SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

12. ÇAĞDAŞ İTALYAN FİLMLERİ HAFTASI

21 Kasım 2021 Pazar 12:57
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Ankara’da her yıl Kasım ayında düzenlenen Çağdaş İtalyan Filmleri Haftası, artık oturmuş bir gelenek haline gelmiş durumda. İtalyan Büyükelçiliği’nin düzenlediği etkinlik, Ankara’daki farklı ülke sinemalarına ait etkinliklerin de bir öncüsü. Yıllardır Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde düzenlenen gösterimlerde, pandemi öncesi son dönemde ilgi çok artmış, yer bulmak çok zor olmaya başlamıştı. Hatta yer kalmadığı için salondan geri döndüğümü bile hatırlıyorum kendi adıma. Geçen yıl, fiziksel gösterimlere bir de çevrimiçi seçeneği eklenerek, hem pandemi nedeniyle salona gelmek istemeyen seyircilere, hem de tüm Türkiye’ye ulaşılmış oldu. Bu yıl da aynı uygulamaya devam edildi. Daha önce de belirtmiş olduğum gibi, bu tip gösterimlerde çevrimiçi seçeneğinin önümüzdeki yıllarda da devam etmesinin, bu filmlerin daha geniş bir kitleye erişmesini sağlamak için önemli olduğunu düşünüyorum diyerek, bu yıl izlediğimiz filmlere geçelim:

Qui rido io (The King of Laughter / Kahkaha Kralı):
Haftayı, İtalyan tiyatrosunun önemli oyuncu ve oyun yazarlarından Eduardo Scarpetta’nın hayatının bir dönemini anlatan bir yapımla açtık. Venedik'te yarıştığı ve yönetmen Mario Martone’nin önceki filmi Capri-Revolution'ı sevdiğim için merak ettiğim bir filmdi ama düz bir biyografi filminden fazlasını vermedi. Kostümler, dekorlar başarılıydı ama filmin başka da öne çıkan bir özelliği yoktu. Başrolde Toni Servillo bile standarta bağlayarak oynamış gibiydi. Aslında Scarpetta’nın karısı, sevgilileri ve meşru ve gayrimeşru bir sürü çocuğu ile birlikte sürdürdüğü hayat, herkesin her şeyin farkında olması ama değilmiş gibi yapması, başlarda ilgi çekiciydi ama derinlikli işlenmemiş. Filmin diğer ayağı olan telif hakları ile ilgili dava da çok ilgi çekici değildi. Hikâyenin o tarafı da mevcut bir eserin parodisini yapmak, intihal midir sorusu üzerinden derinleşebilirdi ama o da yüzeysel geçilmiş. Belki İtalyanlar için, kendi tiyatro tarihlerinden önemli bir figürü anlattığı için belli ölçüde heyecan verici olabilir. Ama benim açımdan, akılda kalıcı bir film olmayacak gibi.

Il materiale emotivo (A Bookshop in Paris / Paris'te Bir Kitapçı Dükkanı):
Filmin İtalyanca adı farklı olsa da, Türkçe ve İngilizce adında söz edilen kitapçı dükkanı, adeta bir tiyatro oyunu şeklinde kurulmuş olan filmimizin ana mekanı. Bu dükkânın sahibi, orta yaşlı bir adam da baş karakterimiz. Filmin en başında onu ve bir kaza sonucu, tekerlekli sandalyeye mahkûm kalmış, hiç konuşmayan ve hayata küsmüş kızını tanıyoruz. Bir süre sonra hikâyeye, oyunculuk yapan, hayat dolu genç bir kadın da giriyor. Bu üç kişi arasında geçenleri anlatan masalsı bir film. İtalyan Filmleri Haftası'nda görmeye alışık olduğumuz tarzda, biraz romantik, biraz komik, biraz da hüzünlü bir film. Çoğunlukla oyuncu olarak tanıdığımız Sergio Castellitto, başrolle birlikte filmin yönetmenliğini de üstlenmiş. Tiyatrocu kadın olarak da Bérénice Bejo’yu izliyoruz. Her ikisi gayet iyi ama film için, tam olarak orta karar denebilir. Kötü diyemiyorum, iyi demek de içimden gelmiyor. Filmin, ünlü İtalyan yönetmen Ettore Scola’nın vefatından bir süre önce yazdığı bir çizgi romandan uyarladığını, ilginç bir not olarak belirtmiş olayım.

Luca:
Yakın zamanda izlediğimiz bu yeni Pixar animasyonu, İtalyan Filmleri Haftası’nda da karşımıza çıktı. Vizyonda izlemiştim aslında ama orada Türkçe dublajlı olarak izlemiştik, burada orijinal dilinde tekrar göz atma şansım oldu. Aslında bir İtalyan filmi olmasa da İtalya’nın sahil beldelerini çok güzel anlatan bir yapım. Yönetmen Enrico Casarosa da aslen İtalyan zaten. Yeryüzündeki insanların, görünüşlerinden dolayı deniz canavarı olarak adlandırdıkları iki çocuğun, insanlar arasındaki bir yazını anlatan bir film. Gayet eğlenceli, sıcak bir animasyon. Tam bir yaz filmi. Çocuklardan ziyade bizim için konulmuş gibi gözüken Fellini göndermeleri de leziz. Kimseyi ötekileştirmeyelim mesajı da güzel. Fakat bir yandan da çok bildik bir hikâye ve anlatım tarzı var. Pixar'ın en sevdiğimiz filmlerindeki özgün buluşlar, yaratıcı dokunuşlar bu filmde yok. Şöyle de diyebiliriz. Bir zamanlar Pixar ve Disney ayrı iken, Pixar'ın Disney'den iyi olmasını sağlayan unsurlar, bu filmde yok.
İyi bir animasyon ve sağlam bir büyüme hikayesi olarak tavsiye edilebilir ama Inside Out, Wall-E ya da Up kalibresinde bir şey beklememek lazım.

Padrenostro (Our Father / Babamız):
Babasına karşı düzenlenen bir suikast girişimine şahit olan bir çocuğun, tedirginlik içinde yaşarken kendisinden biraz büyük başka bir çocukla kurduğu dostluğu anlatan bir yapım. Yine orta seviyede bir film. Babaları kim olursa olsun, çocukların önyargısız kurduğu dostlukların gücünü göstermeyi başarıyor ama bunu daha etkileyici bir sinemayla yapabilirdi. Ama belli ki bu filmi yapabilmek, yönetmen için çok önemliymiş. Filmin başında, gerçek bir olaydan yola çıktığı yazıyordu ama İnternet’te yapılan ufak bir araştırmada yönetmenin, zamanında kendi babasına düzenlenen suikast girişiminden yola çıktığını öğrenmek mümkün. Kalan kısmı gerçekle ne kadar bağlantılıdır bilinmez ama bu derece kişisel bir hikâyeyi anlatmak, her durumda zor iş. Filme çok bayılmasam da bu özel durumundan ötürü, kanaat notu ile sınıfı geçirdim.

Tre piani (Three Floors / Üç Aile):
Nanni Moretti'nin uzunca bir süredir eski formunda olmadığı sır değil. Bu film de ileri doğru bir adım sayılmaz. Aynı apartmanda yaşayıp, hayatları birbirine değen 3 ailenin, 10 yıla yayılan hikayesi ilk başta ilgi çekiciydi aslında. Fakat, ilk başlarda kurduğu çatışmaları, karakterler arasındaki ilişkileri, aradan geçen 10 yıllık gelişim içinde farklı noktalara taşıyamıyor. Anlattıklarına farklı sinemasal karşılıklar da bulamıyor. Ama filmin, neredeyse hepsi marka haline gelmiş oyuncu kadrosunda bir kusur bulmak mümkün değil. Kimler kimler yok ki: Riccardo Scamarcio, Margherita Buy, Alba Rohrwacher ve elbette Nanni Moretti’nin kendisi. Moretti gerçekten sağlam bir kadro toplamış. Oyuncular da filmi izlettirmeyi başarıyor bir şekilde ama bir süre sonra geri dönüp baktığımızda, ne kadar iz bırakmış olur, bilemiyorum.

Welcome Venice (Hoşgeldin Venedik):
Biri şehrin eski geleneklerini ve diğeri yeni trendleri temsil eden iki kardeşin arasındaki gerilim ve çekişme üzerinden hikayesini kuran bir film. Kardeşlerden biri balıkçılık yaparak, ekonomik zorluklar içinde hayatını sürdürüyor. Diğeri ise, turizmin önemini kavramış ve daha hızlı para kazanmanın yöntemlerini bulmuş durumda. Yavaş yavaş da sınıf atlama çabasında.
Yine önemli bir kusur bulamasanız da, öne çıkan çok fazla özelliği de olmayan, ortalama filmlerden biri. Şu açıdan ilginç buldum yalnız. Yavaş yavaş, pandemi döneminde çekilen filmler karşımıza çıkmaya başladı ama böyle bir dönemden geçtiğimizi gösteren film sayısı çok az. Burada, yaşanan ekonomik zorlukların üzerine pandeminin eklenmesinin durumu daha zor hale getirdiği vurgulanıyor. Toplu ortamlara maske takan insanları da görüyoruz. İçinden geçtiğimiz bu dönemin, filmlere yansıması artarak devam edecektir diye düşünüyorum.

 

Ankara’dan Etkinlikler:
Geçen yıl pandemi nedeniyle düzenlenemeyen Gezici Film Festivali’nin Ankara ayağı, 26 Kasım-2 Aralık tarihleri arasında düzenlenecek. Biletler satışa çıkmış durumda. Festivalin detaylı programına, https://ankarasinemadernegi.org/ adresinden erişilebilir.
27 Kasım’da ise, Fransız Kültür Merkezi’nde Les hirondelles de Kaboul (Kabil'in Kırlangıçları) filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

 

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar