SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

FİLMEKİMİ 2021 İZLENİMLERİ– BÖLÜM 1

17 Ekim 2021 Pazar 14:09
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Filmekimi’nin başlaması ile birlikte, salonlara da bir bereket geldi. Çok eleştirilen bilet fiyatlarına rağmen, %50 kapasiteli salonlar, pek çok filmde doluyor. Sanki festival dışındaki filmler de fena gitmiyor gibi. Biz zaman kaybetmeden Filmekimi’nin Ankara ayağındaki ilk filmlere kısaca bir göz atalım.

Evolution (Evrim):
Filmekimi maratonuna bir Kornél Mundruczó filmi ile başladık. Kornél Mundruczó ve Kata Wéber, 2. Dünya Savaşı'ndan günümüze bir ailenin izini sürmüş ve üç bölümde, üç ayrı zaman ve mekânda geçen bir hikâye anlatmışlar. Film teknik olarak kusursuza yakın. Her üç bölüm de kesintisiz planlardan oluşuyor. Görüntünün siyaha ya da beyaza düştüğü birkaç yerde kesmiş belli ki, ama en azından kesintisiz gibi görünüyor diyelim. İkilinin önceki filmi Pieces of a Woman'ın giriş bölümü, tüm filme yayılmış gibi düşünün. Bazı yerlerde cidden, kamera bu hareketi nasıl yapmış diye hayranlıkla izliyorsunuz. Ama Kornél Mundruczó giderek bana işin şov yönünü öne çıkaran bir yönetmen gibi gelmeye başladı. Burada da kamera arkasında, bakın ben neler yapabiliyorum diyen bir yönetmen var gibi hissettim. Özellikle ikinci bölümde diyaloglar içinde kayboldum. Yalnız bunda altyazının da etkisi olabilir. Filmin üzerine gömülü Türkçe ya da İngilizce altyazı yoktu. Yansıtılan altyazı da sanki görüntüye senkron bir şekilde gelmedi. Önden ya da arkadan gidince, bir ara çok kafam karıştı. Çok iyi bulmasam da teknik ustalığı ile sinemada izlemeye değer bir film.

Les intranquilles (Huzursuz):
Bipolar bir ressamın, karısı ve oğulları ile birlikte bu hastalıkla beraber yaşama çabaları. Muhtemelen hastalığı gerçekçi bir şekilde anlatıyor. Oyunculuklar da iyi. Özellikle kadının çabasını da iyi vermiş. Fakat sinema olarak çok akılda kalıcı bir özelliğini bulamadım. İki saatlik süresini doldurabilecek bir hikayesi de yok. Fazlaca kendini tekrarlıyor bence. Şimdilik festivalin zayıf filmleri arasına aldım.

Ali & Ava:
İngiltere'den orta yaşlı ve orta sınıftan iki insanın aşk hikayesi deyince, ilk başta aklıma Ken Loach geldi ama bu film olaya Loach kadar sınıfsal bir yerden bakmıyor ve ekonomik zorluklara falan hiç girmiyor. Temelde iki insanın aşkı, ailelerinin ve çevrelerinin bu aşka bakışı üzerine odaklanıyor. Bu durumu da gerçekçi bir şekilde çizmiş. Ancak ikilinin karşısına çıkan tüm açmazlar çok basit bir şekilde çözülünce, inandırıcılık da zedeleniyor.
Yine de bazı duygusal anlarına rağmen, gayet keyifli ve rahat izlenen bir film. Oyunculuk performansları da başarılı. İzlediğime pişman değilim ama çok da iz bırakmaz.

Verdens verste menneske (Dünyanın En Kötü İnsanı):
Joachim Trier, beni genellikle hayal kırıklığına uğratmayan yönetmenlerden biri. Yeni filmini de beğendim. Esasen çok bilinen bir orta yaşa yaklaşırken, kendisini keşfeden karakter hikayesi ama iyi anlatılmış. Senaryo yazımındaki her zamanki partneri Eskil Vogt ile birlikte günümüze de dokunan, kimi zaman çok eğlenceli, kimi zaman duygusal olabilen bir metin yazmışlar. Kimi zaman karşımıza çıkan oyunbaz numaralarının bazıları, bu filmde de var. Zaman zaman erkeklere, erkeklik hallerine de çok güzel eleştiriler getirmişler doğrusu. Tespitleri gördükçe, bu kez aralarında bir kadın senarist de mi var acaba diye düşündüm hatta. Ama Thelma'dan da biliyoruz, bu ikili güçlü kadın karakter yazma işinde başarılı. Filmin bölümlere ayrılmış olması da izlemeyi kolaylaştırıyor. Bazı bölümler bir skeç havasında ama genel hikâyenin bütünlüğüne hizmet ediyor.
Cannes'da en iyi kadın oyuncu ödülü alan Renate Reinsve de ödülü hak etmiş gerçekten. Sadece yüz ifadeleri ile bile, pek çok duyguyu seyirciye geçirmeyi başarıyor. Trier’in diğer filmlerine göre biraz daha sabun köpüğü bir film gibi görünebilir ama ilerledikçe giderek derinleşiyor. İlk günün, önerebileceğim filmlerinden biri.

Titane:
Filmi izledikten sonra ilk düşündüğüm şey: Vay be. Spike Lee, Altın Palmiye'yi büyük bir hevesle bu filme takdim etmişti ama jüri başkanı Cronenberg olsa, Cannes yönetmeliğinde değişiklik yapar, Titane'a bütün ödülleri verirmiş. İzlediyse bayılmıştır. Julia Ducournau da büyük bir Cronenberg hayranıdır muhtemelen. Konusundan bahsedip sürprizleri kaçırmayayım. Çok büyük sürprizli durumlar yok ama yine de pek bir şey bilmeden gitmekte fayda var. İnsan bedenleri, arabalar, iç içe geçen cinsiyetler gibi temalar üzerinde dönüp dolaşıyor diyelim.
Ducournau, çok etkileyici ve akılda kalıcı anlar yaratmayı başarmış. Kurduğu atmosfer de çok başarılı. Aynı hikâye, başka bir yönetmen/senaristin elinde, böyle saçma şey olur mu dedirtebilirdi. Burada hiç öyle bir durum olmadı. En azından bende olmadı. Filmin başında, bir kadın yönetmen için çok eril bir bakış değil mi diye düşündüğüm anlar oldu ama çok geçmeden o bakışı parça parça etmeyi de bilmiş. Ki, zaten o yüzden öyle sahne ile açıyor belli ki.
Tipik Altın Palmiyeli filmlerden biri değil notunu da düşeyim. Tür filmlerini sevmeyenler için pek ideal bir film olmayabilir. Çok fazla olmasa da sert sahneler sonrası, salondan çıkanlar da oldu hatta.

Cow (İnek):
Bir ineğin, çiftlikte geçirdiği günleri takip ettiğimiz bir belgesel. Açıkçası filmi izlemeden önce de pek bana göre olmadığını anlamıştım. Haksız çıkmadım. Meziyetleri var. Endüstriyel hayvancılığın, hayvanlara yaptığını yüzümüze çarpıyor. Bunu bir dış ses ya da benzeri bir yöntemle seyirciyi yönlendirmeden yapmasını, herkesin yorumunu kendisine bırakmasını da sevdim. Ama doğruya doğru, bir yandan da epey sıkıldım. Bir çiftliğe gidip, bir ineği izlesem, çok farklı olmazdı diye düşündüm. Andrea Arnold'un bu filmi çekme motivasyonu daha çok ilgimi çekti diyebilirim.
Bu arada tahmin etmişsinizdir diye düşünüyorum ama uyarımı yapayım. Bazı sahneleri izlerken çok zorlanacak/rahatsız olacak seyirciler olacaktır. Elbette film için hayvanlara zarar verilmemiş ama bir çiftliğin doğal işleyişini belgeselci olarak kayıt altına almak bile, hayvanlara uygulanan bazı sıkıntılı davranışları gösteriyor.

Grosse Freiheit (Büyük Özgürlük):
Almanya'da ancak 1970'de yürürlükten kalkan, eşcinselliği suç olarak kabul eden yasa nedeniyle defalarca hapse giren bir adamın ve hapisteki arkadaşının, 2. Dünya Savaşı'nda başlayıp, yıllara yayılan hikayesi. Temel olarak üç farklı döneme yayılan bir hikâye. Özellikle oyuncuları ile dikkat çekiyor. Franz Rogowski ve Georg Friedrich çok iyiler. Ancak, anlatılan hikâye önemli olmakla birlikte, çok da özgün gelmedi. Hatta tam da bu yasa ile ilgili, başka bir film daha hatırlıyorum.
Film sonrasında bir arkadaşla konuşurken kullandığım tanımı burada da kullanayım. Çok temiz bir film. İyi çekilmiş, ciddi bir kusuru yok ama çok çarpıcı bir tarafı da yok.

Les Olympiades, Paris 13e (Paris, 13. Bölge):
Pandemiyle bir ilgisi var mıdır, tesadüf müdür bilmiyorum ama son dönemde, daha önce daha "büyük", daha iddialı ve hatta daha karanlık işlerle karşımıza çıkan bazı yönetmenler, daha "küçük" hikayeler anlatmaya başladılar. Bu da Jacques Audiard'ın benzer tarzda bir filmi. Audiard, bir çizgi roman serisinden uyarladığı filminde (diğer senaristler Céline Sciamma ve Léa Mysius), Paris'in bir mahallesinde, bir grup insanın kesişen hikayelerini anlatıyor. Ortaya çıkan sonuçtan gayet memnun kaldım. Karakterleri, karakterlerin motivasyonlarını, açmazlarını başarılı bir şekilde anlatmış. Karakterlerin hepsinin hikayesinde cinsellik de önemli bir oynasa da bunu sömürü noktasına taşımamış. Filmi taşıyan oyuncular da gayet iyi. Neredeyse tümüyle siyah-beyaz olması da filme yakışmış. Görüntü yönetmeni Paul Guilhaume, iyi bir iş çıkarmış.
Yıl sonu listelerine girecek kalibrede bir film değil belki ama hiç ısınamadığım Sisters Brothers sonrası, Audiard ile barıştığım film oldu diyebilirim.

Hytti nro 6 (6 Numaralı Kompartıman):
Rusya'dan Murmansk'a giden trende, aynı kompartımana düşen, Finli bir arkeoloji öğrencisi ve Rus bir maden işçisi. Evet, aklınıza gelebilecek benzer başka filmlerin yolundan giden, romantik-komedi ve yol filmi kalıplarını kullanan bir yapım. Başta birbirlerinden nefret eden, yol ilerledikçe aralarında bir çekim oluşan karakterler var elimizde. Ve elbette yol boyunca, farklı karakterler hikâyeye girip çıkıyor. Çok bilinen bir yapısı olmasına rağmen, türün iyi örneklerinden biri. İzlerken, soğuk mekanlarda geçmesine rağmen içinizi ısıtacak bir film. Keyifli bir seyirlik ama Cannes'da Grand Prix alacak bir film miymiş? Ondan çok emin değilim.

Ghahreman (Kahraman):
Hep söylüyoruz, Asghar Farhadi'nin en büyük özelliği çok iyi bir senaryo yazarı olması. Burada da taş gibi bir senaryo ile karşımıza çıkıyor. Borcu yüzünden hapse düşen bir adam, ödeme fırsatının ortaya çıkması ama yolunda gitmeyen olaylar, birbiri üzerine binen yalanlar vs.
İyi Farhadi senaryolarında hep olduğu gibi, burada da her adımda üzerine yeni bir katman koyan, tek anı bile boş geçmeyen, bu da niye var dediğiniz detayların bile filmin ilerleyen kısmındaki gelişmelerde işe yaradığı bir yapı. Filmin süresi 127 dakika. 126 olamazmış diyorsunuz.
Ama Farhadi'nin senaryo yapısına alışmış olmamız gibi bir gerçek de var. Bu nedenle önceki bazı filmleri kadar çarpıcı gelmiyor. Neyi, nereden alıp, nereye bağlayacağını az çok kestirebiliyorsunuz. Karakterlerin her birinin, kendi açısından haklı olduğu yapı da çok tanıdık. Bir de o karakter bu kararı vermezdi dediğim 1-2 an oldu. Sanki senaryo ilerleyebilsin diye zorlanmış diye düşündüm.
Birkaç ufak soruna rağmen, bayağı sağlam bir film. İran'a geri dönmek, Farhadi'ye yaramış.

Ankara’dan Etkinlikler:

Fransız Kültür Merkezi:
23 Ekim Cumartesi: De Gaulle

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar