Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

24 NİSAN 2020

19 Nisan 2020 Pazar 09:47
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya hızla devam ediyor! Virüsten kendimizi ve sevdiklerimizi izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Olabildiğince evlerimizden çıkmamaya gayret göstererek… Evde yeni bir hafta daha! Bu zorlu, belirsiz süreçte, bizler evde otururken, hayatları pahasına, yüzünü bile görmedikleri insanlar için büyük fedakârlıklarla çalışan, ter döken sağlık görevlileri, kamu hizmetlileri ve hizmet sektöründe üretmeye devam eden emekçilere, ödenmesi mümkün olmayan bir gönül borcumuz var.

Bu hafta siz değerli okuyucular için Koronavirüsle ilgisi olmayan, ‘Auteur Algısı ve Yedinci Sanatı İçselleştirmek Üzerine’ adlı bir yazı kaleme aldım. Umarım ilgiyle okursunuz. Evde kalmaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

‘Auteur’ Algısı ve Yedinci Sanatı İçselleştirmek Üzerine

Felsefede çözülecek bir problem, kanıtlanacak bir teorem, sınanacak bir varsayım olmadığını düşünen Ludwig Wittgenstein (1889-1951), ‘İnsanlar iyiye doğru götürülemezler; ancak şuraya-buraya götürülebilirler. İyi, olgu uzamının dışında yatar’* der.

Güzel sanatların geleneksel altı dalına (şiir, resim, heykel, mimari, dans, müzik) sonradan eklenen genç ‘yedinci sanat’, yani ‘sinema’, olgu uzamının dışında yer alır muhtemelen.

Çocuğum gibi üzerine titrediğim ‘sinema’ dergisi kapanalı beri mahzunum. Upuzun yıllar yazdığım o köşe: ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’… İsim babası, Yusuf Atılgan. Sadece en sevdiğim yazarlardan biri olmasından değil, hayattayken ve ben daha çok gençken, sinema üzerine konuşabildiğim nadir insanlardan, babamın ve amcamın yakın dostlarından biri olduğu için. Hiç unutmam; boğucu bir sıcağın hüküm sürdüğü eski yazlardan biriydi ve Moda Sineması’nda, Francis Ford Coppola imzalı 1981 tarihli ‘One from the Heart / Yürekten Biri’ filmi gösteriliyordu. İyi günlermiş… Neyse, filmden sonra Kafkas yokuşundan Bahariye caddesine adımımı attığımda, aynı Yusuf Atılgan’ın her daim ekmek ve su anlamı taşıyan eşsiz romanı ‘Aylak

Adam’ da tasvir ettiği gibiydi her şey!

‘İki saat sonra, kalabalığın içinde, sinemadan bir dar sokağa çıkan sanki başka birisiydi. Düşünüyordu: ‘Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.’**

Onunla karşılaştık, bizi sokağa taşıyan merdivenlerde. Atılgan, kırılgan Coppola filmi üzerine, o günlerde dile getirmekte zorlandığım anlamlar sundu bana. O anlattı, ben dinledim. Film hakkında heyecanla dile getirdiğim önemsiz noktaları, aksine; önemliymiş gibi dikkatle dinledi ve ben o gün karar verdim. Sinema ‘iyi’ bir şeydi. İyi, güzel, önemli ve bu gezegenin, yaşayıp, duyumsadığım yerin çok dışında bir şey. Kendimi bildim bileli salonlardayım. Kızıltoprak Kent, Kadıköy Süreyya, Reks, Kadıköy Kadıköy, Ocak, Önce Kafkas, ardından Moda, Efes, Opera, Ercan, Hakan, Kadıköy As, Broadway, Beyoğlu Emek, Yeni Melek, Dünya, Şişli Kent, Suadiye Atlantik, Üsküdar Sunar, Osmanbey Gazi, Pangaltı İnci, Harbiye Konak, Osmanbey Site, Harbiye As, Beyoğlu Sine-Pop, Beyoğlu Atlas, Elhamra, Alkazar, Topkapı Sur, Fındıkzade Nilgün, Beşiktaş Yumurcak, Bakırköy Sinema 74… Kadıköy’ün efsane yer göstericilerinden Levent Lir’in özlü sözü sonra: ,’Sinema öyle bir illettir ki, gözü bozduğu gibi, aklı da bozar!’. Ve aklımız bozuldu. Yaşıtlarım, sokaklarda Voltran’ı oluştururlarken, ben ilk gençliğimi sinema salonlarında geçirdim. Dolardan, çapraz kurlardan, emlaktan, oto alım-satımdan, pazarlama, satış ve dolayısıyla ticaretten hiç anlamamam bu yüzden belki de. Sonra, izlediklerimi kağıda dökme merakım… O da kendimi bildim bileli benimle…

Nedir sinema? Bir film ne yapar insana? Onu; başkasına, ne bileyim başka bir şeye dönüştürebilir mi? Tedavi edici midir? Çok şık, akademik, sihirli kelime ve cümlelerden kaçınmak isterim. Her şeyden önce önemli bir tespitle başlamak gerek belki de. ‘Sona gelindiğinde her şey aynıdır’. Macar usta Béla Tarr’ın 2000 tarihli filmi ‘Werckmeister harmóniák / Karanlık Armoniler’de yer alan bu diyalog üzerine düşünüyorum son günlerde sıkça. Kötü zamanlarındayız dünyanın. Çok kötü. Anlamın yok olduğu, sokağın bayağılığının, hemen her yeri kapladığı nobran, hoyrat günler. Gezegenin dengesi tamamen bozuldu. Sıkça üşüyoruz artık. Sığınılacak bir liman öte yandan sinema. İnsan zekasının, yüreğinin kaybolmadığına dair en önemli kanıtlardan biri şiirle birlikte! Umut…

Bir filme bakmak, iyi yazılmış bir dizeye bakmak gibi olmalı. Onu içselleştirmek gerek. Anlamak değil kesinlikle! Anlaşılır şeyler mevzumuz değil. Algılamak önemli. İç cebimizde yaşatmak. Zihnimizin arka bahçesinde. Eski sevgilinin kokusu gibi. Jean Luc-Godard’ın, ‘Dostoyevski, edebiyat demekse; O da sinema demek’ dediği Robert Bresson’un, 1966 tarihli ‘Au Hasard Balthazar / Rastgele Balthazar’ında, ölmeden hemen önce, her gün gördüğü sokağın lambasına son bir kez bakıp; ‘elveda’ diyen karakteri gibi bakmak gerek perdede duran resme! Bergman, Tarkovski, Dreyer, Godard, Truffaut, Rohmer, Varda, Chabrol, Antonioni, Fellini, De Sica, Visconti, Pasolini, Rossellini, Renoir, Losey, Fábri, Wilder, Ozu, Bunuel, Reed, Huston, Resnais, Renoir, Vigo, Olmi, Scola, Kubrick, Polanski, Cassavetes, Bertolucci, Angelopoulos, Szabo, Scorsese, Allen, Kieslowski, Fassbinder, Wenders, sonradan Jarmusch, Sokurov, Reygadas, Dumont, Pálfi, Zvyagintsev, Wong Kar-Wai, Tsai Ming-liang, Haneke, Wes Anderson, Roy Andersson ve daha niceleri… Yakın dostlarım. Ekip! Anlaştığım arkadaşlarım. Dünyanın hemen her yerinden! Yalnız değiliz kesinlikle. ‘Auteur’ isimler bunlar… Peki Auteur ne demek? Öyküsüne, senaryosuna ve karakterlerine hayat veren, onları seyirciye kendine özgü bir dilde sunan, neyi nasıl söylediğini iyi bilen, yani mesele ve biçimi buluşturan yönetmenler ‘yaratıcı yönetmen’ kavramının ortaya çıkmasını sağladılar.

Auteur Kavramı

Dilimizde ‘Auteur’ kavramı, yaratıcı-yönetmen, yazar-yönetmen ve sanatçı-yönetmen gibi çeşitli şekillerde kullanılmakta. Sinemada yönetmenin konuştuğu yeni bir ‘dil’ belirdi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bazı eleştirmenler ve sinema kuramcıları, yaratıcılık ve başarı konularında ‘film ve yönetmeni’ bir arada değerlendirmeye başladılar. Her ne kadar film yapım süreci kolektif bir süreç olsa da ideolojisi, dili ve tarzı itibariyle filmlerin yaratıcılık gerektirdiği düşünülmeye başlanmıştı. ‘Sanat sineması’, ilk olarak 1930’lu yıllarda yeşermeye ve gelişmeye başladı. Sonrasında yaşanan politik değişim ve gelişmeler, Fransa’da ‘Yeni Dalga’ akımının ve İtalya’da ‘Yeni Gerçekçiliğin’ ortaya çıkmasını sağladı. Özellikle Fransa’da, dünya sinemasının pek çok ürününün izlenme olanağı, eleştiri ve değerlendirmeleri de yoğunlaştırdı. Böylece Avrupa’da sanat sineması, 1950’li yıllarda zirveye ulaştı. Avrupa’da, özellikle Fransa’da ‘yedinci sanat’ üzerine tartışmalar yoğunlaşırken Chaiers du Cinéma (Sinema Defteri) dergisinin yazarları ‘Auteur’ kavramının yönetmenler için de kullanılmasını öneren çok sayıda makale yayımladılar. Sinema Defteri’nin yazarları, sinemanın; kişisel bakış açısını yansıtabilecek geniş bir alan olduğunu savunuyorlardı. Böylelikle bu kavram giderek yaygınlaşarak tüm dünyada kullanılmaya başlandı.

Sinema, sadece yönetmenlerden ibaret olmasa da kimi filmlerde salt yönetmenin imzası görünür. Yönetmen, filmlerinde sadece teknik ve sanatsal kimliğiyle değil, bireysel kimliğiyle de kendini ortaya koyar, kendini yazar ve yaşatır. Sinema kuramları arasında en tartışmalı konulardan biri olan ‘Auteur Kuramı’ bunu savunur. Auteur kuramına göre; film yapımı, bir ekip çalışması sonucunda ortaya çıkıyor olsa da, tüm ekibi yöneten ve onları yönlendiren kişi yalnızca yönetmendir. Bu yüzden, ‘sahneye koyan’ kavramının yerini ‘yaratıcı yönetmen’ (auteur) almalıdır. Yönetmen, senaryo yazımından filmin seyirciye sunuluşuna kadar tüm süreçte etkilidir. Hatta tek belirleyicidir. Hollywood tarzı olarak da anılan, yapım şirketinin sipariş verdiği ve bir senaristle anlaşarak yazdırdığı senaryoyu filmleştiren yönetmenler, ‘sahneye koyan’ olarak isimlendirilirler. Başta Fransız Yeni Dalga Akımının temsilcileri olmak üzere, öykü ve diyaloglarını ya da senaryonun tamamını kendi yazan yönetmenler ise yaratıcı yönetmen olarak değerlendiriliyorlar. Bir yönetmenin yaratıcı ya da auteur yönetmen olarak isimlendirilmesi için sürdürülebilir bir kişisel stile sahip olması şart koşul!

Auteur kavramını literatüre yerleştiren Amerikalı film eleştirmeni ve auteur kuramının başta gelen destekçilerinden biri olan Andrew Sarris (1928-2012), bir yönetmenin yaratıcı yönetmen olarak değerlendirilmesi için üç kriter öne sürmüştür:

1- Teknik ustalık, yani film dilini uygulayabilme becerisi,

2- Ayırt edici kişisel tarz, kişisel stil veya imza

3- Yönetmenin kişiliği ve malzemesi arasındaki ilişkiden doğan içsel anlam. İçsel anlam yönetmenin felsefesini ve dünya görüşünü içerir.

Fransız film eleştirmeni ve kuramcısı André Bazin (1918-1958) ile teorisyen ve yapımcı Peter Wollen (1938), Sarris’e ek olarak, sanatçının dilinin tek başına var olmadığını; toplumsal, tarihsel, politik ve kültürel unsurlardan etkilendiğini ve geniş bir birikimle oluştuğunu söylemişlerdir. Sinemaya yapısalcı bir bakış açısıyla yaklaşan Wollen ise, yönetmenin film üzerindeki etkisinin sınırlı olduğunu ifade etmiştir. Filmin, görsel anlamın oluşturulması, tempo, tekrarlanan motifler ve tematik kaygılar üzerinden değerlendirilmesi gerektiğini savunmuş ve filmdeki karşıtlıkların ortaya çıkarılması gerektiğini ortaya koymuştur.

Auteur Algısı

‘Auteur’ algısı ise hemen her toplumda farklı biçimde gösteriyor kendisini. Yedinci sanatın üretildiği, eleştirildiği ve tüketildiği yerlerde, bazı istisnai durumlar ve oluşlara rağmen, kavram, yerli yerinde kullanılıyor. Yukarıda adı geçen bir dolu auteur örneğin! ‘Auteur’ün ne olup olmadığının en önemli kanıtı niteliğinde bu isimler. Bresson’u ele alalım… Mottosu, ‘Güzel kareler ya da güzel görüntüler değil, gerekli kareler gerekli görüntüler’ olan yedinci sanatın büyük ustalarından Robert Bresson (1901-1999), ‘İnsan nedir ki zaten’ sorusunu sorar! ‘Bir şekilde yaşarız’ der. Küçük olan şeylerle anlaşır, büyük olan şeylerle yaşarız! Kendimizi, kimliğimizi, boşlukta kapladığımız yeri, hayatı tanımlayamayız. İflah olmaz bir canlıyızdır özünde. Hayatımız yıkımlar, takıntılar, endişeler, yeniden başlayamamalar, korkular ve tutarsızlık üzerine kuruludur. Düzelttiğimiz şeyi, hemen sonra bozarız. Ödediğimiz kefaretler sonucu ulaştığımız nokta zahmetlidir. Gerçek olan ‘şeylerin’ ve ‘hislerin’ görüntüleriyle sesleri, fonksiyonel biçimde birbirine bağlamaktır sadece! Bresson, bir ruh altı belgeselcisidir sözün özü!

‘Sinema, yaklaşmakta olan ölümü kaydeder’ diyen Bresson’un favori temaları, erdem, masumiyet, suç, ölüm, acı, ceza, kefaret, intihar, tinsel açıdan yeniden yaratılış ve çürüyüştür. İnsana inanmayan biridir o. Aksine büyük insanlığa inanır ve güvenir! ‘İyi sinema yapmak için bir eşek, bir koyun sürüsü ve saydam bir kız yeterlidir’i savunur. Minimalist sinemanın babasıdır. Sinemaya ‘sinematograf’ der, sinematograf üzerine notlar adlı kitabında. Sinematograf, hareket halinde görüntülerle ve seslerle oluşan bir yazı biçimidir. Oyuncuya inanmaz. Model oynatır! Klasik sanat felsefesi yerine daha çok tasarım üretim felsefesi üzerine kafa yorar. Paul Schrader onu, ‘deneyüstücü’, Susan Sontag, ‘tinsel’, David Bordwell ise ‘parametric’ olarak tanımlamışlardır. Doğal sesler, nadiren değişen kamera açıları, arka plandan kaçınan yakın plan çekimler… Tek tip lens kullanmayı sever. Jansenisttir. (17. yy’da Descartes’in akılcılığıyla Augustinus’un tanrı anlayışını birleştiren katolikliğin uç noktası) Ona göre, insan günahlarla yüklü doğar, vaftiz edilir ama bu günahlardan arınmaz. Kesinliğin şairi denir Bresson’a; filmine de kesinliğin şiiri. Mozart, Bach, Schubert ve Monteverdi notaları kullanır filmlerinde. ‘Rus romanında Dostoyevski, Alman müziğinde Mozart ne ise, Bresson Fransız sinemasında odur’ der Jean-Luc Godard. ‘Rossellini, Cocteau, Renoir, Vigo neredeler? Şiir nereye gitti? Para ve korku var sadece. Fellini ve Antonioni korkuyor. Korkmayan tek kişi varsa o da; Bresson’dur’ diyerek noktayı koyar Tarkovsky.

Bu satırlar, ‘auteur’ nedir üzerine çok aydınlatıcı açıklamalar niteliğinde işin aslı. Bir de auteur olmayıp, kendisini auteur zanneden veya auteur olarak lanse eden yönetmenler var. O kadar çok ki sayıları... Sinemanın kuramlarından, ruhundan ve özünden beslendikleri söylenemez. Zaten ‘auteur’ kavramını bilmeyip, bu kavram üzerinde düşünmeyen geniş kitleler, bu algının gerçekliğiyle oynuyorlar. Hakiki ‘auteur’ler ise mesele üzerinde fazla durmadan üretmeyi sürdürüyorlar. Olması gerektiği gibi belki de! Örneğin İngiltere’de 1950’li yılların ortasında doğmuş bir akım olan free cinema (özgür sinema) nın yaratıcıları Lindsay Anderson (1923-1994), Karel Reisz (1926-2002) ve Tony Richardson’a (1928-1991) yakından bakalım. İşçi sınıfının problemleri, politik ve sosyal içerikli konularıyla İngiliz Sinema Enstütüsü (BFI) tarafından da destek gören bu akımın üç ana yaratıcısı, Anderson ve Reisz’in editörü oldukları ‘sequence’ (1946-1952) dergisinde düşüncelerini yayımladıkları İngiliz belge hareketini, bir manifesto ile duyurmuşlardı: ‘Tutum, stil demektir. Stilse tutum’. İlk olarak belgesellerle başarı kazanılmış, ardından kurmacalara geçilmişti. Genç sinemacıların maddi engellerle karşılaşmaksızın serbestçe film çevirmelerini sağlamak amacını güden bu hareket, politik atmosfere de yansımıştı. Basılı bir açıklamada bu akımın amacı şöyle açıklanmıştı: ‘Biz bu davranışımızla özgürlüğe inandığımızı göstermeye çalışıyoruz!

Ünlü İngiliz eleştirmen Derek Malcolm, 1902-1957 yılları arasında yaşamış auteur snemacı Max Ophüls’u şöyle tanımlar: ‘Eğer biçimin, özü nasıl belirlediğini görmek istiyorsanız, Ophüls izleyin.’ Hareketli kamerası ile başta Stanley Kubrick olmak üzere birçok çağdaş ustayı derinden etkileyen Ophüls, ellerimizin arasından kayıp gitmiş güzel bir çağın, değerli zamanların, yaşamın ve sevmenin güzelliğine adanmış filmler yaptı. Müthiş bir ‘estet’ olarak anıldı hep! Zarif, incelik yüklü dünyalar ve atmosferler yarattı. Psikolojik meseleleri, belli bir çağa ait bireysel öyküleri, görkemli kamerasıyla yansıttı perdeye.

Çek Yeni Dalga Sineması’nın ekol isimlerinden Juraj Herz (1934-2018), son derece karanlık ve politik dramların ötesinde grotesk korku sinemasının önde gelen filmlerini imzaladı. Dışavurumcu eserleri, gerçeküstü motifler içeren, dehşet yüklü bir tedirginlik resitali sayıldı her şeyden önce!

Sineması, yorgunluk nedir bilmeyen öfkeli bir enerji, korku barındıran bir özgüven, umutsuz bir umut senfonisi, bedbinlikle beslenen bir yaşam sevinci, yalnızlık, yoksunluk hissi, bütün tabuları devirmeye yönelik bir iştah, ‘ötekilerin’ hayatına adanmış bir isyan, eleştirel bakış, toplumcu bir söylem, insancıl bir yapı içeren Rainer Werner Fassbinder’i (1945-1982) unutmamak gerek sonra. Fassbinder, olanca içtenliğiyle; umutsuz ve kapkara bir gerçeğin röntgenini çeker durur. Dört duvar içinde, gerçek sokaklarda, köhne ruhlarda, yalanda, yalnızlıkta, ahlaksızlıkta, kötülükte ve insansızlıkta… Haksızlığa, sevgisizliğe, ikiyüzlülüğe bakar! Sözde liberalizm, serbest ticaret, girişim erki, statü kaygısı, burjuva hayatı, alt-orta sınıf alışkanlıkları, tek eşlilik, ahlaki etik, sosyal oluşlar, anlayışsızlık, iktidar, sözde dostluk olgusu, murada ermeyen ‘gerçek’ aşk, insanın yüzüne karşı dikilip duran umutsuzluk; hemen her şey nasibini alır bu açık tespitten!

F. W. Murnau (1888-1931) ustanın ‘Kammerspiel’ akımı (Alman ekspresyonizminden güç almış, gerçekçi, fazla kamera hareketi içeren, küçük insanı gözleyen akım) içinde çektiği başyapıtın eşsiz karakteri ‘yaşlı otel kapıcısı’nı ele alalım. Senaryo Carl Mayer imzalı. Sessiz klasiğin o müthiş tuvalet sahnesi. Yaşlı adam o taburenin üzerinde son derece hüzünlü, ıstırap içinde ve tükenmiş halde nasıl oturur öyle! Béla Tarr ustanın fazla bilinmez 1988 tarihli başyapıtı ‘Lanet’e (Kárhozat) bakalım. Mutsuzluk yollarında yüksek lisans yapıp, insanlıktan, köpekliğe terfi eden Karrer karakterine! Ingmar Bergman ustanın ‘Sessizlik-Tanrının sessizliği’ üçlemesinin 1963 tarihli ikinci filmi ‘İbadet Edenler’de (Nattvardsgästerna) Tanrısız kalmış, inancını yitirmiş bir papazın mutsuzlukta sınır tanımayan ‘sessiz’ çığlığını duyarız. Sıradan bir insanın yıllar boyu süren hayat acısı, çarmıhta dört buçuk saat süreyle ölümü bekleyen İsa’dan az mıdır yani?

İsveçli Roy Andersson… Onun ‘yaşayan ölülerin filmi’ olarak nitelediği üçlemesinin ilk halkası… ‘İkinci Kattan Şarkılar’ (Sånger från andra våningen). Perulu ünlü şair-yazar César Vallejo’nun (1892-1938) dizelerinden esinlenmiş ve usta ozana adanmış bir şiir-film. Aynı zamanda kapkara bir hiciv! Sona gelip dayanmış dünyaya bir son selam! Yok olan medeniyete ve insanlığa keskin bir ağıt! Kendini açlığa bırakarak intihar eden ‘acının ozanı’ Vallejo’nun ‘umuttan söz etmek istiyorum’ şiiri gibi karanlık bir anlatı. “İkinci Kattan Şarkılar”, aynen Vallejo şiirleri gibi, bakılarak anlaşılacak bir film değil. Çok şey bekliyor izleyicisinden. Duyumsanarak, içinizde hissederek, kaosun tam ortasında kapkara bir mizahın varlığını keşfederek tadına varılacak çok özel bir mücevher. “İkinci Kattan Şarkılar”, aynen Vallejo şiirleri gibi, ‘bakılarak’ anlaşılacak bir film değil. Çok şey bekliyor izleyicisinden. Duyumsanarak, içinizde hissederek, kaosun tam ortasında kapkara bir mizahın varlığını keşfederek tadına varılacak çok özel bir mücevher.

‘Ekmeğini ısıra ısıra yürüyor adamın biri. Durup ta sevgilime şiir yazacağım ha? Oturmuş kaşınıyor ötekisi bitlerini eziyor parmaklarıyla. Hangi yürekle psikanalizden söz edilir ha? Sakatın birisi, bir çocuğa yaslanmış gidiyor. Ben oturup Andre Breton okuyacağım ha? Kan tükürüp dört bir yana orada birisi tiril tiril öksürüyor, ruhumun derinliğini anlatacağım ha? Birisi kemik arıyor çamur içinde, gel de türkü söyle sonsuzluk üstüne? Müthiş bir sanat yönetimi ve kusursuz kamera eşliğinde filme döker Vallejo satırlarını Andersson. Yaşadığımız yerden ümitsizdir. Anlatacağını, görkemli biçime ezdirmeden yapar ama! Biçimle meselenin en üst noktada gerçekleşen buluşmasıdır “İkinci Kattan Şarkılar”. Tiyatro kökenli birbirinden güçlü oyuncular eşliğinde alaycı bir distopyadır karşımızdaki. En çarpıcı etkiyi yakalayabilmek için bir seferde çekilmiş kırk beş kısa bölüm izleriz. Her ‘oluş’, bir organizmanın parçacığıdır ve büyük resim, görkemli bir finalle tamamlanır. Ruhuna yüzde yüz sinema, yüzde yüz edebiyat sinmiş bir belgedir film. Bildiğimiz medeniyetin sonunda, onun neden yok olduğunu gösteren bir tükeniş kanıtı. Soluk, beyaz renkli bir ölüm belgesi. Tıkalı yollar boyunca kilitlenmiş araçlar, aşağılanan insanlar, inanç, din, otorite, faşizm, yok eden çılgın ekonomik düzen, metaforlarla yüklü umutsuz analiz. ‘ Dünyanın sonu ve perde’ diyen, başka hiçbir şeye benzemeyen, iddialı bir varoluş acısı ve yok oluş resitali!
Dünyanın her yerinden, farklı coğrafya ve kültürlerden; daha nice meseleli ve bu meseleleri nasıl biçimlendireceği üzerine kafa yoran birçok benzer auteur… Diğer yanda ise stüdyoların seçimiyle ısmarlama film çeken, başkalarının öykülerini, dertlerini, peliküle aktaran zanaatkar isimler. Beyazperdede leke yaratma ve bunu zihinlere aktarma yeteneği ayrı bir şey tabii! Bunu da kusursuz biçimde yapan o denli çok zanaatkar isim var ki! Gelişen teknoloji ile birlikte biçimde kusursuza yakın ‘işler’ yapan yönetmenler…

Auteur isimlerin yaratıları, içselleştirmemizi sağlar öte yandan yedinci sanatı. Değişip, dönüşmemizi. Daha ince, daha duyarlı, daha düşünceli, hatta belki daha iyi olmamızı… ‘Hisli Duygular’ adıyla vizyon gördü bizde 1974 yapımı ‘Emmanuelle’… Naif günler! Gülümserken bir elemle doluyor yürek. Artık yalnızlığın hasır koltukları da yok! ‘Seni Uzaktan Sevmek Aşkların En Güzeli’ydi. Beyefendi adam Yaşar Güvenir’in sesinden dinlerdik… Bitti! Bazısının savunduğu gibi ‘sinema’ bitmedi oysa. Halen yeni bir sözü, yeni bir biçimde söyleme derdinde olanlar var. Bizi dönüştürme gayretinde olan yürekli ‘yaman’ auteur isimler. Bize dokunmak isteyenler. Yüreğimizin iç cebinde yer açmamız lazım gelenler… Halen var. Az da olsa var! Bunu bilmek rahatlatıcı. İyi bir filmin bizi dönüştürmesi gerçeği. Daha iyi, toleranslı, fedakar bir insan olma yolunda ciddi edinimler anlamı taşır sinema.

İzlediğiniz yedinci sanat örneği, size mutlak bir şey yapmıştır. Ertesi gün, ayna karşısında tıraş olurken, ne bileyim, otobüs sırasında, manavda, ofisin yemekhanesinde, bankada, pastanede, hastanede, sokakta, karşıdan karşıya geçerken, bir çocuğun kafasını okşarken takılıp kalır aklınıza birkaç sahne. Aslında o ‘anların’ ne dediğini daha iyi kavrarsınız birden. Yaralar sizi, belki güldürür, o eski güzel günlerdeki gibi hissettirir belki. Jacques Tati’nin ‘Monsieur Hulot’su, mahalle arkadaşınızdır. ‘Krótki film o milosci / Aşk Üzerine Küçük Bir Film’, sizin için çekilmiştir ve Kieslowski, sizi en çok anlayan insandır muhtemelen! Bize, bizi anlatır sinema. Kendimizi, ‘ayna’da –belki de ilk kez- görmemize yarar. Tarih, coğrafya, siyaset bilimi, sosyoloji, antropoloji ve psikolojiyle, sanatın hemen bütün dalları kadar ilgilenmemizi sağlar.

RUHUMUZUN EN MANZARALI ODASINDADIR SİNEMA

Böyle bir ara başlık gerekli mi tam emin değilim fakat gereksiz olduğunu da düşünmüyorum kesinlikle. İçten en azından. Samimi! Upuzun yıllar öncesi. 1970’li yılların ilk yarısı. Günümüzde bir iş hanı olan pasajın önündeyim. Efes Sineması yazıyor. Neonla. Büyülü. Bir yaz sabahı. Hafta sonu muhtemelen. Önce afişler. O sihirli şeyler. Bildiğim dünyadan değil; başka bir yere aitler. Sonra içeri giriyoruz büyük, tahta kapıdan. Hiçbir şeye benzemeyen bir kokusu var sinemanın. İki gişeli. Gişeler tahtadan. Hüzünlü iki kadın oturuyor içlerinde. ‘Merhaba, on bir matinesine iki bilet, mümkünse sıra başı olsun lütfen!’ Babamın sürekli zihnimde yankılanan bu fena halde sinemasever kelimeleri. Şimdilerde sıra başına oturmayı sevmiyorum oysa. O dönem çok önemli olsa gerek, sıra başı mevzusu! Evet, biletler elde, ikinci kapıdan geçip, içeri; fuayeye giriyoruz. Biletleri kesen görevli, son derece ciddi. Buyurun diyor, sıcacık. İçerisi kalabalık değil. İki genç çift var, bir de yaşlı bir beyefendi. Sonradan tuvaletten çıkıp gelen, orta yaşını geride bırakmış bir kadın daha dahil oluyor, biz içerdekilere. Bir Sergio Corbucci filmi. Kendisini, sinemayla içli dışlı olduğum yıllarda daha da iyi tanıyorum. Avantürün ustası İtalyandan, Giuliano Gemma’lı bir western. Corbucci deyince, aklıma amcamla birlikte izlediğimiz 1976 tarihli o müthiş film, ‘Bluff storia di truffe e di imbroglioni / Dolandırıcılar Kralı’ gelir hep. Amcam… Özel adamdı. Kalın fitilli kadife pantolonlar, kadife ceketler giyerdi. Davidoff sigarasından derin nefesler çeker, keyifle ve sakince anlatırdı. Hemen her şey üzerine konuşurduk. Güzel günlere inanırdı. Yemek yemeği, içki içmeyi severdi. Avrupa’yı kendi arabasıyla gezen ilk bireyiydi ailemizin. Çocukluk kahramanlarımdan birisi. Müşfik, sevecen, çok zeki ve kültürlü. Sinema, hayatında önemli bir yer işgal ederdi. Sıklıkla giderdik sinemaya birlikte. Kızıltoprak Kent uğrak yerimizdi. Özellikle cumartesileri. 16:45’i tercih ederdik, ardından Koço’da akşam yemeği. Lakerda, Arnavut ciğeri, kroket, midye tava ve mevsim balığı yanında roka salatası. İlk rakımı birlikte içtik amcamla. Adriano Celentano’nun Türkiye temsilcisiydi kendisi. Öyle havalı yani!

Babam ve Amcam derken, beni sinemayla ilk tanıştıran insanın kendisi olduğunu iddia eder annem! Küçüktüm. Ölmüşlerim hayattaydı, herkesi seviyordum. En çok da kitapları ve filmleri. Okullar kapanıp yaz tatili başlayınca tüm günüm parkta geçiyordu. Top oynuyor, ağaçlara çıkıyor, parkın hemen yanında bulunan kurbağalı dere; namı diğer boklu dereye taş atıyorduk. Taş atıp ne anlıyorduk bilmiyorum ama eğleniyorduk, eğlendiğimiz gerçekti, hiç unutmadım. Elimden tutup beni sinemaya götüren ilk kişinin kendisi olduğunu söylüyor annem. Hayır, diye itiraz ediyor babam, ilk ben götürmüştüm. Bu tartışmaya son noktayı ilk hatırladığım filme annemle gittiğimi söyleyerek koymuştum. Babam, Brütüs’e bakar gibi baktı bana ve sonra bir daha asla beni sinemaya ilk defa götüren kişinin kendisi olduğunu söylemedi. Gerçekten ilk izlediğim filmdi ‘Kırmızı Balon’. Bir Fransız filmi. Daha sonraları araştırıp öğrendiğim kadarıyla bir çocuk kitabından aynı adla sinemaya uyarlanan film 1956 yılında Albert Lamorisse tarafından çekilmişti. 34 dakika süren bu kısa çocuk filmi benim için her zaman çok önemli olmuştur. Bugün bile ‘Kırmızı Balon’ dendiğinde filmin hemen tamamı gözümde canlanıyor. Sanıyorum kıştı. Soğuk ve kuru bir havada sinema gişesinin önünde büyülenip kaldığımı anımsıyorum. Annem, sinemanın yetmişlerin sonunda yıkılan Opera Sineması olduğunu söylüyor. Küçük kulübenin içindeki kadının hayallere bilet kestiğini düşünmüştüm o an, yanılmamışım. Yedi veya sekiz yaşlarında Parisli bir çocuk bir elektrik direğine bağlı olarak bulduğu kırmızı bir balonla arkadaş oluyor. Balon sihirli. Bir insan gibi düşünebiliyor, bir insan gibi davranıyor ve hiç arkadaşı olmayan çocuğun en yakın arkadaşı oluveriyor. Önce okuldaki diğer çocuklar çekemiyor bu dostluğu, ardından çocuğun ailesi ve öğretmenleri. Çocuk düzenle karşı karşıya kalıyor ve sonunda kırmızı balonu patlatıyor diğerleri, dolayısıyla büyükler! Ama o da ne, gökyüzünden önce kırmızı, ardından rengârenk balonlar yağmaya başlıyor. Kahramanımız ve dostunu yitirmiş tüm çocuklar için… Film, sanıyorum benim gibi hisseden ve düşünen diğer yaşıtlarımı etkilemişti. Bazı sıkı dostlarla hâlâ bu filmi ve o içimizdeki devrimi ilk kez su üstüne çıkaran final sahnesini konuşuruz. Filmi izlemeyen veyahut izleyip de ‘etkilenmeyen’ yaşıtlarımızla aramızdaki farkı görüp, yaşama neden farklı noktalardan baktığımızı çok daha iyi anlıyorum şimdi. Kırklı yaşların tam ortasındayım. Hâlâ hüzünleniyorum, gişedeki kadına eğilip, ‘11:00 matinesine bir bilet lütfen, mümkünse sıra başı olsun’ derken. Boşluğa doğru yüzüyor sandal. Fırtınalarla boğuşuyor, denizin tuzuyla dindiriyor yüreğindeki o tarifsiz acıyı.

***

Böyle işte… Bir sürü anı, bir sürü film, bir sürü düş… İyi ki gözü bozduğu gibi aklı da bozuyor fazla film izlemek! Dışarısının bayağılığından, sığlığından bir film süresi boyunca kaçıp, artı değer katıyorsunuz kendinize…

Sonrası mı… Yusuf Atılgan’ın satırları devam ediyor: ‘Bunları kurtarmanın yolunu biliyorum. Kocaman sinemalar yapmalı. Bir gün dünyada yaşayanların tümünü sokmalı bunlara. İyi bir film görsünler. Sokağa hep birden çıksınlar’.***

Peki ya mutlu muyuz? Belki de ‘gibi yapmak’ mutlu olmanın en kolay yoludur! Sinema ise zor yoludur bu işin. Kesinlikle ‘sahicidir’ ve bu sahicilik, başka bir yazının konusudur. Netice itibariyle, içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Sokaklar ‘gibi yapanlarla’ dolu çünkü! MURAT ERŞAHİN

 

*: Ludwig Wittgenstein – ‘Vermischte Bemerkungen’, 1977

‘Yan Değiniler’, Altıkırkbeş Yayın 78, 1999

**: Yusuf Atılgan – ‘Aylak Adam’, Varlık Yayınları, 1959

3. Baskı, İletişim Yayınları, 1985

***: Yusuf Atılan – ‘Aylak Adam’, Varlık Yayınları, 1959

3. Baskı, İletişim Yayınları, 1985



Diğer Yazılar