SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

BANDIRMA FÜZE KULÜBÜ'NDEN HOUSE OF THE DRAGON'A

30 Ekim 2022 Pazar 14:44
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Ankara Film Festivali’nin başlamasını beklerken, bu hafta yine bir vizyon turu atalım. Geçen haftaki gibi, bir de son haftaların gündemdeki dizilerinden House of the Dragon hakkında da birkaç yorum yapalım.

 

Bandırma Füze Kulübü:
Mustafa Uslu hep aynı filmi çekiyor. Evet, bu filmin yönetmeninin Ömer Faruk Sorak olduğunun farkındayım ama zaten uzunca bir süredir, yapımcısı olduğu filmleri kendi adı ile pazarlayan Mustafa Uslu, belli ki çok baskın bir yapımcılık modeli kuruyor. Yapımcısı olduğu filmlerin yapısı hep aynı. Seyirciyi etkileyebilecek, milli duyguları coşturabilecek bir gerçek yaşam hikayesi üzerinden yola çıkıyor. Ama benzerlik bu kadarla sınırlı değil. Filmlerin anlatım tarzları, renkleri, ışıkları, müziği kullanım biçimleri vs. hiç değişmiyor. Üstelik bu filmde yapımcı olmak dışında senaryo ve kurgu kısımlarında da adını görüyoruz. Son derece teknik bir konu olan kurguda, Mustafa Preşeva'nın yanına adını yazdırmak için ne seviyede müdahale ettiğini merak ettim gerçekten.
Böyle olunca, filmi izlerken, yeni bir şey izliyormuş hissi geçmiyor. Bu sefer anlattığı hikâye de seyirciyi umduğu kadar yakalayamayınca, bitse de gitsek hissi oluyor. Ayrıca, oyuncular fena olmasalar bile, lise öğrencisi olduklarına zerre kadar ikna olamadım. Halbuki, anlatılan hikâye, karakterler arası ilişkileri iyi kurabilmiş olsanız, gayet iyi işleyebilecek, seyirciyi kapıp götürebilecek bir potansiyele sahip. İyi yapılmış hali için, bkz: October Sky
Bu arada, Mustafa Uslu Universe diyebileceğimiz bir şekilde, daha önceki filmlerinde de sonraki filmlere referanslar veriyordu. Burada da Uslu'nun sonraki projesi olan Neşet Ertaş filmine verdiği selam da gözlerden kaçmadı.

 

Good Luck to You, Leo Grande (İyi Şanslar Leo Grande):
Hayatı boyunca, sadece kocasıyla, o da sadece tek bir şekilde cinsellik yaşamış bir kadın, kocası öldükten sonra cesaretini toplayıp genç bir seks işçisi tutar, hayatı boyunca denemediği şeyleri, denemek isterse ne olur?
Bu sorunun cevabını, komedi tarafı ağır basan ama yeri geldiği zaman duygusal ve gerçekçi olmayı da başaran bir senaryo ile veren, büyük çoğunluğu tek mekân ve iki oyuncu arasında geçmesine rağmen, hiç sıkıcı olmayan bir film. Yılın beklenmedik sürprizlerinden. Özellikle Emma Thompson'ın canlandırdığı Nancy, muhtemelen kendi kuşağından pek çok kadını temsil eden, çok iyi yazılmış bir karakter. Thompson da muhteşem oynamış gerçekten. Sizi yaşadığı tüm duygulara, heyecana, endişeye, meraka ortak etmeyi başarıyor.
Daryl McCormack'ın Leo Grande'si ise, biraz daha idealize edilmiş bir karakter izlenimi verdi. Müşterisinin her haline anlayış gösteren, sadece seks için orada olmayan, adeta bir psikolog görevi gören ama ne olursa olsun, fiziksel olarak da her zaman göreve hazır(!) bir karakter.
Film ilerledikçe, her ikisinin de o oda dışındaki hayatlarını da ufak ufak öğreniyoruz. Buralar da gayet iyi yazılmış. Hatta film buralarda, görsel olarak odanın dışına çıkmasa da ses bandında farklı numaralar yapmayı da ihmal etmiyor. Cinsellik üzerinden dönen bir film olarak, eylemi hiç göstermemeyi seçmiş diye düşünürken finale doğru orada da bir ters köşe yapıyor. İnceliği elden bırakmıyor ama 18+ sınırı almasının nedenini de anlıyoruz diyeyim.
Filmi izlerken, cinsiyetleri tersine çevirsek olur muydu diye düşündüm bir yandan. Aslında olurdu ama muhtemelen karakterlere farklı şekillerde bakardık. Yine de hikâyenin öyle bir versiyonunu da görmek istedim sanki.

 

Léon:
Filmi tekrar izlemeye giderken, acaba aradan geçen neredeyse 30 yılda film eskimiş mi (o 30 yıl ne ara geçti ya, daha geçenlerde sinemada izlemiştim sanki), etkisini yitirmiş mi diye düşünüyordum ama hayır. Film hala çok etkili, duygusu yerinde, hala çok iyi. Luc Besson'un en formda olduğu zamanlar zaten. Film, her anıyla, tıkır tıkır işliyor. Hikayesi, aksiyon sahneleri, duygusal sahneleri, oyunculukları, hepsi dört dörtlük. Gary Oldman'ın aşırı abartılı performansı bile öyle. Bu filmde öyle olması gerekiyormuş çünkü.
Filme giderken daha büyük bir endişem daha vardı aslında. Luc Besson hakkında daha sonradan öğrendiklerimizin, bu filmde Léon ile Mathilda arasındaki ilişkiye daha farklı bakmamıza yol açıp açmayacağı.
Luc Besson hakkında ne öğrenmiştik, hatırlatalım: Bu filmin başlarında da gördüğümüz Maïwenn'le 12 yaşında tanıştıklarını (Besson o sırada 29 yaşında), 16 yaşında evlendiklerini ve aynı yıl çocuklarının olduğunu öğrenmiştik. Bir yıl sonra da bu film geliyor ki, Maïwenn de filmin kendi ilişkilerinden yola çıktığını söylemişti. En hafif tabirle, sıkıntılı bir durum.
Bu yüzden filmde Léon-Mathilda ilişkisine dikkatle yaklaştım ama Mathilda'da bir Lolita havası olduğunu inkar edemesek de onun ilk ergenlik aşkına, Léon'un kesinlikle karşılık vermediğini, ona hiç olmayan kızı olarak yaklaştığını düşünüyorum. Yalnız IMDB'deki trivia bölümüne göre (orada yazması, doğru olduğu anlamına gelmez), senaryonun ilk halinde Léon ve Mathilda arasında bir cinsel ilişki sahnesi de varmış ki, eğer doğruysa da iyi ki vazgeçilmiş. Filmin tüm duygusunu değiştirir, dibe çekerdi.
Bu arada Léon bugün çekilseydi, eminim ki, devamında Mathilda'nın yaptıklarını anlatan, öncesinde Léon'un maceralarını anlatan, filmler ve diziler çekilirdi. Ki, bir ara düşünülmüş de. Bu şekilde kalması, çok daha iyi olmuş.

 

Utanç:
Adını Cinni Utanç koymayınca (gerçi cinli değil, büyülü film ama olsun), afişine de biraz özenince, ilk haftasında filmi ancak 1.008 kişi izlemiş. Kesin, "sıkıcı festival filmlerinden bu, boşver" izlenimi verdi. Yoksa, bir 10.000 seyircisi falan vardı.
Tipik, cep telefonu çekmeyen ıssız bir köye tatile giden arkadaşların başına gelen paranormal olaylar filmi. Genelde gençler olur ama burada, iki aile ve çocukları arasında geçiyor. Benzeri yerli korkulardan eksiği yok. Fazlası? Evet, belki birazcık var. Yani en azından prodüksiyonuna özenilmiş, izlerken inanılmaz teknik hatalar görmüyorsunuz, çocuklar iyi kullanılmış falan. Ama konusu, oyunculukları vs. yine kötü. Özellikle, filmin yarısının, her nedense İngilizce olması nedeniyle yapılan dublajlar çok kötü. Benzerlerinden birazcık iyi demiştim. Onlar 1'se, bu 3. İyilik derecesi o yani. Fazla da bir şey ummayınız.

 

House of the Dragon – Birinci Sezon:
Game of Thrones dünyasında geçen ama çok uzun yıllar öncesini anlatan bu dizinin ilk bölümünü sevmiş olsam da sezonun ilk yarısına çok ısınamamıştım. Özellikle zaman atlamaları, karakterlerle bağ kurmamızı güçleştiriyordu. Finale gelince ve bazı yorumları da okuyunca "Dance of the Dragons" denen döneme geçiş için acele ettiklerini anladım ama yine de karakterlerin gençlikleri daha iyi işlenip, ilk sezona yayılabilirdi bence. Tüm sezonda ama özellikle ilk yarısında, karakterler zaman zaman, hikâyeyi ilerletebilmek için, hiç akla yatmayan hareketler yapıyorlardı. Sir Criston'ın, düğündeki hareketi mesela. Bu da can sıkıcı noktalardan biriydi. Galiba tüm sezonda gördüğümüz en büyük savaş sahnesi olan, Daemon'ın 3. bölümdeki Kara Murat filmlerinden fırlamış savaş sahnesi de büyük hayal kırıklıklarından biriydi. Zerre kadar inandırıcı değildi benim için.
Fakat ikinci yarısında, özellikle finale yaklaştıkça, dizi toparlamaya başladı. Özellikle Rhaenyra ve Alicent'ın karşılıklı geldiği her sahne çok iyiydi. Bundan sonra bir daha böyle anlar görecek miyiz, yoksa bu karakterler hep uzakta mı kalacaklar bilmiyorum ama dizinin yükseldiği anlardı. Hatta galiba benim için sezonun en iyi sahnesi, bu ikilinin kapıştıkları 7. bölümdeki sahneydi. Sezonun en iyi bölümü de buydu. Arkasından da sadece siyahları anlatan ve Aegon'un taç giymesi ile biten 9. bölüm geliyordu. Paddy Considine'ın final performansı olan 8. bölümü de sırf onun sahneleri nedeniyle aralarına katalım. Ama bu sağlam 3 bölüm sonrasında zayıf bir finalle sezonu noktaladılar. Yine karakterlere uymayan hareketler (karının/kraliçenin boğazına sarılmak nedir Daemon kardeşim) vardı.
Sezonun tüm anlatısı, aslında çok fazla iktidar hırsları olmayan kadınların, çevrelerindeki erkekler nedeniyle savaşa sürüklenmesi üzerine kuruluydu. Sanırım kitapta tam olarak böyle değil ama dizide bu yöne gitmişler. Bakalım nasıl devam edecek.
Dizinin bence en büyük başarısı, oyuncu seçimiydi. Daha önce yazmıştım Paddy Considine, Matt Smith ve Rhys Ifans (ki onu tahminimden az gördük) zaten sevdiğimiz oyuncular. Burada da çok iyilerdi. Rhaenyra-Alicent ikilisini oynayan dört oyuncu da onlardan geri kalmıyordu. Evet, genel yorumların aksine, bu dörtlünün zayıf halkası olarak görünen Emily Carey'i de başarılı buldum ben. Son bölümlerde devreye giren oyuncular arasında en iyisi ise, Aemond rolünü canlandıran Ewan Mitchell'dı bence.
Sonuç olarak, Game of Thrones'un iyi sezonları ile karşılaştırılamayacak ama kötü sezonlarının da üzerinde bir sezondu. İleriye yönelik, ümit verici bir şekilde ilerledi. 2 sene sonraya, şimdi neler olduğunu hatırlarsak, devam ederiz.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar