SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

27. UÇAN SÜPÜRGE KADIN FİLMLERİ FESTİVALİ İZLENİMLERİ-BÖLÜM 3

09 Haziran 2024 Pazar 10:38
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Bu yılki Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali izlenimlerimiz, üçüncü bölümüyle devam ediyor. Bu bölümde de ilgi çekici kurmaca ve belgesel filmler yer alıyor. Vizyon filmleri çok da bekleneni vermezken, festivaller halen farklı filmlerin kendine yer bulabildiği bir alan olarak dikkat çekiyor. Haftaya da, bir terslik olmazsa, bu hafta boyunca Ankara’da gösterimlerine devam edecek olan, Engelsiz Filmler Festivali ile yolumuza devam edeceğiz.

Who Do I Belong To (Kime Aidim):
Tunus'tan gelen bu film, iki oğlu İŞİD'e katılmak üzere evlerinden ayrılan, bir süre sonra, oğullarından biri, yanında hamile bir kadınla geri gelen bir annenin hikayesine odaklanıyor. Açıkçası beni yakalayan bir film olmadı. Hatta şöyle diyeyim, festival sırasında yetiştiremediğim için, bu yorumları sonradan yazıyorum. Sıra bu filme gelince, ben bu filmi izlemiş miydim diye şüpheye düştüm, konusuna bakınca hatırladım. Evet, muhtemelen bir kısmında da uyuklamış olmalıyım. Eksik bırakmamak için yazdım ama siz yine de bu filmle ilgili yorumumu dikkate almayın 😊
Yalnız, Tunus’ta İŞİD'e katılmak için ülkeden ayrılan gençler olayı, bayağı ciddi bir problem belli ki. Yakın zamanda, bu konu ile ilgili başka filmler de izlemiştik.

Without Air (Nefes Alamıyorum):
Macaristan'da bir edebiyat öğretmeni, lisedeki öğrencilerine, Tutkunun Şairleri (Total Eclipse) filmini önerir. Velilerden biri, oğlunu Rimbaud ve Verlaine'in aşkını anlatan bu filmi izlerken görünce, siz oğlumu ib.. mi yapacaksınız diyerek dellenir ve öğretmeni şikayet eder (evet, gördüğünüz gibi, sadece bizde değiller). Önce müdür bu şikâyeti pek önemsemez. Göstermelik bir kınama cezası verir, olayı kapatırız der ama öğretmen geri adım atmayınca, söz konusu veli de bölgenin önemli isimlerinden biri olunca, olaylar karışır.
Hemen hemen tümüyle bir okulda geçmesi ve idealist bir kadın öğretmene odaklanması ile, Öğretmenler Odası filmini andırıyor biraz. Onun kadar sağlam değil ama yine de merakla izleniyor. Özellikle, öğretmenin okul dışındaki yaşamı ile ilgili kısımlar, aksıyor. Öğretmenin, inceleme için kurulan komitenin karşısında kendini savunduğu kısım da, fazla mesaj kaygılıydı. Daha doğrusu, filmin derdini anlamadıysanız, bakın altını çize çize tekrar göstereyim diyen bir sahneydi. Bu tip sahneleri pek sevmiyorum.
Yine de genel olarak, belli bir seviyenin üzerinde bir film olduğunu söyleyebiliriz. Ortaya koyduğu tartışma da, bizim gibi ülkeler için, güncel bir tartışma.

Dahomey:
Fransızların, Dahomey Krallığı'na ait tarihi eserleri yağmalayıp ülkelerine götürmelerinden yüzyıllar sonra, bunların bir kısmının geri gönderilmesi sürecini anlatan bir belgesel. Mati Diop'un filmi, Berlin'de Altın Ayı alması ile dikkat çekmişti.
Festivalin en büyük ödülünü kazanınca, ister istemez, gerçekten o kadar iyi mi sorusunu da yanında taşıyor. Onu peşinen aradan çıkaralım. Benim Altın Ayı adaylarım arasında yer almazdı. Ama ödülden bağımsız bakarsak, ilgi çekici yanları olan bir belgesel.
Özellikle bu tarihi eserlerden birinin kişiselleştirilmesi ve ona bir ses verilmesi, onun bu yolculuğu, davudi bir sesle seyirciye anlatması, filmin en ilgi çekici tarafıydı. Belki de tüm film bu şekilde devam etseydi, daha çok sevebilirdim.
67 dakikalık, neredeyse orta metraj diyebileceğimiz bu filmin, önemli bir bloğunu da, Benin Cumhuriyeti'nden (Dahomey Krallığı'nun bugünkü mirasçısı diyelim) öğrencilerin, kendi tarihleri, sömürgecilik dönemi ve bugüne etkileri üzerine yaptıkları tartışmalar oluşturuyordu. Aslında bu kısmı da sevdim. Gençlerin tartışmaları, seyirci olarak bizim de kafamızda soru işaretleri açıyor, filmi bir adım ileri taşıyordu. Ama bu kısım, ilk bölümden bağımsız, ayrı bir film gibiydi. Hatta yaşı tutanlar için, küçük bir Siyaset Meydanı programı gibiydi diyeyim.
Kısacası, ilgi çekici bir belgeseldi bence ama Altın Ayı almış bir film etkisi ile izlenirse, hayal kırıklığı yaratabilir. En azından festivalde izleyen pek çok kişi için, öyle oldu.

Dargeçit:
1995'de Mardin-Dargeçit'te kaybedilen, bazıları çocuk yaşlarda olan, yıllar sonra kuyularda kemikleri bulunan insanların yakınlarının, 2015'de çözüm süreci döneminde açabildikleri davaların izini süren, önemli bir belgesel. Dava süreci umutla başlasa da, yıllar geçip, politik atmosfer değiştikçe, giderek uzatmalar oynanmaya başlamış. Yeri yurdu belli olan kişiler, nasıl oluyorsa, bulunup mahkemeye getirilememiş vs. vs.
Yönetmen Berke Baş ve küçük bir ekip ve belli bir yerden sonra, bu davayı takip ediyorlar. Bir yandan da arşiv görüntüleri ile (anladığım kadarıyla bunlar, daha önce çekilmiş, başka bir belgeselden alınmış), kemiklerin bulunmasını izliyoruz. Seyirci olarak bize de ne olacağını merak ettiren, bir yandan da tarihe not düşen bir belgesel. Gelinen noktada, benzer davalarda olduğu gibi, kimse ceza almamış. İtiraz süreci devam ediyor ama gelecek sene de, olay zaman aşımına uğrayacakmış. Film sonrası söyleşiye katılan avukatlardan birinin kullandığı tabirle, bu tarz "faili belli" cinayetlerin bile ortada kalıyor olması üzücü.
Söyleşide tüm salonda, büyük bir duygu yoğunluğu, ailelere destek hissi oluştu. Gelen sorular da genelde bu çerçevedeydi. Ama söyleşi sırasında, şunu da düşünmeden edemedim. Şu an, bu salonda, üç aşağı beş yukarı, benzer fikirleri olan kişileriz ve birbirimizi yükseltiyoruz aslında. Bu tarz filmlerin daha geniş kitleye, daha da önemlisi farklı görüşlerde insanlara ulaşması gerek. Muhtemelen fikirleri değişmez ama ne kadar kişiye ulaşırsa, o kadar iyi. Ama bu o kadar da kolay değil. En popüler platform Netflix'se mesela, oraya konsa bile (mümkün değil de, mesela dedik), çok izleneceğini sanmıyorum. Buna bir çözüm önerim var mı? Yok, ama kafamı kurcalayan bir konu olarak, değinmek istedim.

Milk (Süt):
Hamileliğinin son döneminde çocuğunu kaybeden bir kadının, sütünü bağışlama çabasını izlediğimiz bir film. Hem kadının yas sürecini, hem de bu süt bağışlama olayının ne kadar zor ve yıpratıcı olduğunu izliyoruz. Hollanda'da tabii ki, bunun çok kesin kuralları var. Ana karakterimiz Robin, yıllar önce bir hastalık geçirdiği için, yasal olarak sütünü bağışlamasına izin verilmiyor. Aslında doktorlar, aradan bu kadar zaman geçtikten sonra, sorun olmayacağını söylüyorlar. Bunun üzerine, o da İnternet'ten, çeşitli forumlardan, sütünü bağışlayabileceği birisini arıyor. Bayağı, iş mülakatı gibi görüşmelerden geçiyor. Olay, bizdeki süt anneliği gibi de değil. Sütünü sağıp, şişelere doldurup, paketlemesi gerekiyor.
Bu arada, film sonrasındaki söyleşide yönetmen, süt anneliği olayını bildiğini söyledi. Hikâyeyi de, ablasının başından geçen bir olaydan hareketle, kendisi de anne olduktan sonra yazmış. Açıkçası tam anlamıyla bir kadın filmi, yönetmenin duyguyu aktarmakta başarılı olduğunu düşünsem de bizim (erkeklerin yani), o duygu durumunu tam anlamıyla anlamamız mümkün değil.
Robin'in acısını unutmak için katıldığı, sessiz bir yürüyüş grubundaki sahneler fazla uzun olmakla birlikte, genel olarak başarılı bir film olduğu söylenebilir.

The Buriti Flower (Hayat Ağacı Çiçeği):
Brezilya’da yaşayan Krahô halkının tarihine, kültürüne, inançlarına ve günlük yaşamlarına bakan bir film. Bu iyi film ama bana geçmedi dediğiniz filmler olur ya, bu da benim için onlardan biri. Bu yerli halkın tarihinde, gidiş-gelişlerle savrulmak, orman görüntüleri içinde büyülenerek kaybolmak mümkün. Ama bunun için filmin atmosferine girmek lazım. Açıkçası beni içine alamadı. Gerçi yönetmenlerin önceki filmi, The Dead and the Others da benzer bir his vermişti. Demek ki, tarzları bana pek hitap etmiyor. Yine listede eksik bırakmamak için yazdığım filmlerden biri diyerek, sonraki filme geçelim.

Mamifera (Memeli):
Üniversitede hoca olan 40 yaşındaki Lola, erkek arkadaşı ile mutlu mesut bir hayat sürmektedir. Anne olmamak konusunda, yıllar önce verdiği karardan çok memnundur ve çocuklu bir hayatı, bir alternatif olarak bile düşünmez. Fakat artık yaşımız geçti derken, bir anda hamile kaldığını öğrenir. Hamileliği sonlandırmak konusunda da çok nettir ama yasal bir bekleme süresi vardır. Bu sürede, baba olmak isteyen erkek arkadaşı (bu arada, dünyanın en iyi erkek arkadaşı olabilir), kendi annesi ile olan ilişkileri, uzun zamandır bebek sahibi olmak isteyen arkadaşı vs. de devreye girince, kendisinde de soru işaretleri oluşmaya başlar.
Aslında epey duygusal bir film gibi gözükse de gayet eğlenceli, durumun içindeki mizahı çekip çıkarmayı bilen bir film. Özellikle Lola’nın rüya sekansları, kendi başına birer kısa film olabilecek kadar hoş. Ama bir yandan da ele aldığı konunun derinliklerine de inemiyor. Yine de, başarılı oyunculukları ve temposu ile keyifle izlenebilecek bir film. Duygusal anları da var elbette.
Bir ara, anneliği kutsayacak, her kadın anne olmalı mesajı verecek diye endişe ettim. Final spoiler’ı vermeyeyim ama o noktaya gitmeyişi olumlu.

Motherland (Anavatan):
Festivalde izlediğim son film, Belarus’da zorunlu askerlik görevi sırasında, komutanlarının ve ağırlıklı olarak arkadaşlarının zorbalıklarına maruz kalarak hayatını kaybeden bir gencin annesinin hukuk mücadelesini anlatan bir belgeseldi. İlk anda, bir gün önce izlediğimiz Dargeçit filmini hatırlattı biraz. Ama burada film, farklı yönlere kayıyor.
Bir yandan bu yargı mücadelesi, bir yandan gencin askerden yazdığı mektuplar, bir yandan askere gitmeye hazırlanan başka bir gencin yaşadıkları. Bu kısımlar yine belli bir tema bütünlüğü sağlasa da bir noktada, ülkedeki seçimler, hükümete karşı protestolar, polis şiddeti gibi konular da devreye giriyor. Bu da ana konudan iyice uzaklaşmamıza neden oluyor. Yönetmenler, şiddet üzerinden bir bağlantı kurmaya çalışmışlar belli ki ama bence, filmin odağının kaybolmasına yol açıyor. Tam da bu nedenle, ele aldığı konuyu, yeterince işleyememiş bir yapım bence.
Haftaya görüşmek üzere.


HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar