Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

07 AĞUSTOS

05 Ağustos 2020 Çarşamba 07:31
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.

Bu hafta, yani 7 Ağustos 2020’de vizyon yine filmsiz. Bildiğiniz üzere, sinemalar kapalı. Siz değerli okuyucularla, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş Ağustos sayılarında yayınlanmış eski yazılarımı paylaşmak istedim. Bu hafta, 2008 yılının Ağustos ayını ziyaret ediyoruz. O yılın Ağustos’unda sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…

Sinema salonlarına bir an evvel dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese sağlıklı günler!

Sinema Dergisi / Sinemadan Çıkmış İnsan (Ağustos 2008)

 

WANTED

Şık, stilize ve soluk soluğa…

Timur Bekmambetov adını ilk olarak 2004 tarihli ‘NochnoyDozor - Nightwatch / Gece Nöbeti’ ile duyduk. Ardından 2006’da ‘DnevnoyDozor - Daywatch / Gündüz Nöbeti’ ile bizi şaşırtmaya kaldığı yerden devam etti. Özgün, farklı bir yanı vardı her iki filminde. Slav duyarlılığı ve oturmuş bir doğu Avrupa bakışıyla Hollywood tarzı aksiyonu buluşturmuştu Bekmambetov. Kazak asıllı, ‘Sovyetler Birliği eğitimli’ sinemacı, fotoğraf, tiyatro ve sinema okumuş. 1994’de Karlovy Vary Film Festivali’nde ‘Peshavarskiy vals’ adlı filmiyle ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazanmış. Öyküsündeki karakterlere özel efektlerden daha çok güvendiğini söylüyor. Ülkesindeki gişe başarıları ve türe yaklaşımı ‘Yeni Dünya’nın ilgisini çekiyor. O da çaresiz ‘sistem’e uyuyor ve Hollywood’dan gelen daveti kabul ediyor. ‘Wanted’, büyük bir prodüksiyon. Bir çizgi roman serisinden beyazperdeye uyarlanmış. ‘3:10to Yuma’ ile tanıdığımız DerekHaas ve Michael Brandt tarafından yazılmış öyküsü. Kadroda, Angelina Jolie gibi bir ‘süper yıldız’, Morgan Freeman, Terence Stamp, Thomas Kretschmann gibi usta aktörler ve en nihayet başrolde ‘Atonement / Kefaret’ ile büyük ses getiren 1979 doğumlu İskoçyalı aktör James McAvoy var. Yönetmen koltuğunda ise yükselen değer ve ‘altın yumurtlamaya aday’ Timur Bekmambetov. Gelelim ‘Wanted’a… Bekmambetov, kendinden bekleneni başarmış. İyi ile kötünün bitmek bilmez savaşından kadere, içimizde saklı diğer ‘ben’den, özgür iradeye, cesaretten onura, bir dizi kavram ve meseleyi, fantastik bir bakışla, aksiyonun sınırlarını zorlayarak ve öyküsüne dramatik bir gerilim katarak işlemiş.Wachowski kardeşlerin 1999’da ‘TheMatrix’ ile açtığı güvenli yoldan ve Hollywood’daki geniş kasada saklanan, aksiyona yeni bir ruh ve stil kazandıran formüllerden fazlasıyla faydalanmış. Sanki saygı dolu bir selam göndermiş. Ama iddialı ve gösterişli bir biçimde. Yine 99 tarihli David Fincher ‘mit’i ‘Fight Club / Dövüş Kulübü’, 2005 yapımı ‘V forVendetta’ ve 1984 tarihli James Cameron harikası ‘TheTerminator’ (ki aksiyonu bilimkurguya tamamen aşılayan yapımdır) ‘Wanted’ın esin kaynakları olmuşlar. Amerikalılar için ‘yok olmaz’ bir tür olan ‘western’e de saygılarını sunan film, biçim olarak son derece şık ve yenilikçi. Öyküsüne stilini tam anlamıyla yedirmiş. Görüntü yönetimi, görsel efektler, ses, ışık, kusursuz. Genel anlamda teknik ekip birinci sınıf bir iş çıkarıyor. Kurgu da gayet başarılı. Öykünün inandırıcılığı ise kahramanımızın dış sesiyle destekleniyor. Bir tren sahnesi var ki, bence uzun yıllar akıldan çıkması zor. Yerli yerinde ‘buluşlar’, oyuncuların itici gücü, Angelina Jolie’nin filmin kahramanı ‘WesleyGibson’ gibi kaderiyle karşılaşacakları anı bekleyen izleyicilere verdiği güven ve inandırıcılık had safhada. Son derece eğlenceli, açılış sahnesinden son jeneriklere dek heyecanla izlenen, ‘adrenalin’ bir seyirlik ‘Wanted’. Öyküsü, ‘daha iyi ve girift olabilirdi’ye takılmıyor insan salondan ayrılırken. Kaderimizi seçmek, kimliğimizi oluşturmak, az kullanılan yollara sapmak, yenilenme banyosu almak, ‘Angelina Jolie’nin dövmelerine yakından bakmak, bir çatıdan diğerine atlamak gibi bu ve buna benzer şeyler düşündürüyor insana film. İyi geliyor…

KADAVRA

Patoloji ‘ince’ iş.

Bir tıp adamı için bilginin en temelinde yatması gereken bilgeliğin ismi Patoloji. Doku bilimi olan histolojinin sonrası. Genel ve basit anlamda ‘hastalık bilimi’. Hastalıkların yol açtığı yapısal ve işlevsel değişiklikleri inceleyen bilim dalı. Çektiği kısa film, reklam ve kliplerle rüştünü ispatlayan Alman yönetmen MarcSchoelermann’ın ilk uzun metrajı, tıbbın bu önemli dalının adını taşıyor. Bu aralar moda olmuş, hastanede geçen korku-gerilim türü filmlerin bir örneği ‘Pathology’. Ülkemizde, bilime, ilime, ayrıntıya boş verip, direkt mevzuya girelim diyerekten vizyona sokulmuş adıyla, ‘Kadavra’. Fakat çok ucuz örneklerini seyrettiğimiz türden bir film değil bu. Farklı, tuhaf bir şey. Başarılı. Bir kere tamamen karanlık. Buz gibi… Filmin renk skalası özenle seçilmiş. O denli soğuk ki her şey, Patoloji laboratuarında veya morgda geçen sahnelerde oturduğunuz yerde sırtınıza bir kazak almak istiyorsunuz. Oyuncular, kadavralardan pek ayrılmıyor. Filmin başrol oyuncusu MiloVentimiglia, bir ölünün yüzüyle oynuyor. Sete gelmeden önce, sabah erken kalkıp sinirlerini aldırmış gibi… Gayet popüler olan TV dizisi ‘Heroes’da oynuyormuş kendisi. Dizinin müdavimleri pek memnun. Ben yeni keşfediyorum bu aktörü. Kapitalizmin tamamen yabancılaştırdığı, delirttiği, yalnız bıraktığı, Amerikan sapığı kıldığı bir tip Ventimiglia. Kusursuz bir seri katil karakteri. Feci çekici Aylssa Milano ve Lauren Lee Smith ikilisi, filmin erotik yanına güç katıyorlar. Filipinli aktris MeiMelançon’u da unutmamak gerek. Filmin katil doktorlarından Michael Weston’da çok çok iyi... Bir grup doktor, patoloji ile fazla içli dışlı olunca, bir grup katile dönüşüyorlar. En mükemmel, zeki ve tanı konulması en zor cinayeti işleyenin galip geleceği bir oyun başlıyor. Kendilerine fazlasıyla güvenip, kendilerini fazlasıyla önemseyen bir grup bilim adamı, ölüm, yaşam, seks, uyuşturucu ve cinayet kavramları arasında kendi tasarladıkları otopsilere girip çıkmaya başlıyorlar… Kendi halinde bir film vardı. 1997 yapımı ‘Playing God2. Orada da bir doktor ve suçlu olmak arasında gidip gelen bir kahramanla tanışmıştık. ‘Kadavra’, bana ‘PlayingGod’ ı hatırlattı bir anda. ‘Tanrıyı oynayan’ bir avuç bilim adamı… Filmdeki her şey uç noktada yaşanıyor. Eylemler, duygular, gördüklerimiz, göremeyip algıladıklarımız… Film, biçim ve estetik açıdan çok başarılı. Hesaplanmış, ‘öyle istenmiş’, ayrıntıyla düzenlenmiş birçok sahne var. Açılar, planlar, renk, atmosfer, her şey özen dolu. Öykünün gelişimi daha titiz ele alınsaymış, kendinden sonrakilere ciddi bir referans oluşturacak bir film çıkabilirmiş ortaya duygusuyla ayrılıyorsunuz salondan. Zeki ve ateş gibi bir film olan “Crank / Tetikçi”nin senaryo yazarlarından daha iyi bir iş beklerdim oysaki… Yönetmen ise sınıfın birincisi. Teknik ekibiyle birlikte alkışı hak ediyor. Şahsen, tıbbın en gelişmiş ülkesindeki doktorlara güvenim sıfıra indi ‘Kadavra’yı izledikten sonra. Kendimi kesinlikle Türk doktorlarına emanet ediyorum.

KIZKARDEŞİM EVLENİYOR

En sevdiklerimizdir en çok yaraladıklarımız…

NoahBaumbach, hikâye anlatmayı iyi biliyor. İnsana ait öyküleri hem de… ‘En İyi Orijinal Senaryo’ dalında Oscar adayı olduğu ‘TheSquidandtheWhale / Mürekkep Balığı ve Balina’nın ardından yine bir aile ve insan öyküsü anlatıyor bize Baumbach. İnsanın boğazına ve yüreğine kaskatı otururken, anlamsızca gülümseten bu bağımsız filmi, 27. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde izlemiştim ilkin. Tarifsiz hüzünlenmiştim. Bir anne-oğlun, iki kız kardeşin, eşlerin, eş adaylarının, yeğenlerin, hatta komşuların öyküsüydü izlediğim. Aralarına mesafe girmiş iki kız kardeş, birinin düğünü için yeniden bir araya geliyorlar. Hayatları allak bulak ikisinin de. Dünyaya bakışları, algılayışları, beklentileri farklı. Biri, evlenmek, diğeri eşinden ayrılmak üzere. Yanında ergenlik dertleriyle meşgul çocuğuyla kardeşinin evine gelen nevrotik abla, önce damat adayını beğenmiyor, sonra bir türlü hesaplaşamadığı kardeşiyle, hatta komşularla karşı karşıya kalıyor. Öylesine bir birliktelik yaşadığı adamı, ayrılma kararı aldığı eşini, çok sevdiği ama ‘hayata farklı noktalardan baktığı’ kız kardeşini, hatta çocuğunu bile geride bırakmak üzere… Hayat o denli acımasız ki, eski plakları bile dinleyemiyor insanlar. Oysa, o eskilerde nasıl da önemliydi o şarkılar, o kitaplar, o anılar, o bedenler, o insanlar… Hiçbirinin fazla bir anlamı yok şimdi… Bütün zaaflarımızla birlikte yaşlanıyoruz ve değişiyoruz. Her geçen gün yaşanan sıkıntılar, tasalar, hayal kırıklıkları, mesafelere yol açıyor. Hem de en yakınlarımızla… Birer deniz feneri gibiyiz. Yalnız başına okyanusta yanıp sönen. Bize en çok ihtiyaçları olan insanlar, ailemiz, ne kadar uzak bazen. Aile olmanın tehlikeli beklentileri, trajikomik filmin özsuyu… Herkesin hayatını kıyasıya eleştirirken, yıkılmakta olanın kendi hayatın olduğunu bilmek… Kontrolden çıkan bütün duygularını en yakınındakilerden, kardeşinden, çocuğundan saklamak ihtiyacı… Sevmek ve acı çekmenin beyazperdeye bu denli içtenlikle yansıdığı az sayıda filmden biri ‘Kızkardeşim Evleniyor’. Kopuşun o tarifsiz ve tanımsız süreci… Sadece sevdiklerinden değil, kendinden uzaklaşmanın süreci. Eski senden, alışkanlıkların, beğenilerin, tercihlerin, önceliklerin, tutkuların, aşkların, kavgaların ve düşlerinden… Baumbach filmini, çok sevdiği EricRohmer’e adamış. Usta yönetmenin 1983 yapımı ‘Pauline at theBeach’ine ithaf etmiş filminin adını. Filmin oyuncu kadrosu kolaylıkla bir araya gelebilecek isimler değiller. Hepsi müthiş oyuncular. Nicole Kidman, ‘Margot’ rolünde bence en iyi performanslarından birini sergiliyor. Beyazperdenin en yetenekli ve benim en çok beğendiğim aktrislerden Jennifer JasonLeigh, Margot’unkızkardeşi ‘Pauline’ rolünde. Kendisi Baumbach’ın resmi eşi. (O yüzden Baumbach’ı biraz daha fazla kıskanıyorum) Damat adayı ‘Malcom’u canlandıran Jack Black, duygusuz çehresini, en iyi oyunlarından birine adamış. Yan rollerde de büyük isimler var. John Turturro ve CiaranHinds, alçak sesle döktürüyorlar. Bozulan ilişkiler, açığa çıkan sırlar, onarılan veya sonsuza dek yok olan hisler, hiçbir karakteri fazla sevilesi, kabul edilesi veya bağışlanası olmayan bu sıradan insanları yakın bulmanızı sağlıyor. Adına empati dedikleri şeyi kurmanın zaten lüzumlu olmadığı bu gerçekçi, sade ve yürek yaralayan film, bize bizi gösteriyor. Entelektüel kaygılar çeken, çekmeyen, bu tip dertleri hiç önemsemeyen bir Amerikan ailesinin fertleri, bazı yönleriyle ne kadar da aynı herkesle… İnsanın öyküsü ne kadar da hüzünlü…

(SİNEMA DERGİSİ / SİNEMADAN ÇIKMIŞ İNSAN / AĞUSTOS 2008)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar