Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

30 ARALIK 2022

29 Aralık 2022 Perşembe 21:23
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!

Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!

Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Scarface / Yüzü Damgalı Adam

(Yönetmen: Howard Hawks / 1932)

Angel with Dirty Faces / Kirli Yüzlü Melekler

(Yönetmen: Michael Curtiz / 1938)

Gentleman Jim / Boks Kralı

(Yönetmen: Raoul Walsh / 1942)

Champion 

(Yönetmen: Mark Robson / 1949)

Requiem for a Heavyweight / Altın Eldiven

(Yönetmen: Ralph Nelson / 1962)

 

 

Vizyonda bu hafta (30 Aralık 2022)

Üçü yerli yapım olmak üzere yılın son vizyonu beraberinde altı yeni film getiriyor.

Bu hafta hiçbir filme basın gösterimi düzenlenmedi o sebeple filmleri yapım notlarıyla paylaşacağım.

Jason Moore’un yönettiği, başrollerini Jennifer Lopez ile Josh Dushamel’in paylaştıkları aksiyon katkılı romantik komedi ‘Shotgun Wedding / Hayalimdeki Düğün’ün oyuncu kadrosunda dört Grammy ödüllü müzisyen-aktör Lenny Kravitz ve Sonia Braga da rol alıyorlar. Korsan bir grup tarafından düğünleri basılan çiftin hayatta kalma mücadelesi ve aşklarına sahip çıkmaları mizahi tonda ele alınmış!

Şiddete meyilli eski kocasından kaçıp, göl kenarındaki cennet gibi bir çiftlik evinde yena hayatına alışmaya çalışan Laura ve yedi yaşındaki oğlu Cody’yi, korkunç bir dehşet beklemektedir! Chris Sivertson’un yönettiği gizem yüklü korku gerilim ‘Monstrous / Lanetli Göl’ün başrol oyuncusu Christina Ricci.

Brezilya’dan çıkagelen ve özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen animasyon ‘Tarsilinha / Şeker Kız ve Arkadaşları Macera Adasında’, Celia Catunda ve Kiko Mistrorigo tarafından yönetilmiş. Annesinden çalınan anıları kurtarmak için bir yolculuğa çıkan sekiz yaşındaki Şeker Kız’ın fantastik öyküsü.

‘Ali Çevlik’, Mahmut Baldemir’in yönettiği ve başrolünü Erkan Bektaş’ın üstlendiği bir dram! Ulfi Dağcı, Sefa Zengin, Şevki Altunbuken ve Cengiz Bozkurt oyuncu kadrosunda yer alan diğer isimler.

Ece İşbilen Dağ ve Cem Dağ’ın birlikte yönettikleri ‘Dikkat Köpek Var’, emniyetin yükselişteki polislerinden Murat’ın, kendisine görevde eşlik eden akıllı polis köpeği Bal ile birlikte suç lideri Gölge’nin peşine düşmelerini izliyoruz. Nusret Toplar, Mutlu Güney ve Güney Kılınç oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar.

Mohsen Rabiei’nin yazıp yönettiği ‘Orman’ korku türünde! Bir yaylada hazine armaya giden Dilara ve Yusuf!un başından geçen ürpertici olaylar. Beyza Nur Önispir, Selda Yeliz Nar, Mert Gül ve Gizem Çelebi oyuncular arasında. 

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!

İyi seyirler herkese ve mutlu, sağlıklı, anlamlı, keyifli bir yeni yıl!

 

 

TARİHTE BU HAFTA

On iki ve altı yıl öncesine, 2010 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (31 Aralık 2010)

Evet sevgili dostlar… Koca yıl geride kaldı. Ömürler bitiyor son tahlilde… Her yıl olduğu gibi, bu yılın da film raporunu çıkarmak gerek. 2010’un beni en çok etkileyen, en beğendiğim 20 filmini paylaşmak istedim sizlerle. Nacizane benim de yeni yıl armağanım bu olsun sizlere… Yeni yılın, sevgi, dostluk, mutluluk, barış, aşk ve bol bol iyi film getirmesini diler, en iyi dileklerimi sunarım. Herkese iyi seyirler!

 

2010’un En İyi 20 Filmi

1- Parlak Yıldız / Bright Star (Jane Campion)

2- Gir Kanıma / Låt den rätte komma in (Tomas Alfredson)

3- Ölümcül Takip / Chaser (Hong-jin Na)

4- Sihirbaz / L'illusionniste (Sylvain Chomet)

5- Beyaz Bant / Das Weisse Band (Michael Haneke)

6- Tek Başına Bir Adam / A Single Man (Tom Ford)

7- Ciddi Bir Adam / A Serious Man (Ethan, Joel Coen)

8- Kosmos ( Reha Erdem)

9- Aklı Havada / Up in the Air (Jason Reitman)

10- Yaşamaya Değer / Le hérisson (Mona Achache)

11- Cennetimden Bakarken / The Lovely Bones (Peter Jackson)

12- Başlangıç / Inception (Christopher Nolan)

13- Zindan Adası / Shutter Island (Martin Scorsese)

14- Sıradan İnsanlar / Ordinary People (Vladimir Perisic)

15- Aslı Gibidir / Certified Copy (Abbas Kiarostami)

16- Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor / Loong Boonmee raleuk chat (Apichatpong Weerasethakul)

17- Deccal / Antichrist (Lars von Trier)

18- Kim Kiminle Nerede / Whatever Works (Woody Allen)

19- Elveda / L’affaire Farewell (Christian Cairon)

20- Çılgın Kalp / Crazy Heart (Scott Cooper)

Bir de bu haftanın filmleri tabii… Bildik masalın serbest uyarlaması ‘Gulliver’in Gezileri’ çarşamba günü vizyon görüyor.  Cuma günü ise beş yeni filmle kapatıyoruz 2010’u. Usta yönetmen Kiarostami imzalı ‘Aslı Gibidir’, Filmekimi’nin ardından vizyonda. Yerli yapım ‘Memleket Meselesi’ izleme şansı bulduğum haftanın bir diğer filmi. Orhan Oğuz’un yönettiği ‘Hayda Bre’, Serkan Ok imzalı ‘Kukuriku: Kadın Krallığı’ ve Ashton Kutcher’li ‘Çapkın’ ise notlarımız arasında yer almıyorlar. 

 

GULLİVER’İN GEZİLERİ (29 Aralık 2010)

(Film, yılbaşından hemen önce 29 Aralık Çarşamba günü vizyonda)

İrlandalı kalem Jonathan Swift’in (1667-1745), daha önce pek çok kez – özellikle animasyon olarak – perdeye yansıyan klasiği “Gulliver’in Gezileri”, serbest bir uyarlamayla tekrar beyazperdede. Rock’çı komedyen ‘dağınık adam’ Jack Black’in başrolü üstlendiği sıcak yapımı, “Köpekbalığı Hikâyesi” ve “Canavarlar Yaratıklara Karşı” adlı animasyonlardan tanıdığımız Rob Letterman yönetmiş. Genel plastiğine ve atmosferine bilinçli bir animasyon dokusu egemen olan Letterman’ın bu ilk ‘animasyon dışı’ denemesi, oldukça başarılı olmuş kanımca. Ana hatlarına dokunulmadan, bazı dinamikleri ve kahramanları değişen klasik, ‘sıradan bir kaybedenin’ dünyasına davet ediyor izleyiciyi. Sonra; o dünyanın kendine göre olan muhteşemliğini ve hayat kadar şaşırtıcı bir yolculuğun olmadığının altını çiziyor. Black’in bildik lezzetli performansına Amanda Peet, Emily Blunt, Jason Segel ve Billy Connolly gibi önemli isimler eşlik ediyorlar. Lilliput ülkesinde bir dev olmakla, kendi zorba dünyamızda küçük bir adam olmanın farkları, benzerlikleri, yaralayıcı ve yok edici varoluş soruları… Yediden yetmişe izlenecek yapımın üç boyutlu olduğunu ekleyelim. Boyut çılgınlığına boş verip, keyif alacağınız film, günümüzde sıklıkla üşüyen ‘ruh altımız’ için ‘yerinde’ bir yeni yıl armağanı. 

 

ASLI GİBİDİR

‘Bilmem ki hangi yıldı. Karışık bir akşamüstüydü. Bir panayır ölüsünü andırıyordu kent. Karşımda duruyordun, hemen karşımda. Çok uzun bir yolculuktan yeni dönmüştün. Yani kendinin bir o kadar uzağına düşmekten. Yüzün mü? Merdivenlerden bir iniş gibiydi yüzün. Ama sevgiyle doluydun her zamanki gibi; beni de aşan bir sevgiyle. Oysa sevmek belirsizlikti benim için. Anlamı baktığı yerde kalan bir çift göz imgesiydi. Öyleydi.’ der, Edip Cansever… Lucignano şehri. Toskana bölgesinde şirin bir tarihi kasaba. İnsanın kendini unutacağı bir yer. Bir kültür panayırı sanki. Heykeller, sevimli butik oteller, çeşmeler, dar sokaklar, çatılar ve aşk… Bir erkek ve kadın karşılaşıyorlar. Erkek, orta yaşlı bir İngiliz yazar. Kadın, sanat galerisi sahibi bir Fransız. Adam, yeni yayımlanmış kitabı hakkında bir konferans vermek üzere orada. İnandığımız bu, bildiğimiz. Sanatta kopyalar üzerine uzman. Kopyanın sahiciliğine inanıyor. Bir şeyin aslıyla kopyası arasındaki müthiş benzerlik, hangisinin daha güzel, hatta daha gerçek olduğunu ispatlar? Geleneksel olanın alışkanlıkları ve modern tercihler… Bir ‘cafe’de kulağa fısıldanan dostane öğütler, şefkat ve hasletler. Uyulması gereken tavsiyeler. Sevginin ve aşkın mütevazı büyüklüğü. Romantizmin bir güne sığan duyarlı, dingin, entelektüel gezisi. Zarif sosyo-kültürel sataşmalar, doğu-batı-kuzey-güney demeden çizilmiş incelikli bir ruh haritası. İngilizce, İtalyanca, Fransızca konuşulan sevgi sözleri. Onbeş yıllık evli bir çift veya yeni tanışmış. ‘Gibi’ yapmak, ‘öyle’ olmak, sonuçta anın gerçekliği… İranlı usta Abbas Kiarostami, Hollywood romantikliğine tamamen mesafeli, alışageldik hafifliğin, gerçek insanı yok eden vahşi ve delirmiş düzenin çok ötesinde ‘başka bir şey’ ifade eden gerçek bir romantizm sunuyor. Roberto Rossellini’nin 1954 tarihli filmi ‘Journey to Italy / İtalya’ya Yolculuk’a gidiyor zihin. Eric Rohmer’in ‘Rendezvous in Paris / Paris Randevuları’na… Geçmiş, bugün, tek gün… On beş yıllık aşk, belki de bir günlük. Sahici olanı veya sahtesini sevmek. Aslı veya kopyasını. ‘Birbirimizin zayıflıklarına karşın biraz daha toleransımız olsaydı; daha az yalnız olurduk’ der kadın ve sorar ‘Sence de öyle değil mi?’ Adam, ‘emin değilim’ diye cevap verir. Yalnızlığı, hepimizi sarıp sarmalayan o ıstırabı duyuran çan sesleri arasında yeni bir başlangıçtır belki de son. Cannes’de ‘En İyi Kadın Oyuncu’ seçilen Juliette Binoche’nin tarifsiz performansına İngiliz bariton Willaim Shimell olanca gerçekliğiyle eşlik ediyor.

 

 MEMLEKET MESELESİ

 ‘Reyting Hamdi’, ‘Cennet Mahallesi’, ‘Acı Hayat’ gibi tanınan TV dizilerinin yönetmeni İsa Yıldız ilk sinema deneyiminde, uğradığı haksızlık sonucu, adalet peşinde koşan bir öğretmenin trajikomik öyküsünü anlatıyor. Daha doğrusu anlatmaya çalışıyor. Ama mizansen yaratmadaki acemilikler ve genel atmosferdeki ‘sinema olamama durumu’ filmi epey zedelemiş. Bir polis tokadıyla ivmelenen öykü ve memleketin genel meseleleri… İyi niyetle yola çıkılmış ama başarısız olunmuş yapımda başrolü usta oyuncu Ahmet Uğurlu üstlenmiş. Tuna Orhan, Füsun Demirel ve İştar Gökseven filmin diğer isimleri.

 

 

Vizyonda bu hafta (30 Aralık 2016)

Yılın son haftası, beraberinde getirdiği sekiz yeni filmle merhaba derken, 2016 vizyonu da elveda demiş oluyor böylelikle! 145’i yerli, 373 film izledik bu sene. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini yeni yılda da kesinlikle bırakmayın. Herkese iyi seyirler.

 

BEN, DANIEL BLAKE

İşçi sınıfının gür sesi 1936 doğumlu İngiliz usta, her zaman olduğu gibi en ufak bir yapaylığa başvurmadan, olanca çıplaklığıyla hayatın içine uzatmış yine kamerasını. Geçirdiği kalp rahatsızlığı sonucu doktorların çalışma izni vermediği Daniel Blake, devletin işsizlik fonuna başvurmak zorunda kalır ama karşısına kahredici bürokrasi, çarpık ve yoz sistemin zalim, nobran ve kötücül anutluğu dikilir. Günümüz İngiltere’si fonunda, işin aslı günümüz dünyasının küçük insanı sahipsiz halde bırakıp yok etmesinin, yavaşça öldürmesinin filmini çekmiş Ken Loach. Hasta eşine sevgiyle bakıp, onu yitirdikten sonra bir başına kalmış Newcastle’lı marangoz Daniel Blake’in ve etrafındaki, onunla aynı kaderi paylaşan, sahipsiz gariban insanların öyküsü, olabildiğine gerçek ve can acıtıcı. Loach’un kadim dostu Paul Laverty’nin senaryosu, yine kusursuza yakın bir yetkinlikte. Cannes’de ‘Altın Palmiye’yi bileğinin hakkıyla kazanan filmin başrolünde, aslen bir stand-up komedyeni olan emprovizasyon uzmanı Dave Johns yer alıyor. İnsana etini sattırmak üzerine kurulu düzende, iki çocuğuyla birlikte Londra’dan Newcastle’e gelmek zorunda kalmış yalnız kadın Katie rolünde ise Hayley Squires’i izliyoruz. 

Belgesel kıvamındaki sosyal gerçekçi öykü, bir an bile ödün vermeden, uzlaşmadan, kıvırmadan, hain dijital çağın ortasında kalakalmış korumasız, yaşlı bireyin çıkmazına ve ‘insan’ sayılmadan sistem tarafından yok edilişine değiniyor. Yine bildik Loach vicdanı, şefkati, inadı ve insancıllığıyla. Dijital birer numaradan ibaret olmadığımızı söyleyen, telefonun diğer ucundaki mekanik sesin duyarsızlığından medet uman, telefona bağlanmış Mozart notalarıyla bizi saatlerce çaresizliğe mahkum eden sistemin acımasızlığını belgeleyen sımsıcak film, günümüz şımarık, buyurgan, snop, hükmeden, bilgisayar çocuklarının, egosantrik gençlerin dünyasından uzak elbette. Bu sebeple, sokaktaki diğer düşmüş gerçek ‘insan’, devlet dairesinin duvarına, ‘insanım ben de’ diye haykırıp, derdini sprey boyayla yazan Daniel Blake’e alkış tutuyor ve o bir ‘Sir’ diye bağırıyor. Sir Daniel Blake, O! Bütün ‘Sir’ler duysun diye bağırıyor Ken Loach. Lordlar kamarasında, hükümet binalarında, sıcak ofislerinde varoluş nutukları atan yalandan ‘Sir’lere inat, sadece insan gibi yaşamak istediğini haykıran Daniel Blake’in öyküsünde. 

Başka bir çağdayız artık. Çoktan yenildik. Yalnızlıktan, çaresizlikten üşüyoruz ve dijital çağın, dijital beyinli, duyarsız ve küstah yeni yetmeleri Daniel Blake’e burun kıvırıyorlar. Onu, kendi, küçük, bir başına dünyasında unutuveriyorlar. Bırakıyorlar; Katie kendini, etini satsın. İki çocuğu var doyurması gereken. Onlar hiç aç kalmamışlar. Açlık nedir bilmemişler. Katie ise aç. Sadece öykünün geçtiği İngiltere’de değil, dünyanın her yerinde ‘yaşama gayreti veren’ milyonlarcası gibi. Daniel Blake ise dayanışmanın önemini biliyor. Katie’ye kitaplarını koyması için bir kitaplık yapıyor. Elinden başka şey gelmiyor. Genç kadının ve iki küçük çocuğunun yanında durmaktan başka. Gerçek bu kadar çıplak işte. Yaldızsız, yalansız, efektsiz, süssüz. Kasetçalar, tahtadan oyma balıklar, el yapımı kitaplık, parası ödenmediği için kesilen elektrik sonucu buz gibi evde battaniye ile yaşamak, bütün eşyalarını iki kuruş için satmak, etini satmak, aç kalmak, hayati, insancıl ihtiyaçlar için çalmak zorunda kalmak ve haykırmak sonunda… ‘Ben de insanım. Sadece insan ve insan gibi yaşamak istiyorum!’ Ama dijital çağdayız ya! O sebeple başka başka, süslü püslü, üstten bakan, gösterişli, afili ‘şeylere’ ihtiyacımız var ya! Bir ‘insan’dan çok daha fazlası ve önemlisiyiz ya! Anlayamayız o yüzden. Fazla düz, fazla yalın, fazla gösterişsiz, fazla insan gelir bize gördüklerimiz. Dijital çağın, duyarlılığa ve hisse prim vermeyen donuk, sanal çocuklarıyız. Ondan bizden değil Daniel Blake! Öteki bize göre ise, insana inanan, yani insandan yana her daim umudunu kesmeyenlere göre ise, gerçek dostumuz, bir komşumuz, ağabeyimiz, amcamız, dedemiz Daniel Blake. Sir Daniel Blake! (4,5 / 5)

 

AŞIKLAR ŞEHRİ

Los Angeles’ta, trafiğin sıkıştığı sıradan bir günde, diğer arabaya çalınan ‘kibirli’ ve asabi korna ile başlayan, rengarenk bir aşk öyküsü. Caz piyanisti Sebastian ve iyi bir oyuncu olmak isteyen Mia’nın romantik aşk hikayesi, hüzünlü ve oldukça duygusal. Bütün ‘o eski güzel günlere’ saygı sunuyor; ‘güzel’ orijinal adıyla ‘La La Land’. ‘Whiplash’ ile dikkatleri üzerine çeken ve sinemanın genç dâhileri arasında gösterilen 1985 doğumlu Damien Chazelle, kendisine sunulan geniş olanakları iyi değerlendirmiş. Görkemli yapım tasarımı, işinin ehli teknik ekibin de yardımıyla gösterişli bir film yaratmış perdede. Justin Horwitz imzalı orijinal müzik, çok çok iyi. Şimdiden seksen beş ödül kazanıp, gönülleri fetheden romantik müzikal, Altın Küre ve Oscar’ların da en büyük adaylarından biri kuşkusuz! 

Başrollerini Emma Stone ve Ryan Gosling’in paylaştıkları ‘hoş’ filmde, yönetmenin başucu oyuncusu J.K. Simmons, misafir kontenjanında yer bulmuş kendine. Sinema tarihinin görkemli ve iddialı klasiklerinden, Lamorisse’in ‘Kırmızı Balon’una dek, yitirdiğimiz ve artık pek önemsenmeyen bütün içi dopdolu güzelliklere şapkasını çıkartıp selamlıyor Chazelle. İçli bir ağıt olarak da ele alınabilir duygu yüklü aşk hikayesi. Senaryoda oluşmuş bir takım boşluklar, ikna edemeyen durumlar ve zorlamalar haricinde iyi bir film ‘Aşıklar Şehri’. Gösterişçi ve tuzaklarla (kurda tuzak) dolu yanıyla, henüz ilk sahnesiyle ele geçirmeye çalışıyor izleyicisini. Kısmen de başarıyor bunu fakat engel olamadığı boşluk ve dağılmalar neticesinde kafası karışık bir durumda, alelacele toparlamaya çalışıyor öyküyü son düzlükte. Aynı adı gibi lay lay lom bir güzellik, şarap şurup anlar yaratıyor ama belirli bir tatminsizlik de yayıyor bünyeye. Emma Stone, rolünün hakkını vermiş. Aynı durum, Ryan Gosling için geçerli değil fakat. Gosling, bildiğimiz ve defalarca kanıtladığı üzere, çok iyi bir aktör ama bu role uymamış, oturmamış. Gözlerinin içi parlamıyor Sebastian karakterinin. Soğuk, uzak, başka bir yerde gibi. Aşkını inandırıcı bulamıyor insan, bir müddet sonra. Hatta ölümcül dokunaklılıkta olması gereken finalde bile! Oscar Isaac, James Franco ve hatta Chris Pine geliyorlar akla ilkin, Sebastian rolü için. 

Son tahlilde, hüzünle ve keyifle terk ederken salonu, iyi bir film izlemiş olduğunuz gerçeğini, iç cebinize atıyorsunuz. Bir başyapıt veya mükemmel filmle mesafeli bir iyilik bu tabii. Chazelle’yi takipte yarar var. Sıkı filmler çekiyor. Daha iyilerini çekecek gibi de duruyor. Eski güzel günlerin, günümüz dünyasında ötelenmiş bütün o değerlerin ve sahici aşkın gerçek anlamı adına keyifle izlenir. (3,5 / 5) 

 

ÇİN SEDDİ

Gezegenin en görkemli yapılarından olan ve yapımı 1700 yıl süren Çin Seddi, barut, mıknatıs, saldırgan, vahşi canavarlar ve aksiyon dozu yüksek, fantastik bir kahramanlık serüveni! Çin’in kuzeybatısı boyunca uzanan ve 8852 km. uzunluğunda olan dünyanın en uzun savunma duvarı, M.Ö. 221 ile M.S. 608 yılları arasında inşa edilmiş. Bu dev inşaatın amacı konusunda tarihçiler farklı görüşler öne sürmüşler. Dünyanın yedi harikasından biri olan yapı, Çin’in bugüne kadarki en pahalı filmine ismini vermiş durumda. Bol ödüllü usta yönetmen Zhang Yimou imzalı yapımda başrolü, Matt Damon üstleniyor. Çin-ABD ortak yapımında diğer önemli rollerde ise Tian Jing, Andy Lau, Pedro Pascal ve usta aktör Willem Dafoe’yu izliyoruz. Edward Zwick’in de aralarında bulunduğu senaryo ekibi, tarihin en ünlü savunma duvarını, fantastik ve gerilimli bir aksiyona malzeme yapmış. 

Çin’in ünlü buluşu barut peşinde olan iki batılı paralı asker, kilometrelerce uzaktaki bu ülkede, başka bir gezegenden dünyamıza gelmiş, kana susamış vahşi yaratıklarla mücadele ederken bulurlar kendilerini. Gezegene sahip olma derdindeki canavarlar karşısında, seçkin ve düzenli Çin ordusuyla birlikte mücadele edecek olan iki adam, çıkarlarını bir köşeye bırakıp insanlık adına müthiş bir serüvene atılırlar. Sinemaseverler tarafından en çok, ‘Kahraman’, ‘Parlayan Hançerler’, Altın Çiçeğin Laneti ve ‘Savaşın Çiçekleri’ filmleriyle tanınan Çinli usta Zhang Yimou, epik bir savaş filmini, ‘Alien’ türü bir fantastik gerilimle harmanlamış adeta. Kahramanlık, dostluk ve fedakarlık temaları, ilgiyle izlenen serüvenin ana malzemesi. Tempolu ve gösterişli Hollywood yapımlarına, varlığını şiddetle anımsatan film, zamanın nasıl geçtiğini hissettirmiyor. Beklentinizi fazla yükseltmeden ve perdedeki yapıma, sınırları dışında anlamlar yüklemeden, pekala keyifle terk ediyorsunuz salonu. (3 / 5)

Başrolde Aaron Eckhart’ın yer aldığı korku-gerilim ‘Incarnate / Şeytanın Oğlu’, Hindistan’dan çıkagelen aksiyonlu aşk öyküsü ‘Baaghi: A Rebel of Love / Baaghi: Asi ve Aşık’, bir devam filmi olan Çin yapımı animasyon ‘Frog Kingdom 2: Sub-Zero Mission / Kurbağa Krallığı: Buz Macerası’ ve iki yerli yapım, Bilal Babaoğlu imzalı duygusal dram ‘Aşık’ ile Ayhan Özen’in yönettiği komedi türündeki ‘Nasıl Yani’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese. 

MURAT ERŞAHİN 



Diğer Yazılar