SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

72. BERLİN FİLM FESTİVALİ (BERLINALE) İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1

22 Şubat 2022 Salı 12:11
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu yıl Berlin Film Festivali, geçen yılki çevrimiçi gösterim arasından sonra, festivali yine fiziksel olarak yapmaya karar vermişti. Vaka sayılarının artması ile birlikte, festivalin marketi ilgilendiren bölümü yine online olsa da, normal seyirci ve basın için, fiziksel gösterimler düzenlendi, film ekipleri söyleşi ve basın toplantıları için Berlin’e geldi, seyirci ile beraber film izledi. Bir festival ortamı yaşanmış oldu kısacası. Ama Covid tedbirleri de devam ediyordu. Öncelikli olarak hem festivaldeki hem Almanya’daki tedbirlerden bahsedelim, pandemi gölgesinde bir festival nasıl oldu, ona bakalım.
Seyirciler, film gösterimlerine 3. aşıyı olduklarını belgeledikten sonra girebiliyorlardı. Ama bu belgeleme sadece aşı kodunu göstermekle olmuyordu. O kodun size ait olduğunu teyit etmek için kimlik belgenize de bakıyorlardı. Basın için ise ek bir kural vardı. Her gün antijen testi yaptırıp, onun negatif olduğunu göstermemiz gerekiyordu. Her defasında uğraşmamak için, günlük olarak bir bilek bandı da takıyorlardı ve onu göstererek filmlere girebiliyorduk. Ancak zaman zaman test sonuçlarının çıkması uzun sürebiliyordu. Hatta ben de bu nedenle, bir filme geç girdim, bir filmi de komple kaçırdım. Bu aşı ve kimlik kontrolü işi, salona girişlerde belli bir yavaşlığa yol açabiliyordu. Belki de bu nedenle, bu yıl geç giren seyircilere de daha toleranslı davrandıklarını gözlemledim.
Sinemalarda yüzde 50 kuralı devam ediyordu. Hatta özellikle gala gösterimlerinde arkadaş ya da karı-koca olarak gelip, yan yana oturanların bile, göreviler tarafından uyarıldıklarına ve yan yana oturmalarının engellendiğine şahit oldum. Açıkçası Şubat ayında, üzerinizde kalın paltolarla salonlara girdiğinizde, yanınızda boş bir koltuk olması ve paltolarınızı, çantalarınızı oraya koyabilmek çok iyiydi. 

Pandeminin dolaylı faydaları
Berlinale’de bundan önceki yıllarda, gösterimlerin büyük bir çoğunluğunda, yer numarası yoktu. İsteyen, istediği yere oturuyordu. Bu durumda da salona erken gelenler avantajlı oluyordu. Bu kez %50 kapasiteyi uygun düzenleyebilmek için, herkese yer numarası verildi. Aslında iyi bir şey ama özellikle festivalin ilk yarısındaki gösterimlerde basına ayırılan yerler çok kötüydü. Sonradan şikayetler çoğalmış olabilir. Son günlerde, filmleri daha insani yerlerden izleyebildik.
Almanya geneline gelirsek, her adım başı, üzerinde çatı olan herhangi bir yere girildiğinde aşı ve kimlik soruluyordu. Maske açık havada zorunlu değildi ama kapalı alanda zorunluydu. Ve beni şaşırtan bir şekilde dışarda takılmayan maskeler, kapalı alanda otomatik olarak takılıyordu. Özellikle sinemalarda, film izlerken maskesini çıkaran tek bir kişiye bile şahit olmadım.
Sözün özü, pandemi önlemleri pek çok ülkede azaltıldı diyorduk. Doğru, ama Almanya’daki azaltılmış önlemler, bizdeki mevcut durumdan kat kat fazla gibi gözüküyor.
Gelelim festivale ve filmlere. Bu yılki festivalin ana yarışma bölümünde, toplam 18 film yer alıyordu. Bu filmlerden 11 tanesini izlemişim. Bu haftaki yazıda, ödül kazanan filmlerden başlamak üzere, onlara bir göz atalım. Haftaya, diğer bölümlerdeki filmlere bakarız.

Alcarràs:
Yönetmen Carla Simón, 93 Yazı’ndan sonraki ikinci filmiyle, Altın Ayı’nın sahibi oldu. İlk filmiyle de, yine Berlin’de en iyi ilk film ödülünü almıştı zaten. Bu kez, doğrudan bir çocuğun değil, bir ailenin hayatındaki bir döneme baksa da, ilk filmin havasını devam ettiren bir tarzı var. Yine İspanya’nın Katalonya bölgesinde geçen ve yine yönetmenin çok iyi tanıdığı hayatları anlattığı bir film. Filmin samimi ve gerçek havası her anında hissedilirken, sinema anlayışı da çok benzer. Carla Simón, çocuk oyuncularla ne kadar iyi çalıştığını, bu filmde de gösteriyor. Simón, çiftçilikle geçinen bu ailenin, günlük yaşamlarını ele alırken, bir yandan da sermaye karşısındaki direnişlerini ve kendi içlerindeki sorunlara rağmen yeri geldiğinde yan yana durabilmelerini de anlatıyor.
Geçen yılki seçki olsa, Altın Ayı ödülüne itirazım olabilirdi ama bu yılın seçkisinin daha zayıf olduğunu düşünürsek, makul bir ödül.

So-seol-ga-ui yeong-hwa (The Novelist’s Film):
Hong Sang-soo’nun bildiğimiz, tanıdığımız bir tarzı var. Son yıllarda bunu iyice keskinleştirip, bıkıp usanmadan aynı filmi çekmeye başladı. Bunu kendisi de inkâr etmiyor zaten. Bu filmle kazandığı büyük jüri ödülünü alırken, benzer cümleler kurmuş. Yine bir kısmı sinema dünyasından olan karakterler, onların bir masa çevresinde içerken, günlük yaşam hakkında konuşmaları, ara sıra zoom’lara başvuran yalın bir sinematografi ve yine sade ama iyi oyunculuklar izliyoruz. Yine de bu kez, finalde ufak bir sürpriz yaptığı söylenebilir.
Hong Sang-soo’nun bu tarzını çok sevmediğimi itiraf etmeliyim. Kimi zaman bu tarzın biraz dışına çıkan, hikâye yapısını belli ölçülerde zorlayan filmler yaptığında daha çok ilgimi çekiyor ama bu da belli bir süre sonra, o hangi filmiydi acaba diye kararsız kalacağım filmlerden bir diğeri oldu. Yönetmenin tarzını sevenlere net bir şekilde tavsiye edebileceğim bir film yine de.

Avec amour et acharnement (Both Sides of the Blade):
Şöyle diyelim: Marriage Story - French Version
Açıkçası Claire Denis'in bazı filmlerini çok seviyorum ama her filmini de sevemiyorum. Ama sevmediğim filmleri, genelde derdini fazla üstü kapalı anlattığı filmler oluyordu. Bunu ise tam tersi, her şey fazla ortada olduğu için, fazla sevemedim. Başta aşırı mutlu olarak gördüğümüz bir çiftin, eski ilişkilerin de devreye girmesi ile aralarının açılmasını anlatan bir ilişki draması. Tamam, oyuncular harika. Zaten Juliette Binoche'dan harika olmak dışında ne bekleyebiliriz ki? İki senedir hayatımıza giren maskeler yokmuş gibi davranan filmlerden sonra, karakterlerin sürekli maske takıp çıkardıkları bir film olarak, günümüz gerçeğini de yakalamış. Ama izlediğimiz benzer filmlerin üzerine bir şey katıyor mu? Çok emin değilim.
Festivalden en iyi yönetmen ödülü ile ayrılmasına şaşırdığım bir film oldu. Eğer bir ödül alacaksa, oyuncu ödülü için düşünülebilirdi.

Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush:
Sanıyorum aldığı ödüllerle, festivalin en merak edilen filmlerinden birine dönüştü. Filmi ödüller açıklanmadan izlemiştim. O zaman yorum yazsam şöyle diyecektim: Biri bana, bu filmin ana yarışmada ne işi olduğunu açıklayabilir mi? Peki ne oldu? Film, hem senaryo hem de oyuncu ödülünü aldı. Üstelik, jüride Drive My Car gibi, harika bir senaryo yazan bir isim de var. Tamam, demek ki ben bu işten anlamıyorum.
Film seyirciden de çok iyi tepki aldı. İzlediğim filmler içinde, en çok alkışı alan iki filmden biri oldu (diğeri de Almanya'da yaşayan Türkler ile ilgili bir film). Zaten Meltem Kaptan da seyirciyi hemen yakalayacak bir performans sunuyor. Ama jürinin yüz vereceğini sanmıyordum. Film, Guantanamo'da tutulan oğlunu oradan çıkarmak için mücadele eden Rabiye Kurnaz'ın gerçek hikayesi. Tamam ben de güldüm, eğlendim ama doğrusu sıradan bir televizyon filminden fazlasını da vermedi bana. Üstelik final bloğunun çok uzadığını düşünüyorum. İstanbul Film Festival’inde göreceğimiz kesin diye düşünüyorum ama herhalde Türkiye'de bir dağıtımcı haklarını da almıştır ve vizyonda da izleriz. Festival öncesinde alınmadıysa da herhalde şu ödüllerden sonra, sahipsiz kalmaz. O zaman ne yorumlar gelecek, merak ediyorum.

Leonora addio:
Filmden çok fazla ümidim olmasa da Paolo Taviani'yi dünya gözüyle yakından görebilme şansını geri çeviremezdim. Gerçekten de üstat, yaşına göre gayet dinç ve konuşkandı. Yalan yok, onu görmek de filminden daha heyecan vericiydi. Aslında filmin arkasındaki motivasyonu anlıyor ve saygı duyuyorum. Taviani kardeşlerin daha önce de hikâyelerinden uyarlamalar yaptıkları Luigi Pirandello'nun bu sefer sadece hikâyesinden uyarlama yapmamış, onun ölümünü ve küllerinin yolculuğunu da bir hikâyeye dönüştürmüş. Paolo Taviani, yaşlılık, ölüm ve sanatçının ölüm sonrası yolcuğu temalarını işleyerek ve kendi filmlerinden, hatta klasik İtalyan filmlerinden parçalar kullanarak kardeşine, kendi filmografilerine, giderek İtalyan sinemasına ve seyircilerine veda etmiş adeta. Zaman zaman heyecan yaratsa da toplamda eski usül bir sineması olduğunu düşünüyorum ama yine de bu veda filmi düşüncesine karşı bir şey de diyemiyorum. Genç kuşak için Taviani sineması ne ifade eder, emin değilim ama onları yıllarca takip edenler bu filmi de izlemeli diyeyim.

Peter von Kant:
François Ozon, türler içinde dolaşan, dolaştığı türleri yenileyen, alt anlamlarla beraber türlü çeşitli zıpırlıklar içeren filmlerinden, giderek temiz çekilmiş ama heyecan uyandırmayan filmlere doğru bir geçiş yaptı. Özellikle, Her Şey Yolunda ve Yüzleşme böyle filmlerdi. Açıkçası Peter von Kant’da yaptığı şey, bahsettiğim diğer iki filmine göre daha ilgi çekici olsa da, tam bir tatmin duygusu da sağlayamadı. Hikâye, tabii ki Petra von Kant'in Acı Gözyaşları’nın bir uyarlaması. Ama bu uyarlamayı sadece baş karakter olan Petra’yı Peter’a çevirmekle kalmıyor, karakterin mesleğini yönetmene çevirerek, bir anlamda Fassbinder’in kendisi haline getiriyor. Zaten filme dahil olan diğer karakterler de belirgin bir şekilde Fassbinder’in yaşamındaki kişilere atıf yapıyor. Hele Hanna Schygulla’nın hem orijinal filmdeki, hem Fassbinder’in hayatındaki yeri düşünülürse, film içindeki yeri daha farklı bir anlam kazanıyor.
Esasen başrol oyuncusu Denis Ménochet’in performansı ve Isabelle Adjani’yi uzunca bir aradan sonra tekrar perdede görmek güzeldi ama Ozon’un senaryoyu yazarken hayal ettiği kadar eğlenceli ve yapı bozucu bir film de olmadığını düşünüyorum.

Rimini:
Festivalde izleyebildiğim filmlerin en iyilerinden biri. Ulrich Seidl, gözden düşmüş ama halen dünyanın en büyük starıyım havalarında olan bir şarkıcının hikayesini, kendi tarzında anlatıyor. Film, pek çok konuya dokunuyor ama bu filmin de en büyük derdinin yaşlılık olduğu söylenebilir. Hem karakter, hem babası, hem de ona hala hayran olan bir grup yaşlı kadın üzerinden, sürekli bu konuyu deşiyor. Karakter yeterince ilginç ama bir noktada, hayatına yıllardır görmediği kızı da giriyor. Ama aklınıza bu konudaki klişe hikâyeler gelmesin. Gerçi öyle bir noktadan başlayıp, farklı bir yere doğru evriliyor. Karakterin ırkçı tavırları ve görsel olarak kurduğu dünya üzerinden mülteci meselesi üzerine de bir şeyler söyleyen bir film.
Aslında bu film de, en iyi oyuncu ödülünün en büyük adaylarından biriydi. Michael Thomas harika oynamış. Gözümün önüne çok iyi tanıdığımız birkaç ismi de getirdi ama burada adlarını anmayayım, ayıp olmasın 🙂

Un año, una noche (One Year, One Night):
Fransa'da 2015'de bir konser sırasında düzenlenen saldırıda orada olan bir çiftin, olaydan nasıl etkilendiklerini, hemen sonrasında ve üzerinden zaman geçtikçe nasıl tepki verdiklerini anlatan bir film. Aslında festival öncesinde, epey umudum olan bir yapımdı. Saldırının hemen sonrasında geçen giriş kısımlarını, sonrasında zamandaki geçişleri ve buralarda kullanılan hızlı kurguyu da beğendim ama film ilerledikçe ilgimi kaybettiğimi söyleyebilirim. 130 dakikalık, nispeten uzun bir süresi var. Ama bu süreyi doldurabilecek bir malzemesi yokmuş gibi hissettim. Özellikle orta blokta, sürekli aynı temalar üzerinde dönüp duruyor. Yine de son zamanlarda farklı filmlerde tanıyıp, çok sevdiğim iki oyuncuyu, Noémie Merlant ve Nahuel Pérez Biscayart'ı beraber görmek güzeldi.

Un été comme ça (That Kind of Summer):
Geçen sene, tam da pandemi koşullarında çekildiği belli olan bir filmle Berlin’de Encounters bölümünde yarışan Denis Côté, bu kez ana yarışmadaydı. Yönetmen bu kez, seks bağımlısı olan 3 kadının, merkezden uzak bir evde, terapist ve sosyal hizmet görevlileri ile geçirdiği 26 günü konu ediyor. Geçen seneki filminden oldukça farklı tarzda, karakterlerin iç yolculuklarına bizi de ortak eden bir film olduğu söylenebilir. Ancak yine 137 dakikalık süresinde fazlaca kendini tekrarladığını düşündüğüm bir film oldu. Tüm oyuncuların başarılı performansı bir yana, senaryoda bir kadın imzası olsa, daha iyi olur muydu diye de düşündüm. Bir erkek, kadın hikayeleri anlatamaz demiyorum elbette ama zaman zaman bir kadın bakışına ihtiyaç varmış diye düşündüm. Belki ortak bir senarist, iyi olabilirdi bu açıdan.
Ama filmin karakterlerine bakışında, Denis Côté’nin o eril bakıştan uzak durmayı başarabilmesini, filmin artı hanesine yazıyorum yine de. Hikâye ve karakterler, oyuncuları belli ölçüde istismar etmeye, hikayesini anlatırken erkek seyirciyi heyecanlandırmaya çok elverişli aslında. Ama Côté, itina ile bu tuzaklardan kaçmayı başarmış. Belki de bir 10 yıl önce çekilmiş bir film olsa, farklı olurdu.

Yin Ru Chen Yan (Return to Dust):
Çin’den gelen bu film, farklı nedenlerle toplumun kıyısında kalan iki karakteri konu ediyor. Çiftçilik yapan erkek karakterimiz, belli bir yaşa gelmiş olmasına rağmen evlenmemiş, ailesinde de toplumda da saygın bir yeri olmayan bir karakter. Kadınsa, yine belli bir yaşa gelmiş ve evlenmemiş, bunun yanında özürlü bir karakter. Film, toplumun ve ailelerinin dışladığı bu iki karakterin evlilikleri ile açılıyor ve bir yandan toprak ile iç içe bir hayat geçirirken, bir yandan da birbirlerini tanımalarını ve sevmelerini anlatıyor. Ama yine tipik bir romantik film aklınıza gelmesin. Bildik anlamda bir aşk filmi değil karışımızdaki ama film ilerledikçe ve karakterler arasındaki bağ yavaş yavaş arttıkça, seyirci de onlara daha çok bağlanıyor ve finaldeki duygusal anlar, gerçekten de insanın içine oturuyor.
Filmin temposunun biraz yavaş olduğu söylenebilir ama karakterin yaşamına uygun bir şekilde akarken, başarılı görüntü yönetimi de filmi yükseltiyor. Kişisel olarak, çok tarzım olan bir film değil ama iyi bir film olduğunu kabul ediyorum. Hatta film bittiğinde, festivalden ödülsüz dönmez demiştim. Yanılmışım.

Call Jane:
Festivalde izlediğim ilk film, Sundance'de kaçırdığım Call Jane idi. Çok ümidim yoktu ama yol yorgunluğu ile izlenebilecek bir film diye düşünmüştüm. Nitekim öyle oldu. Aslında gayet ağır bir konuyu anlatmasına ve iki saatlik süresine rağmen akıp gidiyor. 60'larda, Amerika'da kürtaj yasağı varken, kadınlara yardım etmek için bir organizasyon kuran ve kendilerine Jane adını veren bir grubu anlatıyor. Yakın zamanda, benzer bir konuda Audrey Diwan'ın Kürtaj filmini izleyince, bu film çok zayıf kaldı. O film tek bir kadını odağına alıyordu, bu film ise konuyu genişletiyor ama kadınların yaşadıklarını, hislerini anlatmakta başarısız. Prosedürü de çok basit ve herkesin yapabileceği bir iş olarak anlatıyor ki, o da sıkıntılı geldi bana. Carol'un senaristi olarak tanıdığımız Phyllis Nagy, bu filmde sadece yönetmenlik koltuğunda. Senaryoya da bir el atsaymış keşke diye düşündüm açıkçası. Filmin en öne çıkan yanı, Sigourney Weaver'ın hala karizmasını konuşturması bence.
Haftaya, Berlinale’nin diğer bölümlerinde izlediğim filmlerde görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar