SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

32. ANKARA FİLM FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 1

08 Kasım 2021 Pazartesi 21:10
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

32. Ankara Film Festivali, 4 Kasım’da yapılan açılış töreni ile başladı. 5 Kasım’da başlayan film gösterimleri halen devam etmekte. Filmlere geçmeden önce, Ankara seyircisinin festivale epey ilgi gösterdiğini gözlemlediğimi söylemeliyim. Kapasite sınırının da kalkması ile seyirci sayısı, rahatlıkla geçen senenin 2-3 katı olacakmış gibi gözüküyor. Hatta, pandemi öncesi dönemin bile üzerinde olma ihtimal var. Halen pandemi tedirginliği nedeniyle salonlara gelemeyen seyirciler olduğunu biliyorum ama büyük çoğunluk, bu tedirginliği atmış gibi gözüküyor. Buradan bir kez daha, vizyon filmlerinin önemli bir kısmının boş salonlara oynamasını, artık pandemi ile değil, filmlerin seyircinin ilgisini çekmemesi ile açıklamamız gerektiğini anlıyoruz.
Gelelim festivalin ilk üç günü izlediğim filmler ile ilgili kısa yorumlarıma.

Tout s'est bien passé (Her Şey İyi Gitti):
François Ozon'dan bir ötanazi filmi. Babaları felç geçiren iki kız kardeşin onun yanında olma çabalarını ve giderek onun hayata veda etme isteği konusunda aldıkları tavrı anlatan bir film. Aslında konuya ve karakterlere yaklaşımı açısından övebileceğim bir film. Kamera arkasında yeni bir yönetmen olsa, gayet iyi bir ilk film diyebilirdim. Ama Ozon'dan beklediğim film bu değil. Son yıllarda çok daha düz filmler çekmeye başladı ama kişisel olarak, Ozon'un daha oyuncaklı, anlatı yapısı ile oynadığı ve buna sinemasal karşılıklar bulduğu filmlerini daha fazla seviyorum. Her ne kadar ötanazi gibi karanlık bir konuyu, zaman zaman mizahı da kullanarak anlatabilmesini sevsem de Ozon'un filmleri içinde üst sıralarda yer alacağını sanmıyorum. Konusu itibariyle etkileyici elbette. Ama o etkileyicilik biraz da seyircinin kendi deneyimleri ile ilgili. 
Sophie Marceau'yu uzunca bir süredir sinema perdesinde izlememiştik. O açıdan heyecanlıydım. Hâlâ perdeyi dolduran iyi bir oyuncu ve hâlâ çok etkileyici. Daha sıkça ve iyi filmlerde görmeye devam ederiz umarım. André Dussollier, felç geçirmiş bir adamı oynaması nedeniyle, bedenini hastalığın farklı evrelerini gösterecek şekilde kullanmış. Çok tecrübeli bir oyuncu tabii. O da kendini gösteriyor. Bu bir Amerikan filmi olsa, Oscar adaylığını konuşuyor olabilirdik.

Kerr:
Babasının cenazesi için geldiği kasabada, bir cinayete şahit olan bir adam ve o kasabadan bir türlü ayrılamamasını anlatan bir film. Ama klasik bir polisiye aklınıza gelmesin. Tan tersi, Tayfun Pirselimoğlu sinemasının tipik özelliklerini barındıran bir film. Özellikle Yol Kenarı ile yakın akraba. Teknik unsurları yine çok başarılı. Görüntü ve sanat yönetimi ile kurgu çok çok iyi. Bu anlamda, Antalya'daki en iyi yönetmen ödülünü haklı buldum. Ama yine tipik bir Pirselimoğlu filmi özelliği olarak, seyirci ile çok mesafeli. Hiçbir karakter ile yakınlaşmamıza izin vermiyor. Duygu olarak da öyle, kelimenin tam anlamı ile kamera ile karakterler arasındaki mesafe olarak da. Keşke böyle yapmasaydı diyecek değilim. O zaman da Pirselimoğlu filmi olmazdı. Sadece benim çok tercih ettiğim bir tarz olmadığını söyleyebilirim.
Oyuncu kadrosu çok ilginç aslında. Zaten sevdiği oyuncular dışında, bu tarz filmlerde görmeye hiç alışık olmadığımız isimler de var. Erdem Şenocak'ı başrole koyma tercihi de cesurca ve tüm oyunculardan da istediği performansı almış. Müzikte de sürpriz bir isim var, üstelik film içinde de o isme dair göndermeler yakalamak mümkün. Hatta söyleşide onunla ilgili bir soru soracaktım ama vakit kalmadı.
Bu arada filmin tekinsiz bir mizahı da var. Pirselimoğlu filmi diye seyirci kendini kastı da gülmedi mi bilmiyorum ama ben birkaç yerde, cidden kahkaha atacak seviyeye geldim. Ama salondan çıt çıkmadığı için kahkahamı içime gömdüm.
Bu arada, söyleşide Pirselimoğlu'nun ne kadar efendi bir insan olduğunu da gördük. En ilginç(!) sorulara karşı bile çok sakin cevaplar verebildi.

My Sunny Maad (Güneşli Maad):
Afganistan'da kadın olmak temalı bir animasyon. Rahat izlenen, kimi zaman komik, bazen duygusal bir film ama biraz fazlaca batılı gözü ile çekilmiş. Afgan bir erkeğe âşık olup, evlenmek üzere Afganistan’a giden, Çek bir kadını anlatıyor. Kadının, ülkesindeki erkeklerde aradığını bulamayıp, korumacı kişiliği ile bir Afgan erkeğinden hoşlanmasını ya da kalabalık ve güçlü bağları olan bir aile arayışını anlayabilmek mümkün ama o korumacılığın pek de iyi bir yere gitmeyebileceğini görmemesi ilginç.
Filmin başında, çevresini hiç dinlemeyip, Afganistan'a gitme kararını vermesini sağlayacak büyük aşkı görebilsek daha inandırıcı olabilirdi ama o kısmı çok hızlı geçiyoruz. Böyle olunca da ana karakterimizin, ilk gece kanlı çarşafı görmek isteyen aileden, eline geçen ilk fırsatta ayrılmaya çalışmayı denememiş olması ve sonra yaşananlar inandırıcı olamıyor.

Memoria:
Tilda Swinton’un canlandırdığı karakterin, kafasının içinde duyduğu sesin izini sürmesini izlediğimiz bir film. Apichatpong Weerasethakul'un benim yönetmenim olmadığını bir kez daha anlamış bulunuyorum. Önceki filmlerinde kültür farkı diyordum ama ülkesi dışında çektiği bu ilk filmle de beni yakalayamadı. Şiddetli geçimsizlikten ayrılmamız lazım sanırım.
O çok övülen ses tasarımı ve film boyunca karakteri ve dolayısıyla bizi etkilemesi gereken ses efekti dahi etkileyici gelmedi. Filmdeki karakter gibi, kafamın içinde duysam delirdiğimi düşünürdüm, o ayrı tabii.
Filmin sonunda, ses ile ilgili yapılan açıklama içinse "yok artık" demekten kendimi alamadım. Apichatpong abimize Marvel filmi mi verseler acaba dedim. Abartıyorum tabii. Öyle bir şey olsa, direkt kıyamet alameti. Madem öyle bir abartılı yorum daha yapayım. 15 dakikalık filmi 136 dakikaya uzatmış adeta. Ve Kerr söyleşisinde Tayfun Pirselimoğlu'na sorulan soruyu Apichatpong'a sorarak bitireyim: "Hocam, tam olarak ne anlattınız şimdi?"
Yine de filmi çok sevenler ve başyapıt seviyesinde bulanlar olduğunu da söylemem lazım. Vizyonda bir şans daha verme niyetim var.

Spring Uje spring (Koş Uje Koş):
Parkinson hastalığının ne kadar zorlu bir süreç olduğunu, bu hastalığa, görece erken yaşta yakalanmanın daha da zor olduğunu yakından biliyorum. Uje Brandelius, kendisi de bu hastalığa yakalanmış ve bu filmde kabulleniş sürecini anlatıyor. Senaryoyu kendisi yazmış ve ailesi ile birlikte kamera karşısına geçmiş. Bir hastalık filmi diye, seyircinin üzerine çöken bir film aklınıza gelmesin. Tam tersi, en baştan beri anlatısını mizah üzerinden kuruyor. Hatta filmin bir yerinde "ben parkinson olduğuma göre parkinson şakası yapabilirim" diyor. Gerçi hastalığın daha da yıpratıcı olan ileri safhalarına hiç girmiyor, sadece hasta olduğunu kabul edebilme ve çevresine açıklama sürecini anlatıyor. Bu filmin kendisini de o sürecin bir parçası olarak görmek mümkün.
Çok önemli bir film değil belki ama festivalin zorlu filmleri arasında, keyifli bir nefes alma arası olarak ideal. Kişisel bir yerden bağlantı kurabilirseniz, daha da güzel.

Gölgenin Seyri / Türk Sinemasının Tartışmalı İlkleri:
Sinema tarihi ile ilgili belgeselleri seviyorum. Osmanlının son yıllarından Cumhuriyete doğru ilerleyen dönem ile ilgili olanlarını da bulduğum yerde izlemeye çalışıyorum. Gölgenin Seyri de bu açıdan epey ilgimi çekmişti. Anlatılan konuları da ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Ancak anlatım tarzı biraz ders anlatımı havasında geldi. Metinde adı geçen pek çok tarihi kişiliği önceden tanıyor olmama rağmen, kimi zaman isimler ve tarihlerin çok yoğun bir şekilde gelmesi takibi zorlaştırdı. Bu konuya ilgisi olan kısıtlı bir seyirciyi hedeflediği için, bir miktar ön bilgiyi koşul olarak istediği söylenebilir. 2 saati aşan süresi de biraz uzun. İzlerken, Blu-Tv ya da benzer bir platformda, yarımşar saatlik bölümlerden oluşan bir belgesel dizisi olabileceğini düşündüm.
En ilgimi çeken bölüm, kopyaları kaybolan ilk uzun metraj animasyon filmi ile ilgili bölüm oldu. Yazık olmuş filme.

Kısa Film Yarışması 2:
Festivalin üçüncü gününde izlediğim kısa film seçkisinde en sevdiklerim, daha önce de başka festivallerde izlemiş olduğum, Yara ve Bir Annenin Sonatı oldu. İlki, bir sırda birleşen iki kadını anlatıyor, diğeri de fantastik bir pandemi uzarsa filmi. Özellikle Yara'nın ödül şansı olabilir (ilk seçkiyi henüz izlemedim).
Aynı Gecenin Laciverti ve Konsensüs, iki suç filmiydi. Anlatım tarzı ve arada animasyonları da kullanması ile ilkini daha çok sevdim. Konsensüs biraz geveze ve uzun geldi açıkçası. Hasat, Ergenekon soruşturmaları ile ilgili bir filmdi ama karakterler ve oyunculukların bazıları inandırıcı gelmedi. Final hoştu gerçi. Güzel Havalar da az-çok nereye bağlanacağını öngörseniz de insanı rahatlatan bir filmdi. Buz İçin Çığlık, önemli de bir konuya değinen hoş bir animasyondu ama çok iz bırakmadı. İnşaattaki filminde ise bir şey kaçırmış olmalıyım sanki. Özette yazan bir konuyu fark edemedim. Bir yerlerde tekrar izlemek lazım.

Sweet Thing (Tatlı Şey):
"Tam bir Amerikan bağımsızı" kalıbını hiç çekinmeden kullanabileceğim, sıcak bir film. Sorunlu anne-babalarından uzaklaşıp, kendilerine bir dünya kurmaya çalışan çocukların hikayeleri şaşırtmasa da film sizi içine çekmeyi başarıyor. Çocukların dertlerine ortak olmayı başarıyorsunuz da o dertler sanki bir checklist'ten alınmış gibi. Alkolik baba, ilgisiz anne, kadına karşı şiddet, çocuk tacizi, polis şiddeti, yoksulluk vs. vs. Ayrıca, final de çok Hollywood tarzı bir yere bağlandı.
Alexandre Rockwell, 90'lardaki popülerliğinden uzakta ama (gerçi o zaman da içinde bulunduğu grubun en az tanınan üyesiydi sanırım) halen o günlerin havasını devam ettiriyor. Bu film için de 90'larda çekilmiş deseniz inanabilirdim. Kendi ailesini kullanarak, çok küçük bir ekiple çalışarak, zaman zaman teknik bazı sorunları olduğu gibi bırakarak bağımsız ruhunu korumaya çalışmış. İzlenir mi? izlenir. Çok iyi mi? Değil.

Strah (Fear / Korku):
Filmi izlemeden önce, hakkında farklı uçlarda yorumlar duymuştum. Ben seven taraftayım. Bulgaristan'daki yabancı düşmanlığını, kara mizah çerçevesinde ele alan, başarılı bir film. Kocası öldükten sonra yalnız başına yaşayan Svetla, avlanmak için ormana gittiğinde Afrikalı bir mülteci ile karşılaşır ve gönülsüz de olsa onu evine almak zorunda kalır. Tahmin edebileceğiniz gibi, bu iki yalnız insan zamanla yakınlaşırlar ve tepkiler büyür. Yönetmen, tek bir durum üzerinden tüm ülkenin hatta genelleştirirsek dünyanın pek çok yerinin mülteci sorununa bakışını yakalamayı başarmış. Bu arada toplumun yalnız bir kadına bakışını da anlatabilmiş. Belli bir bölümde medyanın olayları tırmandırma ve gerginlik yaratma çabasını da merceğine almış. Tüm bunları asık bir suratla değil, en gergin anlarda bile mizahı kullanarak yapması da bir artı.

Ankara’dan Etkinlikler:
Ankara’daki en temel etkinlik elbette Ankara Film Festivali ama hemen arkasından Çağdaş İtalyan Filmleri haftası başlayacak. 12-16 Kasım arasında Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde fiziksel gösterimler yapılacak. Ayrıca, aynı filmler online olarak da izlenebilecek.
Ayrıca, 13 Kasım’da da Fransız Kültür Merkezi’nde Tu mérites un amour filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar