SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

40. İSTANBUL FİLM FESTİVALİ-ULUSAL YARIŞMA

18 Temmuz 2021 Pazar 13:09
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen haftaki yazımda, İstanbul Film Festivali’nde jüri görevim olduğu için, yarışma filmleri hakkında görüş belirtemediğimi söylemiştim. Yarışma sonuçları açıklanıp, benim de içinde bulunduğum Fipresci jürisinin, ödülü Çatlak’a verdiği duyurulduğuna göre, ulusal yarışma filmleri hakkında genel bir değerlendirme yapabilirim artık.
Öncelikle bu yılki seçkinin genel olarak gayet iyi olduğunu belirtmeliyiz. Geçen senelerdeki zayıf seçkilerin daha üzerinde, hemen her filmin ilgi çekici taraflarının olduğu bir yarışma oldu. Böyle bir yılda jüri görevini üstlenmekten memnun olduğumu söyleyebilirim. Bu film nasıl olur da ana yarışmaya seçilir dediğim bir film olmadı. Seçkinin geneli, Türkiye sinemasının farklı türlerdeki bir panoramasını sunmak açısından da güzel bir çeşitlilik içeriyordu.
Fikret Reyhan’ın ikinci uzun metrajı Çatlak, geçtiğimiz yıl gösterildiği Antalya’da epey övülmüştü. Bu övgülerin yerinde olduğunu gördük. Büyük bir bölümü bir apartman dairesinde geçen filminde Reyhan, bir borç meselesi üzerinden tüm ailenin ilişkilerini ufak darbelerle yıkıma doğru götüren bir süreci anlatıyor. Reyhan’ın tek mekânı kullanmaktaki başarısını, senaryo ve oyuncuların başarısı da destekliyor. Çatlak, tüm filmler içinde en doğal diyaloglara ve oyunculuklara sahip birkaç filmden biriydi. Kamera adeta hepimizin çok yakından tanıdığı, geleneksellikle modernlik arasında sıkışıp kalmış bir ailenin evine yerleştirilmiş, biz de onları izliyoruz hissi veriyordu. Ayrıca tüm film, o doğallığı destekleyecek ince detaylarla doluydu. Sinemanın tüm unsurlarını yerli yerinde kullanan, boş bir sahne içermeyen bir yapım olarak umarım vizyona girdiğinde de hak ettiği seyirciye ulaşabilecek bir film olur.
Barış Sarhan’ın kendi kısa filminden uyarladığı Cemil Şov, oyuncu olma hayaliyle yanıp tutuşan ama aslında pek de yetenekli olmayan Cemil karakterinin psikolojik durumunu ve film ilerledikçe giderek gerçek ile bağlantısının kopmasını stilize bir bakış ile ele alıyor, bir dönemin Yeşilçam filmlerine saygı duruşunda bulunurken, adeta onları yeniden yaratıyordu. Soykut Turan’ın görüntü yönetiminin de dikkat çekici olduğu filmin, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni sularından başlayarak daha karanlık bir noktaya giden akışı da iyi kurulmuştu.
Yarışmanın tek mekânda geçen filmlerinden bir diğeri de Sen Ben Lenin idi. Gerçek bir olaydan yola çıkarak kurulmuş bu filmde, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası bir sahil kasabasına vuran Lenin heykelinin, turistik bir amaçla sergilenmesi sonrasında, başbakanın ziyareti öncesinde heykelin çalınmasını ve heykelin bulunması için yürütülen polis soruşturmasını anlatılıyordu. Son derece kalabalık bir oyuncu kadrosu bulunan filmde karşımıza çıkan karakterlerin hemen hepsi Türkiye’den bir kesimi temsil ediyordu. Yönetmen Tufan Taştan’ın Barış Bıçakçı ile beraber yazdığı senaryoda mizah kullanımı da yerli yerinde idi. Son dönem Türkiye sinemasının önemli yönetmenlerinden bir kısmının filmde konuk oyuncu olarak yer alması ve hem keyifli bir hoşluktu hem de yarışmadaki başka filmlerden biri ile ortaklık kuruyordu.
Başarılı kısa filmleri sonrası birkaç yıl önce Toz Ruhu ile dikkat çeken Nesimi Yetik’in yeni filmi Dirlik Düzenlik, yarışma filmleri arasında en başarılı kurulmuş karakterlere sahip filmlerden biriydi. Yıllardır aynı evde beraberce yaşayan iki kızkardeş ve annelerinin oluşturduğu üç kadından oluşan çekirdek aile, onların arasındaki sevgi-nefret ilişkisi, birbirlerinden bıktıkları halde bir türlü ayrılamama hali çok iyi anlatılmıştı. İlerlemiş yaşına rağmen, evlenerek evden ayrılma şansı yakalayan tek kişinin anne karakteri olması da çok güzel bir fikirdi. Filmin üç başrol oyuncusunun başarısını vurgularken, anneyi oynan Dudu Yetik’in yönetmenin kendi annesi olduğunu ve profesyonel bir oyuncu olmadığını da vurgulamalıyız. Filmin fazlaca yakın çekim kullanımının biraz yorucu olduğunu ve finale dair itirazlarım olduğunu da not olarak düşeyim.
Festivallerde ana akıma daha yakın filmleri çok fazla görmeyiz. Tunç Şahin’in yeni filmi İnsanlar İkiye Ayrılır, bu açıdan iyi bir örnekti. Bankalara borcu olan insanları sıkıştırmakla görevli olan bir aracı firmada çalışanlarla borçlular arasında geçen bu hikâye, başından itibaren, belli bir yere kadar merakla izlenen, ne olacağını merak ettiren bir yapıda kurulmuştu. Günümüzün vahşi kapitalizmine bir eleştiri de getiren film, bunu bir soruşturma çerçevesinde yaparken bol bol flashback kullanıyordu. Bu tarz filmlerin güzel bir örneği olsa da tarzı bilen seyirciler için finalin fazlaca belirgin olduğunu, üstelik artık her şey anlaşıldıktan sonra anlamayan varsa iyice açıklama çabasıyla filmin fazlaca uzatıldığını söylemek gerekli.
Yarışmanın ana akım sularında dolaşan bir diğer filmi de Emre Akay’ın Av filmi idi. Bir kadın ve peşindeki erkekler şekilde özetlenebilecek olan bu aksiyon filminin teknik özellikleri güçlü olsa da toplamda diğer filmler yanında biraz zayıf kalıyordu. Türk toplumunda kadınların yeri üzerine söyledikleri de biraz ezberden konuşmak gibiydi. Yine de vizyona girdiğinde, belli bir seyirciye ulaşabilecek filmlerden.
Daha önce Uçan Süpürge’de izlediğimiz Nisan Dağ’ın Bir Nefes Daha’sı ne yazık ki ulusal yarışmada yönetmeni kadın olan tek filmdi. Festival ekibinin cinsiyetçi bir tarafının olmadığı varsayarsak (ki bende öyle bir izlenimleri yok), kadın yönetmenlerin sektörde kendilerine halen yeteri kadar yer bulamadıkları sonucuna varabiliriz. Bir Nefes Daha, bir alt kültür grubunu başarılı bir şekilde anlatırken rap müziği de hikâyenin bir parçası haline getiriyordu. Keşke daha fazla olsaydı dediğim animasyon bölümleri de filmin öne çıkan unsurlarından biriydi. Ancak zengin kız, fakir oğlan aşkı yeterince inandırıcı olamıyordu.
Alt kültür gruplarını başarılı bir şekilde anlatan bir diğer yönetmen de Emre Erdoğdu. Dikkat çekici bir ilk film olan Kar sonrasında bu kez Cihangir’de ünlülerin dünyasına yöneltiyor kamerasını. Biraz karikatürize olan ünlüler ve onların arasına girmeye çalışan torbacıları Yılmaz’ın hikayesini anlatıyor. Yılmaz, kendisini ünlülerin arkadaşı ve onların yakın dostu olarak görüyor ama sadece onlara mal sağlayabildiği sürece öyle. Erdoğdu, yine gözlem gücü yüksek bir film ortaya çıkarmış ve ilk filmindeki gibi, Halil Babür’ün başarılı oyunculuğundan destek almış. Kendi kendisine göndermeler yapan ve tıpkı Sen Ben Lenin gibi, yönetmenleri küçük rollerde oynatan bir film. Yönetmenlerin hepsinin de uyuşturucu tacirlerini oynaması da küçük bir muziplik. Ancak hikâye yeteri kadar güçlü bir yere bağlanmıyor, filmin bazı görsel tercihlerinin altı doldurulamıyordu kanımca.
Yarışmasın en farklı yerde duran filmlerinden biri de Zin ve Ali’nin Hikayesi idi. Bir Kürt köyünde geçen hikâyede, oğlu öldürülmüş olan bir annenin, onu uğurlarken bir cenaze yerine, bir düğün yapmak istemesi anlatılıyordu. Ancak bu düğün, yetkili makamlar tarafından adeta bir direniş olarak algılanacaktı. Karşımızda çok ilginç bir fikir var ancak uzun metraj bir filmin içini dolduracak açılımlara ulaşamıyordu. Filmin süresi 80 dakika olsa da bu süre bile fazla kalmıştı bence. Yine de çıkış noktası, kurduğu atmosferin başarısı ve yetkin görsel yapısı ile izlenebilir filmlerden biri.
Çok başarılı dizilerle karşımıza çıkmış olan Uluç Bayraktar’ın ilk uzun metrajı 9,75 teknik olarak başarılı olan ama belki de diziye alışık olan bir yönetmenin çok fazla konuyu işin içine sokma çabasının zayıflattığı bir filmdi. 90’larda Kürt’lere yapılan askeri operasyonlardan Gezi parkına kadar giden hikayesinde, annesini ve babasını korkunç şekilde yitirmiş bir çocuk, yetimhanedeki zorlu yıllar, ölümcül bir hastalık, kısacası ne drama isterseniz hepsi var ve üzerinize üzerinize geliyor. Filmin önemli bir kısmı da Nejat İşler’in karizmasına ve aforizmalarına dayanıyor. İşler’in karizma konusunda hiçbir eksiği olmadığını biliyoruz ama ona yaslanmak, karakterini yeteri kadar geliştiremiyor. Gezi Parkı olayını işin içine katmazsak, anlattıkları açısından, biraz da geç kalmış bir filmdi sanki.
Geçtiğimiz yıl Adana’da yarıştığında şaşırtıcı bir ilk film olarak dikkat çeken Yeniden Leyla, tekrar izleyişte de aynı etkisini koruyordu. Dilsiz bir karakter üzerinden yürüyen, orta karar bir film olarak başlayan film, ikinci yarısında bambaşka bir yöne doğru gidiyor, filmin iki yarısı arasında kurduğu bağlantılarla da enteresan açılımlara imkan tanıyordu. Yine spoiler vermeden detay veremeyeceğim ama finale dair itirazlarım olan bir filmdi. Ama Barış Hancıoğulları’nın sonraki filmlerini merak etmek için yeterli etkiyi veriyordu.
Festivalin ilk filmlerinden Sardunya, şehir dışında okurken babasının geçirdiği beyin kanamasının haberi ile memleketine geri dönen ve babasının yanı sıra kanser olan teyzesi ile de yüzleşen genç bir kadının öyküsü. Sırların giderek gün yüzüne çıktığı, ya da çıkmaya çalıştığı bir polisiyenin sularına giren filmde senaryo sıkıntıları göze çarpıyordu. Babanın hastalığının, kızı eve getirmek dışında pek bir işlevi yokken, zaman zaman bazı sırların neden saklandığına anlam da verilemiyordu.
Bir başka ilk film Af ise iki kardeşin trajik noktalara varan çekişmelerini konu ederken bariz bir Habil-Kabil göndermesi yapıyordu. Festival filmi klişelerini fazlaca kullanan, en kritik sahnelerinde de inandırıcı olamayan bir yapısı vardı. Çocukların filmde gördüğümüz noktaya gelişlerine bizi ikna edemeyince, sonrasında olanların da altı dolmuyordu.
Sinemaların tekrar açıldığı şu günlerde umarım bu filmlerin hepsi salonlarda seyircisi ile buluşma fırsatı bulur.

Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’da Cermodern açık hava sinemasındaki etkinlikler devam ediyor. Bu haftanın programı şu şekilde:

18 Temmuz Pazar: The Band's Visit (Bandonun Ziyareti)
22 Temmuz Perşembe: National Theatre Live – Amadeus
23 Temmuz Cuma: National Theatre Live – Peter Pan

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar