri, sinema salonlarında ya da kültür merkezlerinde izlerdik. Bu sene mecburen onlar da dijital ortamlara taşındı. Geçtiğimiz hafta, Avrupa Birliği İnsan Hakları Film Günleri ve TİHV İnsan Hakları Belgesel Film Günleri düzenlendi. İstanbul Film Festivali’nin Aralık seçkisi de insan hakları konusunu temel alıyordu (geçen haftaki yazımda bahsettiğim Ağlayan Kadın ve Vitalina Varela da bu seçkidendi). Aslında bir de Hangi İnsan Hakları Film Festivali olacaktı ama onlar “pek çok festivalin aynı günlerde çevrimiçi gerçekleşeceğini göz önünde tutarak” bu sene pas geçmeyi tercih ettiler. Doğru bir karar olabilir, çünkü hepsine yetişmemiz mümkün olmadı. Bu hafta, insan hakları ile ilgili filmlerden yetişebildiklerim arasından, öne çıkanlara değineceğim.

Evin’de Doğmak (Born in Evin):
Aslında oyuncu olarak tanınan, hatta Tayfun Pirselimoğlu’nun Ben o Değilim filminde de oynamış olan Maryam Zaree’nin kişisel hikayesi üzerinden İran’ın tarihine ve işlediği insanlık suçlarına baktığı bir film. Zaree, İran’da doğmuş olmasına rağmen, iki yaşında annesi ile birlikte Almanya’ya gittiği için ülkesini hemen hemen hiç hatırlamıyor. Babası ise, hapiste olduğu için, ancak birkaç sene sonra gelebiliyor. Kendisine söylenmeyen şey ise, onun da Evin hapishanesinde doğmuş olduğu. Biraz büyünce bir akrabalarının ağzından kaçırması ile öğreniyor zaten. Ancak annesi yıllar içinde Zaree’ye bu konu ile ilgili pek fazla detay vermemiş.
Bu filmde Zaree, kendi hikayesinin izini sürerken, kendisi gibi hapishanede doğmuş diğer çocukları, hapishanede doğum yapmış anneleri bulmaya, onların neler hissettiğini anlamaya çalışıyor. Bunda çok başarılı olduğu söylemez çünkü yaşanılan travma o kadar büyük ki, genellikle konuşmak istemiyorlar. Ama aynı hapishanede kalan başka kadınlarla konuşmayı başarmış ve onlardan gerçekten insanlık dışı hikayeler dinliyor. Bu süreçte, İran yakın tarihini de inceliyor ve filmin sonunda hem kendisi hem ailesi için bambaşka bir noktaya vararak, aslında en başta doğru soruları sormadığını düşünmeye başlıyor.
Gerçekten etkileyici ve üzerinde düşünmeyi gerektiren bir film. Maryam Zaree de kişisel hikayesi ile geneli birleştirmeyi, duyduğumuz korkutucu hikayelere karşın tıpkı ailesi gibi, umudu hep koruyan bir film yapmayı başarmış.

Pamir Sineması (Cinema Pameer):
Geçirdiğimiz pandemi sürecinde, biz sinemaseverler, sinema salonlarının bizim için ne ifade ettiğini çok daha iyi anladık. Zaman zaman sinema salonlarında rahatsız olduğumuz şeyleri bile özlediğimizi fark ettik (hepsini değil). Pamir Sineması, Afgantistan’daki az sayıdaki sinema salonlarından biri. Bu film de o salon hakkında bir belgesel.
Pamir Sineması, bugün elimizde neredeyse hiç kalmayan, eskinin büyük salonlu ve balkonlu sinemalarından. İzlerken İstanbul’daki Emek Sineması’nı, Ankara’daki Akün Sineması’nı hatırlattı. Halen dijitale geçmemiş ve 35 mm. makaralardan film gösteriyorlar. Film izleme deneyimi de belki de bizim Yeşilçam günlerini hatırlatıyor biraz. Bugün için, salonlarda bizi çok rahatsız edebilecek bir ortam var. İnsanlar filmle ilgili sürekli yorum yapıp konuşabiliyorlar örneğin. Perdeye lazer tutanlar, sinemada sigara ve haşhaş içenler de olabiliyor. Bu yüzden salona girerken bir arama yapılıyor ve sigara, haşhaş ve şampuan gibi malzemeler salona sokulmuyor (şampuanın nedenini hayal gücünüze bırakıyorum). Filmin en renkli karakterlerinin biri, eski bir asker olan sinema müdürü. Sinemada huzursuzluk çıkaranları yakaladığında, filmin ortasında el fenerleri ile salona dalıp sorumlu kişiyi yaka paça dışarı atabiliyor ya da film devam ederken, ona salonun huzurunu bozma diye öğüt verebiliyor.
Ama bu film sadece bir sinema salonunun belgeseli değil. Afganistan’ın durumu hakkında da söyleyecek sözleri var. Sinema personelinin hemen hepsinin geçen savaş yılları ile ilgili anıları, hikayeleri var. Seyirciler açısından da film izlemek çoğunlukla yaşanılan gerçeklikten uzaklaşmak anlamına geliyor. Ayrıca Afganistan’a film getirmek, zaman zaman bu işi yapanların hayatlarını tehlikeye atabiliyor. Bunun yanında elbette bir sansür kurulu da var. Filmler ve afişler sansürleniyor. İşin ilginci, kadınların sinemaya gitme imkânı çok kısıtlı iken, sansür kurulunda hangi sahnelerin çıkacağına karar veren kişilerden biri kadın.
Filmle ilgili yönetmenle yapılan söyleşide, ne yazık ki sinemanın geçtiğimiz sonbaharda kapandığı ve hükümetin konferans salonu olarak kullanmaya başladığı söylendi. Kovid günlerinde mecburen kapanacaktı belki, ama yine de üzücü.

Antigone:
Antigone’yi Sofokles’in meşhur tragedyası olarak çoğumuz biliriz. Yönetmen Sophie Deraspe, bu hikâyeyi günümüz Kanada’sına taşımış. Antigone ve ailesi Cezayir’den kaçmak zorunda kalan ve Kanada’ya yerleşen bir aile. Dört kardeş ve büyükannelerinden oluşan ailenin anne-babaları Cezayir’de öldürülüp, cesetleri evlerinin önüne bırakılmış. Antigone, başarılı bir lise öğrencisi, hatta Kanada’da önemli bir politikacının oğlu da erkek arkadaşı. Ablası bir kuaför salonunda çalışıyor ama abileri suç dünyasına karışmış. Bir gün abilerinden biri polis tarafından öldürülüp, diğeri de sınırdışı edilme tehlikesi ile karşılaşınca, Antigone’nin mücadelesi başlıyor.
Antigone’nin kendi doğruları ile tek başına tüm sistemin karşına çıkması, giderek onu destekleyenlerin çoğalması gerçekten etkileyici bir şekilde anlatılmış. İçine girdiği hemen her ortamda değişim yaratabilme gücü bazen biraz fazla olmuş ama yine de etkileyici. Abisinin yerine geçtiği kısımda da inandırıcılık konusunda bir problem yaşıyor ama hikâyenin ilerleyebilmesi için o adımı kabul edip geçtim kendi adıma. Tüm filmi sırtlayan Nahéma Ricci de son derece başarılı. Onun da henüz çok kısa bir oyunculuk kariyeri var ama doğru projelerle devam ederse yükselebileceği ışığını veriyor.

Aşkmobil (Lovemobil):
Almanya’da ormanların kenarlarında yaşadıkları karavanlarda seks işçiliği yapan göçmen kadınlar üzerine bir belgesel. Film Nijeryalı ve Bulgaristanlı iki kadın ve onlara karavanları kiralayan Alman kadının hikayeleri üzerinden dönüyor. Aslında iki seks işçisinin hikayesi de benzerlerine çok rastladığımız, ne yazık ki artık bizi şaşırtmayan hikayeler. Ailelerine para gönderebilmek umuduyla farklı ülkelere gitmişler, çeşitli durumlar sonrasında bu işe doğru sürüklenmişler, eski arkadaşlarına ne yaptıklarını söyleyemiyorlar ve günün birinde bu işi bırakmayı umuyorlar. Yaptıkları işin tehlikeli tarafı her zaman akıllarının bir köşesinde. Bazı müşteriler iyi davransa da dövülen hatta öldürülen arkadaşları da var. Alman kadının hikayesi ise daha ilginç. Aslında kendisi de yıllarca bu işi yapmış, zamanında bir eşi ve çocuğu da olmuş ama yürümemiş. Yaşı arttıkça kendisine olan talebin azaldığını fark edince karavan kiralama işine girmiş. Bir zamanlar sömürülen kişiyken, artık sömüren kişi olmuş. Ama bir yandan da karavanlarında çalışan kadınlara özellikle para konusunda çok sert davranırken, onları mutsuz gördüğünde de hatırlarını sorup, dertlerine ortak olabiliyor.
Yönetmen Elke Lehrenkrauss, bu üç karakterin hikayelerini anlatırken onlarla iyi bir güven ilişkisi kurmuş belli ki. Zaman zaman kendilerine ait sırları da paylaşabiliyorlar. Bazı müşterilerin filme çekilmeye izin vermiş olmaları da ilginçti. Belli ki, bir şekilde onlarda da o güveni oluşturabilmiş. Ayrıca bildiğimiz ya da tahmin ettiğimiz hikayeleri anlatsa bile sadece söyleşiler ile yetinmemiş, karakterlerin günlük hayatlarını da bize yansıtmaya çalışmış. Ancak kadınlardan birinin, arkadaşına ne yaptığını itiraf ettiği sahneler gibi bazı anlar çok inandırıcı gelmedi. Sanki önceden planlanmış ve kamera karşısında oynanmış sahnelerdi.
Filmin söyleşisinde yönetmen, başka karakterlerle çekimler yaptıklarını da söyledi. Filmden çıkarttığı isimlerden biri, yaptığı işten çok mutlu bir karaktermiş. Filmin anlatısına uymadığı için çıkardığını belirtti ama seks işçileri ile ilgili kabul gören anlayışın dışında bir bakış olduğu için filmde yer almasını isterdim açıkçası.

Çok Uzakta (Zu Weit Weg):
Yine Almanya’dan bir göçmen hikayesi ama bu kez çocuklara yönelik, kurmaca bir film. Alman bir çocuk olan Ben ile, Suriyeli bir çocuk olan Tarık’ın hikayesi. Her ikisi de yeni öğretim yılına yeni bir okulda başlayan iki çocuk. Bir anlamda her ikisi de öteki. Tarık’ın durumu daha kötü elbette. Suriye’deki savaştan kaçarak abisi ile beraber Avrupa’ya gelmişler ve o sırada onunla da yolları ayrılmış. Evleri yıkılmış, yok olmuş. Ben ve ailesi ise, kasabalarının yakınındaki maden ocağı nedeniyle evlerinden çıkan zorunda kalmışlar. Onların kasabaları da adeta hayalet kasabaya dönmüş. Her ikisi de futbolda çok yetenekli ama yeni takıma kendilerini kabul ettirmeleri de çok zor gözüküyor.
Aslında her iki karakter de filme dahil olduklarında, zamanla arkadaş olacaklarını, ortak yönlerini keşfedeceklerini, kendilerini yeni ortamlarına kabul ettireceklerini, hatta Ben’in ablası ile olan sorunlarını çözeceğini de fark ediyoruz. Bu anlamda çok bildik hikâye kalıpları üzerinden yürüyen bir film ama temel amacının çocuklara, kimsenin ötekileştirilmemesi mesajını verirken, rahat takip edilen bir hikâye yapısı kurmak olduğu da açık. Bu arada Suriyeli mülteciler ilgili temel bilgiler veriyor olması da bir artı. Bu yüzden filmin sinemasal açıdan çok büyük meziyetleri olmasa da ideal bir çocuk filmi olduğu söylenebilir.

Buñuel, Kaplumbağaların Labirentinde (Buñuel en el laberinto de las tortugas):
Aslında bu filmi geçtiğimiz aylarda, Ankara Film Festivali’nde salonlarda izlemiştik. Madem İnsan Hakları Film Günleri’ne dahil edilmiş, o zamanki fikirlerimi de buraya alayım dedim.
Luis Buñuel'in üçüncü filmi olan Las Hurdes'in çekim sürecinde yaşananları anlatan bir animasyon var karşımızda. Hikâye ilginç gerçekten. L'Age d'Or filmi sonrası, Buñuel büyük bir tepki ile karşılaşıyor. Bu tepkiler neticesinde, yeni projeleri için para bulmayınca, biraz da tesadüfler sonucunda bir arkadaşının da yardımıyla bu belgesel projesine girişiyor. Ama söz konusu Buñuel olunca bu belgesel de tartışmalı oluyor. Dramatik etkiyi arttırmak için belgesele kurmaca sahneler katıyor, hatta bazı hayvanları öldürüyor. Spoiler’lı bir örnek: Keçiler, bu yolda sıklıkla uçurumdan aşağı düşer diyorlar, yaptığı çekimlerde bu durumla karşılaşmayınca bir keçiyi kendisi vurarak, aşağı düşmesini sağlıyor.
Film, hikayesini başarılı bir şekilde anlatmış ama çok rahatlıkla canlı oyuncularla çekilen bir biyografi filmi de olabilirdi. Neden animasyon sorusunun cevabı, filmin bir çizgi roman uyarlaması olması ama sadece bu cevap yeterli gelmedi bana. Buñuel gibi bir yönetmeni anlatıyorsanız ve elinizde animasyon gibi, hayal gücünüzü sınırsız kullanabileceğiniz bir mecra varsa, daha aykırı bir şeyler beklerdim. Birkaç sahne dışında çok düz bir anlatımı var. Bu, filmi kötü yapmıyor ama bence daha iyi olma fırsatını kaçırmış. Ayrıca filmde çeşitli siyah-beyaz görüntüler de var. Eğer yanılmıyorsam, Buñuel'in filminin gerçek görüntüleri bunlar. Animasyon arasına o görüntülerin girmesi, gerçekten başarılı bir kurgu ile yapılmış. Filmin artılarından.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar