SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

AYVALIK FİLM FESTİVALİ

02 Ekim 2020 Cuma 16:52
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Başka Sinema’nın düzenlediği Ayvalık Film Festivali, üçüncü kez gerçekleştirildi. Daha öncekilere gitme imkânım olmamıştı ama bu yılki özel durumda online düzenlenen festivalde, Ayvalık sadece festivalin adında kalınca ve evinizin salonundaki film festivali haline gelince festivaldeki filmleri izleme şansım oldu. Festivalde 6 film gösterildi. Bunların bir kısmı vizyon şansı da bulacak gibi gözüküyor. En kötü ihtimalle, bir süre sonra online platformlara gelecektir. O halde bu filmlere kısaca bir göz atalım.

O que arde (Yangın Yeri):

Bir kundakçının hapisten çıktıktan sonraki hikayesi şeklinde özetlenen konuyu okuyunca beklentiniz başka olabilir ama yönetmen hiç o sulara girmiyor. Doğa ve insan arasındaki ilişkiyi dingin bir şekilde veren, o dinginlik ile insanı etkileyen bir film. Bu adam gerçekten o suçu işlemiş midir, işlemişse nedeni nedir, hapisten çıktıktan sonra benzer şeyler yapacak mıdır? Yönetmen, Oliver Laxe'nin derdi bu ve benzeri sorular değil. Ana karakterimiz ve annesi arasındaki ilişki ve onların doğanın kucağındaki yerlerine bakıyor. Açıkçası temposu benim için biraz fazla ağırdı ama iyi bir film. Özellikle yaşanmışlıkları yüzlerine yansıtan tüm oyuncular çok iyi. İşin ilginci, oyuncuların isimleri, canlandırdıkları karakterle aynı. Daha önce oyunculuk deneyimleri olmadığını da düşünürsek, karşımızda yarı belgesel bir film olabilir.

Fanny Lye Deliver'd (Fanny'nin Yepyeni Hayatı):

1600'lerin İngiltere'sinde bir kadının, evlerine giren yabancıların etkisiyle yaşadığı değişimi ve kendisini keşfetmesini anlatan leziz bir film. Özellikle kurduğu atmosfer, seyirciyi sürekli diken üstünde tutabilmesi çok başarılı. Bunu yaparken kamera hareketlerini ve müziği de amacına yönelik olarak çok iyi kullanmış. Oyuncular da (belki asıl kötü adamlar hariç) gayet iyiler. Yalnız eve gelen yabancının attığı uzun tiratları çok sevmediğimi söyleyebilirim. Filmin kadının özgürleşmesi ve bağnazlık üzerine bazı sözleri var. Zaten derdini anlatıyor ama tiratlar, anlamadıysanız iyice altını çizeyim diyor adeta. Çok sevmediğim bir yaklaşım. Bir de son zamanlarda bu tip filmlerde çokça karşımıza çıkan bir şey var. Eski dönemleri anlatırken, olaylara bugünün düşünce kalıpları ile yaklaşmak. Bu filmde de çok rahatsız edici olmasa da vardı. Ama genel olarak bu da başarılı diyebileceğim bir filmdi.

Made in Italy (İtalyan Yazı):

Dünyanın en tahmin edilebilir filmini yapmışlar. İlk 10-15 dakikadan sonra tüm filmin senaryosunu, neredeyse repliklerine varıncaya kadar tahmin etmeniz çok kolay. Hatta ilk 10-15 dakikaya da gerek yok. Anahtar kelimeleri veriyorum:

- Aksi ama karizmatik baba - Boşanmak üzere olan oğul - Erkek yaşta kaybedilen anne/eş - İtalya'daki satılmak istenen ev (oğlanın çocukluğu orada geçmiş) - İtalya'daki güzel kadın

Bu kavramları alınız ve bir senaryo yazınız. Korkarım ilk uzun metraj senaryosunu yazan James D'Arcy de bir senaryo kursunda böyle bir proje yapmış, bütçe bulunca da neden filmini çekmiyorum demiş. Çok da haksızlık etmeyeyim. Her şey aksamadan kuralına göre işliyor ama benzer hikayeleri o kadar çok gördük ki, çok sıkıcı. Liam Neeson'ın gerçek oğlu ile karşılıklı oynuyor olmaları ve hayatlarındaki bir olaya benzer bir olay yaşamaları bilgisi dışında ilginç tarafı yok.

Waiting for the Barbarians (Barbarları Beklerken):

Filmi daha iyi olabilirmiş ama olamamış hissi ile izledim. Uyarlandığı kitabın daha iyi olduğu hissediliyor ama film olarak bir şeyler eksik, bir türlü o vurucu etkiyi veremiyor. Filmin en iyi yanı ele aldığı tema. Var olabilmek için, kendisine olmayan bir düşman yaratan bir ülke konusu her dönem, hatta her coğrafya için geçerli bir konu. Zaten burada da belirgin bir ülke ve dönem adı vermemeye özen gösterilmiş. Ne kadar iyi bir oyuncu olduğu çok geç keşfedilen Mark Rylance'ın, pasif bir karakterden, giderek otoriteye karşı çıkan bir karaktere dönüşen performansı da başarılı. Deneyimli görüntü yönetmeni Chris Menges'in başarılı görüntülerini de filmin olumlu taraflarına dahil edelim. Kötü adamların tek boyutlu ve abartılı çizilmiş olması beni filmden uzaklaştıran unsurlardan oldu. Johnny Depp'in karakteri psikopat bir tip ve bu yüzden, onun yerinde farklı biri olsa durum değişirdi yorumu çıkartılabilir. Halbuki sistemin ona ihtiyacının olduğu yeterince vurgulanamamış. Robert Pattinson, afişte bile kendine yer bulmuş ama konuk oyuncudan hallice. Onun rolünü isimsiz biri de oynayabilirmiş. Filmin mevsimlere yayılan yapısında bazı olayların da fazla hızlı geçtiğini düşündüm. Kitapta bazı olaylar daha derinlemesine işlenmiş olabilir. Yönetmen Ciro Guerra'nın önceki filmlerini düşününce, ilk İngilizce filmi için bu projeyi seçmesi, daha doğrusu bu şekilde çekmesi de ilginç geldi. Olayları "barbarlar" tarafından anlatan bir proje, onun tarzına daha uygun olurdu sanki.

Felicità:

Kabaca, ertesi gün okulu açılacak olan bir kız çocuğunun, annesi ve babası ile geçirdiği son tatil günü olarak özetlenebilir. Muhtemelen Ayvalık FF'nin en iddiasız filmiydi ama sevdim. Fragmanını izleyince sevimli bir aile komedisi izlenimi veriyordu. Temel olarak öyle ama yazar/yönetmen Bruno Merle güzel çalımlar atıp, filmi zaman zaman, seyircinin beklentileri dışına çekmeyi de başarmış. O sevimli aile komedisi, neredeyse sert bir suç filmine bile dönüşecek gibi oluyor bir ara. Aslında filmin çok duygusal gibi gözüken ama eğlenceli açılış sahnesi, tonunu da ele veriyor. Komedisini hemen ele vermeyen, gerçek ve hayal/aldatmaca arasında gidip gelen bir yapısı var. Pio Marmaï ve Camille Rutherford uyumlu bir uyumsuz çift olmuşlar. Ufaklık da yönetmenin kızıymış zaten. Çok doğal bir oyunculuk çıkarmış. Aslında tam ülke sinemaları toplu gösterilerinde karşınıza çıkacak bir film. Keyifle izlersiniz ama yarına da pek bir şey kalmaz.

Wendy:

Bu modern Peter Pan uyarlaması, yabancı eleştirmenlerden hiç iyi not almamıştı. Benh Zeitlin'in önceki filmi gereğinden fazla övülmüştü, bu da gereğinden fazla gömülmüş bence. Üstelik tarz olarak son derece benziyor. Peter Pan hikayesini çok seven biri olarak bu versiyonunu da hiç fena bulmadım. Hikâyenin daha gerçek bir dünyaya çekilirken mistik tarafının da muhafaza edilmesi, büyümek istemeyen çocuklar temasına farklı bir açıdan bakması gayet iyiydi. Peter ve Hook arasındaki ilişki de hikâyeye farklı bir boyut katmış. İyi ve kötünün var olabilmek için birbirine ihtiyacı olması teması, uzaktan uzağa Unbreakable'ı bile hatırlattı. Wendy rolünde Devin France da gerçekten başarılı. Zaten Benh Zeitlin'in çocuk oyunculardan iyi performans aldığını biliyoruz. Yine de Peter rolünde Yashua Mack'ın biraz zayıf kaldığını, en azından Peter Pan'ın diğer çocukları peşinden sürükleyecek karizmasını veremediğini söyleyebiliriz. Hikâyenin bazı parçalarının fazla hızlı gelişmesini de olumsuz tarafa not edebilirim.

Ankara’dan etkinlikler:

Her ne kadar Ayvalık Film Festivali’nden bahsetmiş olsak da Ankara’dan etkinlikler bölümümüze de ara vermeyelim. Ankara’da havalar bozmaya başladığı için, bu tarihten sonra açıkhava gösterimlerinin çok olası olmadığını, kapalı merak gösterimlerinin ise malum nedenlerden dolayı oldukça azaldığını not olarak düşelim.

· Fransız Kültür Merkezi, Sinema Kulübü başlığı altında, kendi binasında yaptığı gösterimlere başlıyor. 3 Ekim Cumartesi günü, La Belle Et La Belle (Güzel Ve Güzel) filminin gösterimi yapılacak. 17 Ekim’de tekrarı da var.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar