SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

FİLMEKİMİ 2021 İZLENİMLERİ – BÖLÜM 2

24 Ekim 2021 Pazar 10:13
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz haftanın, ülkemiz sinema sektörü için en önemli gelişmesi, %50 kapasite sınırının kaldırılmış olmasıydı. Çok gündem olmadı, sessiz sedasız kaldırıldı ama özellikle Venom gibi pandemi dönemi seyirci rekoru kıran bir filmin arkasından Dune’un gösterime gireceği hafta bu kararın gelmesi, yeni bir seyirci rekorunun da habercisi gibi. Filmekimi devam ederken, henüz bu kural yürürlükteydi. %50 kapasiteli salonların, özellikle akşam seanslarında dolduğunu düşünürsek, sonraki festivallerde %100 kapasiteli salonların da dolacağını tahmin edebiliriz.
O halde, geçtiğimiz hafta başladığımız Filmekimi’nin Ankara ayağının izlenimlerine, kalan 13 film hakkında kısa kısa notlarla devam edelim.

Ryû to sobakasu no hime (Belle):
İKSV'de festival programı yapan birileri Mamoru Hosoda'yı çok seviyor olmalı. Yıllar içinde vizyona girmese bile neredeyse her filmini sinema perdesinde izledik. Belle de tipik Hosoda temalarını ve karakterlerini içeren, başarılı bir anime. Gerçek dünyadaki zayıf taraflarını, sanal dünyada gizlemeye çalışan karakterlerimiz var yine. Elbette cıvıl cıvıl ama giderek sert ve acımasız bir sanal dünya kurulmuş. Gerçek dünya ile bağlantıları da iyi işliyor. Hikâye ilk başta hafif bir gençlik hikayesi gibi gözükse de, bir yakının kaybı ile baş etme ve hatta çocuk istismarı gibi daha karanlık noktalara da gidiyor; Ama temel olarak bir büyüme hikayesi de diyebiliriz. Bir yandan da alternatif bir Güzel ve Çirkin uyarlaması izliyoruz (çok barizmiş aslında ama izlerken biraz geç fark ettim kendi adıma).
Karakter çizimleri Hosoda'nın diğer filmlerine çok benziyor. Hatta tüm bir Japon anime geleneğinden geliyor. Bu nedenle filme çok çabuk adapte oluyorsunuz. Hosoda’nın bu filmi, bu kez vizyona da girecek gibi gözüküyor. Anime sevenlere önerebileceğim bir film.

A Chiara:
Jonas Carpignano’nun önceki filmi A Ciambra’yı izlediyseniz, çok net bir şekilde, o film hakkında ne düşündüyseniz, aynısını bu film için de düşüneceksiniz diyebilirim. İki film de 14-15 yaşlarındaki karakterlerin büyüme hikayesi. Karakterleri biraz farklı yerlerden ele alsa da iki filmin tarzları çok benziyor. Açıkçası kendi adıma, karakterlerin burnunun dibinden ayrılmayan hareketli kamera kullanımının beni biraz yorduğunu söylemeliyim. Özellikle, büyük bir perdede izliyorsanız. Her ne kadar kurmaca bir öykü anlatsa da filmin gerçeklikle bağları çok sağlam. Oyuncuları, filmin geçtiği yerlerde yaşayan, gerçek insanlar, gerçek bir aile. Bir anlamda kendilerinin alternatif bir versiyonunu canlandırıyorlar. Bu yüzden bazen tekdüze olsa da yapay gelen hiçbir şey yok; ama bahsettiğim tarzı ve temposu nedeniyle, tıpkı önceki filmi gibi, bunun da çok içine giremediğimi söylemeliyim. Ama iyi film mi? İyi film.

La Fracture (Yol Ayrımı):
Fransa’da, Macron'a karşı Sarı Yelekliler'in yaptığı gösterilerin yoğunlaştığı bir gece, bir hastanenin acil servisinde yaşananlar. Komedi havasında başlayıp, giderek daha duygusal bir noktaya gidiyor. İzlerken, biz Gezi eylemleri ile ilgili neden benzer bir film yapamadık diye düşünmeden edemedim. Catherine Corsini, nefes aldırmayan bir tempoda, pek çok konuya el atmış. Fransa'nın sağlık sistemindeki sorunlar, grevde oldukları halde acilde çalışan sağlık personeli, polis şiddeti, ayağından yaralı olduğu halde, kovulmamak için işine gitmenin yolunu arayan şoför vs. vs.
"Onlar eylemci değil hasta" diyen doktor ya da "kötü bir şey yapmadığım halde beni dövdüler" diyen kadın üzerinden mesajlar vermeyi de ihmal etmemiş. Başlardaki komedi dozunu ve Valeria Bruni Tedeschi'nin performansını biraz abartılı bulsam da genelde sevdiğim bir film oldu.

The Card Counter (Kumarbaz):
Filmekimi programının iyilerinden. Adından ve girişindeki oyunlara dair ihtimal hesaplarının detaylı anlatımından bir kumar filmi izleyeceğiz diye düşünmüştüm ama farklı yerlere gitti film. Gerçi, Taxi Driver da taksi şoförlüğü ile ilgili bir film değildi.
Paul Schrader yine geçmişi ile hesaplaşan, ilginç bir karakter yazmış ve aslında bir adamın vicdani hesaplaşması üzerinden, Amerika'nın günahları meselesine el atmış. Filmde gözümüze sokarcasına Mr. USA diye bir karakter bile var. Onun Ukraynalı olması da ayrı bir muziplik. Paul Schrader'in yazdığı ya da yönettiği filmlerdeki baş erkek karakter, genelde çok iyi yazılmış ve oynanmış olur. Oscar Isaac, bu kuralı bozmuyor. Venedik'te erkek oyuncu ödülü alsa, kimse ses etmezmiş. Alsa, Oscar adaylığı yolundaki eli de güçlenirmiş. Tiffany Haddish ise sönük kalıyor ama bu da onun suçu değil. Yine bir Schrader klasiği olarak, arka planda kalan kadın karakterlerden bir diğeri dersek yanlış olmaz sanırım.
Yanlış hatırlamıyorsam, filmin başında Türkiye'den bir dağıtımcı logosu çıkmadı. Umarım gösterime girer.

Lamb (Kuzu):
Çocuk sahibi olamayan bir çift, bir kuzuyu çocukları gibi benimser, ona insan gibi davranmaya başlarlar ve olaylar gelişir. Bazı yerli filmlere, iyi bir kısa film fikrini çekiştire çekiştire uzun metraj yapmış diyoruz ya, işte bu durumun sadece bizde olmadığının kanıtı. Evet, kesinlikle ilginç bir fikir yakalanmış ama bunu finale varana kadar hep aynı şekilde, üstelik çok da başarılı olmayan bir şekilde tekrarlıyor. Hele o final var ki, başımı ellerimin arasına alarak, "yapma, bunu yapma" demek istedim. Titane için şöyle yazmıştım: "aynı hikâye, başka bir yönetmen/senaristin elinde, böyle saçma şey olur mu dedirtebilirdi". İşte burada yönetmen, aslında benzer absürtlükte bir durumu inandırıcı kılamamış.
Filmin yürütücü yapımcıları arasında Béla Tarr'ın olduğunu jenerikte fark ettim. Filmin hikayesine tav olduğuna inanmak istiyorum. Yoksa, hiç onun tarzı bir anlatı değil.

Murina:
Martin Scorsese'nin dünya sinemasına destek eylemleri devam ediyor. Henüz ilk uzun metrajını çeken Hırvat bir yönetmenin filmine yürütücü yapımcı olarak katkı vermesi ilginç ve değerli gerçekten. Festivalde yönetmen söyleşisi olsa, direkt bu konuyu sorardım herhalde. Film, bu desteği ya da Cannes'da aldığı, en iyi ilk film ödülünü hak edecek bir film mi, ondan emin değilim yalnız. Çok fazla izlediğimiz, bir büyüme, doğduğu yere ait olamama, aileye isyan öyküsünün farklı bir çeşitlemesini izliyoruz. Filmde doğrudan, şurası da kötü olmuş diyebileceğim çok fazla bir şey yok ama benzerleri arasında öne çıkabilecek, fark yaratacak bir şey de bulamadım. İyi film mi? Evet, ama o kadar işte. iki senedir Ankara'nın dışına çıkmayan biri olarak deniz manzaraları içimi ısıttı, o ayrı.

Ahed's Knee (Ahed'in Dizi):
Bu festivalde, birkaç filme ilgili "biz ne izledik şimdi" yorumları görmüştüm. Bu hakkımı Ahed's Knee için kullanmak istiyorum. Filmin genel yapısı anlaşılmaz olduğu için değil de, filmdeki bazı tercihlere anlam veremediğim için bu cümleyi kuruyorum. Filmin seyircinin üzerine üzerine yürüyen öfkeli yapısı, bir an bile durup dinlemeyen hareketli kamerası gibi unsurlar, beni filmden soğuttu ve uzaklaştırdı.
Yine de farklı bir şeyler yapma çabasını takdir ettim. Festivaldeki diğer filmlerin hiçbirine benzemiyor. Cannes'daki ödülünü de bu yüzden almış olması muhtemeldir. Filmin en sevdiğim kısımlarının, film içindeki yönetmenin katıldığı festivaldeki söyleşileri olduğunu söyleyebilirim. Ama genel olarak, Nadav Lapid beni yoruyor dediğim filmlerden oldu.

One Second (Bir Saniye):
Filmin tanıtımında, "sinemaya yazılan bir aşk mektubu" deniyordu. İşin o kısmını gerçekten sevdim. Bir film izleyebilmek için gösterilen çaba, onlarca kişinin filmi tamir etmek için uğraşması, filmi gösterecek olan makiniste gösterilen saygı, çok güzeldi. Ama karakterlerin fazla tek boyutlu olması, ilk başta gördüğümüz hallerinden çok farklı noktalara gelememeleri, giderek biraz fazlaca seyircinin duygularına oynaması eleştirilebilir. Gerçi, duygulara oynarken, benden hafif bir gözyaşı almayı da başardı. Hemen seveceğiniz, sizin de başarılı olmaları için yanlarında duracağınız karakterler, biraz da Yeşilçam filmlerini andırıyor. Ama iyi örneklerinden birini. Özellikle bir tane ufaklık var ki, alıp doğrudan bir Yeşilçam filmine koysanız, sırıtmaz (Çinli olması ufak bir detay).

Zhang Yimou'nun politik olarak durduğu yer belli olsa da çok sert cümleler de kurmamış. Gerçi geçen sene Berlin'e yarışmaya seçilip, son anda filmi yetiştiremedik dendiğinde, sansür dedikoduları da çıkmıştı. Bilemiyoruz artık.
Çok müthiş bir film değil ama rahatlıkla tavsiye edebilirim. Ama çok spesifik bir kitleye özellikle önereceğim: Her konuştuğumda, dijitalden önceki eski günlerde, makaralar ile çalışmak çok daha güzeldi diyen sinema makinistleri. İşte sizin filminiz.
 

Drive My Car:
Ryûsuke Hamaguchi'yi bu sene keşfettiğim bir yönetmen ama izlediğim iki filmiyle favorilerim arasına girecek gibi gözüküyor. Günün son filmi olarak, üç saatlik süresi biraz göz korkutucu idi ama uzun süresini, farklı karakterlerin farklı hikayeleri ile doldurmayı bilmiş. Tüm film boyunca takip ettiğimiz ana karakterimiz bir tiyatro yönetmeni ve oyuncusu ama en az onun kadar derinlikli yazılmış diğer karakterler ona eşlik ediyor. Murakami’nin okumadığım bir hikayesinden uyarlanmış ama sanki birkaç hikâyenin birleşimi gibi. İzlediğim diğer filminde olduğu gibi, burada da hikâye içinde hikâye, kurmaca ya da gerçek hikayeleri karşısındakine anlatma üzerinden giderek anlatısını giderek büyütüyor, her adımda karakterler üzerine yeni bir şeyler söylüyor. Murakami uyarlaması dedik ama özellikle Çehov'dan da çok beslenmiş. Bunu üstü kapalı da yapmıyor üstelik. Vanya Dayı'yı çok organik bir şekilde hikayesine dahil ederek, Çehov'un cümlelerini bambaşka bir bütünlük içine koyuyor.
Sanıyorum MUBİ'ye gelecek. Öncesinde vizyona gelir mi bilmiyorum ama Filmekimi sonrası tek şans MUBİ olacaksa üç saatinizi ayırıp, kesintisiz izlemenizi öneririm. Evet, çok bariz ara verilebilecek yerler var ama o duygu bütünlüğünü yakalamak önemli.

Madalena:
Filmekimi biletleri bitmeden hızla toplayım derken, İKSV'nin online seçkisinde izlediğim bu filme de bilet alıvermişim. Film de iz bırakmamış demek ki, Madalena isminden hatırlayamamışım. Sonradan İstanbul'da Altın Lale aldığını ve benim pek sevmediğimi anımsadım. Madem bilet aldım, sinema perdesinde bir şans daha vereyim dedim ama ikinci izleyişte de olmadı. Sinemada izleyince, görüntü yönetimini daha çok takdir ettiğimi söyleyebilirim ama yine hikâyenin içine giremedim. Bir trans kadın cinayeti sonrası, yolu bir şekilde onunla kesişen insanların hayatlarını anlatıyor ama anlatılan hikayeleri de anlatım tarzını da çok güçlü bulmadım. Ayrıca yönetmen filmin finalinde, Brezilya'nın trans cinayetlerinde dünyada birinci sırada olduğunu vurguladığı halde, film içinde bunun o kadar da altını çizmediğini düşündüm.
Ama yine azınlıkta olabilirim diyeyim. Film, Altın Lale dışında da epeyce ödül almış.

Bergman Island (Bergman Adası):
Mia Hansen-Løve'ın bu filminin adını uzun süredir duyuyorduk. Hatta, yanlışım yoksa, çekimleri pandemi öncesinde bitmişti. Ama beklediğimize değmiş. Leziz bir film. Her şeyden önce bir sinefil filmi. Filmin adından ve geçtiği yerden tahmin edebileceğimiz üzere, pek çok Bergman filmine ve Bergman'ın kendisine gönderme var. Hatta, artık buna gönderme demeyelim de, filmin her yerinden Bergman fışkırıyor diyelim. Filmin iki ana karakterinin de yazar/yönetmen olması da başlı başına sinema ve yaratım sürecine dair bir yere koyuyor filmi. İkinci yarıda ise aynı temayı, farklı bir açılımla devam ettiriyor. İkinci yarıda ne olduğunu tam da açmamaya çalışarak, bu iki hikâye biraz daha kesişse sanki film de daha çok hoşuma gidecekti diyebilirim. Oyunculuklar da iyi. Vicky Krieps son yıllarda boş geçmeyen bir oyuncu ama iyi bir Tim Roth'u da özlemişim doğrusu.

Petrov's Flu (Petrov Grip Oldu):
Kaos. Bu filmi tek kelime ile tarif etmeye çalışsam karşılığı bu galiba. Kirill Serebrennikov, ilk saniyeden itibaren bizi yüksek tempolu bir kaos çukurunun içine atıyor ve neredeyse hiç çıkarmıyor. Ama ilginç bir şekilde, bu kötü bir film anlamına da gelmiyor. O kaosun içinde hayran kalınacak kadar iyi tasarlanmış sahneler var. 
Ne olduğunu, ne kadarının Petrov'un zihninde geçtiğini tam anlayamadığımız, aynı oyuncuların 1001 farklı karakteri canlandırdığı akış içinde, yönetmenin kendinden çok emin olduğunu hissediyorsunuz. Bu anlamda, teknik unsurları ile çok başarılı bir film ama son derece yorucu. Biraz önce, "biz ne izledik şimdi" hakkımı Ahed'in Dizi için kullanmak istediğimi söylemiştim. Sanıyorum, Petrov's Flu'ya çevirmem lazım.  Özellikle ilk bir saat, film içinde kayboldum. Vizyona da girecek gibi gözüküyor. Muhtemelen, vizyonda ikinci tur diyerek tekrar izleyeceğim filmlerden biri olacak. Festival koşturmacası dışında, temiz kafa ile tekrar izlenmeyi hak ediyor.

Benedetta:
Paul Verhoeven, 83 yaşında halen birilerinin damarına basacak, protesto gösterilerine yol açacak filmler çekmeyi başarıyor. Bazı sahneleri çekerken, sırf bunu düşünüp eğlendiğinden emin gibiyim.
Lezbiyen rahibeler teması ve o ilişki sırasında yaşayan bir hadisenin yaratacağı tepki bir yana, başından itibaren kiliseyi bir iktidar alanı olarak kurması, "kilise hayır merkezi değil, buraya para vereceksiniz" demesi ile eleştiri oklarını göndermiş zaten. Aynı zamanda, aziz/azize kabul edilen dini figürler ile deli kabul edilen insanlar arasındaki çizginin ne kadar ince olduğunu da vurgulamış ve Benedetta karakterine, bu anlamda nasıl bakmamız gerektiğini sürekli sorgulamış. Finaldeki yazılarda bile.
Bunun yanında, Paul Verhoeven, 83 yaşında filminin başrolünde çok güzel kadınları oynatıp, onları az kıyafetli mizansenlerde göstermeyi de başarıyor. Bu sahneleri eril bir bakış açısıyla çektiği eleştirisi getirilir mi? Evet ama Verhoeven yüzyıllardır böyle. Virginie Efira ve Daphné Patakia, kelimenin her anlamıyla çok etkileyiciler filmde. Özellikle Efira ilk izlediğim filmlerinden biri hem iyi bir oyuncu olarak, hem de güzel bir kadın olarak hayran olduğum bir isim. Şimdiye dek, sinema dünyasında daha çok öne çıkmasını bekliyordum. Bu filmle, Cannes'dan bir kadın oyuncu ödülü çıkarsaydı da gayet mutlu olurdum açıkçası.
Filmin bazı karakterlerin değişimi açısından olmamış dediğim yerleri de var ama Filmekimi'ne güzel bir veda oldu.

Ankara’dan Etkinlikler:

Fransız Kültür Merkezi:
30 Ekim Cumartesi: Chambre 212

Haftaya görüşmek üzere.

 

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar