SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

FRANSIZ SİNEMA HAFTASI-2022

24 Temmuz 2022 Pazar 10:15
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz günlerde Ankara’da, Fransız Kültür’ün düzenlediği “Fransız Sinema Haftası” kapsamında 5 film izleme fırsatı bulduk. Beşi de farklı türlerde olan bu filmleri, CerModern’in açık hava sinemasında izledik. Etkinliğin web sitesinde, aynı filmlerin, önümüzdeki günlerde Türkiye’nin farklı şehirlerinde de gösterileceği belirtilmiş. Şu an için on şehirde gösterim planlanmış ama sayı daha da artabilir deniyor.
Vizyon takvimi hala zayıf giderken, bu filmlere bir göz atalım:

Indes Galantes:
Bu film, ilk kez 1735'te sahnelenmiş klasik bir operanın modern bir anlayışla ve günümüze uyarlanarak sahnelenme sürecini anlatan bir belgesel. Klasik opera sanatçıları ile modern dans sanatçılarını birleştiren yapısıyla, farklı bir birliktelik kurulmak istenmiş. Dansçıların çoğunlukla göçmenlerden oluşması ve operanın Bastille'de sahnelenmesi de farklı mesajlar içeriyor. Tam bu çabalardan ötürü, daha tutucu sanat çevreleri tarafından da tepkiyle karşılanan bir yapıt olmuş.
Filmde bu operanın prova sürecini ve galasını izliyoruz. Prova kısımlarında gerçekten çok etkileyici dans sekansları ve müzikler var. Bazen bizim sıradan seyirci olarak fark etmeyeceğimiz ufak detaylara bile, ne kadar özen gösterilmiş olduğunu görürken, bazı dansçıların kişisel hikayelerine de çok ucundan-köşesinden dahil oluyoruz.
Orijinal operayı biliyor olsam, değişiklikler ve yeniden yorumlamaları daha iyi kavrardım muhtemelen. Bu benim eksiğim. Bunun dışında provaları görmek de etkileyiciydi ama eserin bitmiş halini de tam olarak görmek isterdik. Elbette bu filmin içinde olması mümkün değildi. Hem filmin konsepti bu değil hem de süresi 5 saat falan olurdu o zaman. Ama tahminim, sahnelenen opera da kayıt altına alınmıştır. Buradan yetkililere sesleniyorum. Bir ara onu da izlesek ne güzel olur.
Bu arada, bu projenin oluşmasına esin kaynağı olan 5 dakikalık kısa filmin, MUBİ'de olduğu notunu da düşeyim.

Rouge (Red Soil):
Babasının yıllardır işçi ve sendika temsilcisi olarak çalıştığı fabrikada, hemşire olarak göreve başlayan genç bir kadın, işçilerin sağlık kontrollerinin düzenli yapılmadığını ve bazılarının ciddi hastalıkların eşiğinde olduğunu fark eder. Olayı araştırdıkça, bir gazetecinin de yardımı ile fabrikanın çevreye verdiği zararların da farkına varır. Daha da kötüsü, babasının işçiler ve işveren arasında orta yolu bulabilmek için, bazı şeyleri bilse de bilmezden geldiğini öğrenir.
Gerçek olaylara dayanan bu film, bir yandan işçilerin sağlığını ve çevreyi görmezden gelerek, faaliyetlerini sürdüren bir fabrikayı anlatırken, bir yandan da bir aile içindeki krizi ele alarak, etik olarak doğru olanın ne olduğu sorusunu ortaya koyuyor. Merak unsurunu ayakta tutan, başarılı oyunculuklara yaslanan ve önemli bir konuyu ele alan bir film. Ancak finale doğru hem inandırıcılık sorunları yaşıyor, hem de sonuca fazla hızlı bir şekilde bağlanıyor. Bu nedenle, son bölümde, bir miktar kan kaybettiğini söyleyebiliriz.
Film, Covid nedeniyle yapılamayan 2020 Cannes Film Festivali’nin resmi seçkisindeydi. O yıl, filmler alt bölümlere ayrılmadan açıklanmıştı hatırlarsanız. Muhtemelen ana yarışmada yer alan bir film olmayacaktı. Ama yönetmen Farid Bentoumi'yi ilerde daha iyi yerlerde göreceğimizin sinyali olabilir.

Adieu Les Cons (Bye Bye Morons):
Filmi izledikten sonra, eğlenceli, keyifli, biraz da duygusal, çıtır çerez bir film cümlelerini kuracaktım ama bir baktım, geçen senenin César ödüllerinde (bildik benzetme ile, Fransa’nın Oscarları) en iyi film ve yönetmen dahil, 6 ödül almış. Keyifli film ama o kadar da değil. Pandeminin de etkisi olabilir. Rakipleri arasında da pek dişe dokunur film yokmuş.
Film ne anlatıyor? Yakında öleceğini öğrenen bir kadın, 15 yaşında doğurup, evlatlık vermek zorunda kaldığı oğlunu arıyor. Bu sırada da yolu, intiharın eşiğine gelen yalnız bir bilgi işlemci ve kör bir arşiv görevlisi ile kesişiyor. Bu üçlünün maceraları zaten kendi başına bir mizah duygusu içeriyor. Yönetmen, senaryo yazarı ve başrollerden birini canlandıran Albert Dupontel, aralara duygusal anları da ustaca serpiştirmeyi başarmış. Hatta ufak bir yan karakter olan doktordan bile, hisli bir hikâye çıkartabilmiş. Ama filmi gerçekçi bir yapım olarak görmek de çok mümkün değil. Mantıksız görünebilecek çok şey var ama onları da komedi çerçevesinde eritmiş. Virginie Efira, her zamanki gibi, perdede göründüğü anda kalpleri çalıyor. Albert Dupontel ve Nicolas Marié de iyi bir ikili olmuşlar.
Başa dönecek olursak, Fransa'da pandemi sonrası sinemaların yeniden açılışını sürükleyen film olduğunu fark ettim. Yaklaşık 2 milyon kişi izlemiş. O zaman rahatlıkla, seyirciyi yakalamayı başaran bir ana akım film örneği diyebiliriz.

Un Fils (A Son):
Bu filmde, bir terör saldırısında, kaza kurşunu ile yaralanan ve karaciğer nakline ihtiyaç duyan bir çocuğun, anne ve babasının hikayesini izliyoruz. Fransız Sinema Haftası’nın en duygusal film. Hatta birkaç defa, duygu sömürüsünün kıyısına kadar gidip döndü. Daha filmin başlarında ortaya çıktığı için rahatça yazabilirim herhalde. Çocuğun babasının, gerçek babası olmadığı ortaya çıktığında, "Şimdi Yeşilçam filmine bağladı" dedim ama o konuda bildik tuzaklara çok düşmedi en azından.
Filmin, biyolojik babayı bulup ikna etme ve organ mafyasından karaciğer bulma çabaları olarak, iki aks üzerinden gittiğini söyleyebiliriz. Her ikisinde de karakterlerimizin önüne belli ahlaki çıkmazlar getiriyor. Fikir olarak fena olmasa da sonuç, o kadar iyi değil. Çünkü bu ahlaki çıkmazlar, çoğunlukla çok kör parmağım gözüne mantığı ile kurulmuş ve yine çoğunlukla ders vermeyi amaçlayan durumlar. Bizi de seyirci olarak ikilemde bırakacak, "doğrusu ne olmalı" sorusunu kendimize sorduracak durumlar pek yok. Böyle olunca da finalde bağlanacağı yeri merak ettirse bile çok iz bırakan filmlerden biri olamıyor. En azından, oyuncu performansları başarılı diyebiliriz.

Petit Vampire (Küçük Vampir):
Haftanın kapanış filmi, çocuklara yönelik olsa da büyüklerin de keyif alabileceği bir animasyondu. 300 yıl önce, annesine takıntılı bir prensten kaçarken, yaşayan bir ölü olan bir korsanın yardımı ile hem kendisi, hem annesi vampir olan ve 300 yıldır 10 yaşında olan küçük bir vampirin maceraları. Prens de ölümsüzlüğün yolunu keşfedince, yıllarca prensten kaçmışlar günümüzde de bir görünmezlik büyüsü ile ondan saklanmayı başarmışlar. Ama küçük vampirimizin yaşadıkları şatodan çıkması yasak ve günlerini bir takım doğaüstü yaratıklar ile birlikte, gündüz uyuyup, gece sinema kulübünde, korku filmleri izleyerek geçiyor. Ancak, 300 yaşında olsa da ruhu hala çocuk olan kahramanımız, dışarı çıkıp oyun oynamak istiyor ve olayla gelişiyor.
Günümüzde sürekli bilgisayar animasyonları izlerken, eski usül, elle çizilmiş izlenimi veren bir animasyon izlemek güzeldi. Bazı yerlerinin çok küçük çocuklar için korkutucu olabileceğini düşünsem de doğaüstü yaratıklar gayet sevimliydi. Ama büyüklerin anlayabileceği göndermeler de yok değildi. Yaratıklardan birinin, nükleer denemeler nedeniyle ortaya çıkması ya da kötü adamın yardımcılarının diktatörlük yerine demokrasi istiyoruz isyanları mesela. Sinema kulübünde gösterilen korku filmleri de sinefil damarımızı bir yerden yakalıyordu. Haftaya güzel bir kapanış oldu.

Ankara’dan Etkinlikler:
Bu bölümde yine CerModern’deki açık hava sinemasının programını verelim:
26 Temmuz Salı: Yola Devam / Hit The Road
28 Temmuz Perşembe: Licorice Pizza
29 Temmuz Cuma: Supereroi / Süper Kahramanlar
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar