Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

27 MAYIS 2022

26 Mayıs 2022 Perşembe 20:34
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!

Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!

Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

 

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Les yeux sans visage / Çehresiz Gözler

(Yönetmen: Georges Franju / 1960)

 

Repulsion / Tiksinti

(Yönetmen: Roman Polanski / 1965)

 

Don’t Look Now / Karanlığın Gölgesi

(Yönetmen: Nicolas Roeg / 1973)

 

The Innocents / Masumlar

(Yönetmen: Jack Clayton / 1961)

 

Hausu / Ev

(Yönetmen: Nobuhiko Ôbayashi / 1977)

 

Vizyonda bu hafta (27 Mayıs 2022)

Yedisi yerli yapım olmak üzere toplam on bir yeni filme ev sahipliği yapıyor Mayıs ayının son vizyon haftası!

Otuz altı yıl sonra devam eden efsane ‘Top Gun: Maverick’, İsviçre yapımı dram ‘Das Mädchen und die Spinne / Örümcek ve Kız’ ile Çek Cumhuriyeti’nden çıkagelen animasyon ‘My Sunny Maad / Benim Güneşli Maad’ım’, haftanın notlarımız arasında yer alan yenileri.

 

TOP GUN: MAVERICK

- Hollywood üstü Pentagon!-

1986 tarihli, usta yönetmen Tony Scott imzalı ‘Top Gun’ büyük ses getirmiş, gözü pek ve yetenekli donanma pilotu Maverick rolü, Tom Cruise’un kariyerinin de dönüm noktası olmuştu! Dönemin neredeyse bütün gençlerini derinden etkileyeni, birçoğunun harp okuluna başvurmasını, askerliğe yönelmesini sağlayan Pentagon destekli romantik soslu aksiyon, Berlin grubunun seslendirdiği, New Wave’in alt türlerinden olan tekno pop şarkısı ‘Take My Breath Away’ ile En İyi Müzik- Orijinal Şarkı dalında Oscar kazanmış ve çok uzun süre müzik listelerini alt üst etmişti.

Dört dalda Oscar, iki dalda Altın Küre adayı olan gişe canavarında Tom Cruise’a, Kelly McGillis, Val Kilmer, Anthony Edwads, Tim Robbins, Meg Ryan, John Stockwell ve Tom Skerritt eşlik etmişler, tempolu yapım seksenlerin en popüler filmleri arasında yer almanın ötesinde ‘gençlik filmleri’ janrında da hatırı sayılır bir şöhrete kavuşmuştu!

Şimdi orijinal filmden otuz altı yıl sonra bir devam hikâyesi ile yeniden karşımızda ‘Top Gun’ efsanesi! Donanmanın en iyi pilotlarından Pete ‘Maverick’ Mitchell yüzbaşı rütbesiyle (filmdeki altyazılarda Albay olarak geçiyor) otuz yıllık hizmetin ardından test pilotu olarak görevine devam etmektedir. Otorite ile sorunu olan kahramanımız, arkadaşları gibi terfi almamış olsa da, ünü ve güven veren karakteriyle donanmanın en itibarlı isimleri arasındadır. Top Gun mezunu son derece iyi pilotlar olan genç teğmenlerden oluşan özel bir birliği, gizli ve çok zor bir görev eğitmekle görevlendirilir. Görev emrini veren isim eski dostu ‘Iceman’dir! (Val Kilmer). Geri döndüğü ve gençliğinin en güzel günlerini geçirdiği eğitim merkezinde, türlü belirsizlikler, geçmişinden gelen anılar ve sürprizlerle karşılaşan Maverick, geçmişin hayaletleriyle, korkularıyla yüzleşmek ve fedakârlık içeren görevi yerine getirmek zorunda kalacaktır!

Pentagon destekli militarist aksiyon, yeni nesle seslenen devam filmiyle donanmaya yeni pilotlar kazandırmaya devam edecek gibi görünüyor! Tempolu uçuş, saldırı ve it dalaşı sahneleriyle, duygusal ve romantik yan değinilerle bildiğimiz formülü sürdüren filmin yönetmen koltuğunda ‘Tron / Tron Efsanesi’, ‘Only the Brave / Korkusuzlar’ ve ‘Oblivion’ filmlerinden tanıdığımız ve iyi bir zanaatkâr olduğunu bildiğimiz Joseph Kosinski oturuyor. ‘Life of Pi / Pi’nin Yaşamı’ ile Oscar kazanmış Şilili görüntü yönetmeni Claudio Miranda’nın yetkin kamerası artı değerlerinden yapımın! Otuz altı yıl aradan sonra formundan az şey yitirdiğini gördüğümüz estetik mucizesi ‘Tom Cruise’a, eski dostu ve silah arkadaşı Val Kilmer’ın yanı sıra Jennifer Connelly, Ed Harris, Jon Hamm ve yeni nesil pilotlar olarak izlediğimiz Miles Teller, Glen Powell, Lewis Pullman, Monica Barbaro, Jay Ellis ve Dany Ramirez eşlik ediyorlar. Genç oyunculardan Miles Teller ve Glen Powell özellikle iyiler ve Maverick/Iceman rüzgârını yıllar sonra yeniden estiriyorlar. Biçimi, temposu ve uygun formüllere bağlılığıyla stüdyonun/gişenin istediği normlara uyan yapım, nerede orijinal film dedirtiyor tabii! Değişen dünyanın değerleri, ilk filmin hayranı neslin yaş alması, saflığın yitirilmesi ve yeni dünya gerçekleri, orijinal filmin naifliğinin çok ötesinde bir ‘mamul’ çıkarmış ortaya! Bizim Maverick bile kirlenmiş! Irak’ta filan yaptığı görevlerden bahsediliyor kısa bir an. Kelly McGillis de yok! Onun yerini gayet mutaassıp ve orta yaşın basamaklarını hızla çıkan Jennifer Connelly almış. Iceman’in konuşacak hali yok! Üstüne üstlük film boyunca ne zaman çalacak diye beklenen ‘Take My Breath Away’i de araya bir yere sıkıştırmamışlar! Bu eksi hanelerin yanı sıra artıları da sıralayınca yeni nesil ‘Top Gun’, eli ayağı düzgün bir seyirlik olarak yansıyor perdeye. Yine de gençliğin o büyülü, kaygısız günlerinden otuz altı yıl sonra özlemin eski tadı nafile tabi! (3 / 5)

 

ÖRÜMCEK VE KIZ

-Tek Derdiniz Bu Olsun!-

Ramon ve Silvan Zürcher kardeşlerin yazıp yönettikleri 2021 tarihli İsviçre yapımı dram ‘Das Mädchen und die Spinne / Örümcek ve Kız’, Berlin Film Festivali’ne yeni eklenen ‘bağımsız, yenilikçi sinemacıların estetik ve yapısal olarak cüretkâr filmlerini sinemaseverler ile buluşturan’ ‘Encounters / Karşılaşmalar’ adlı bölümden ‘En İyi Yönetmen’ ve FIPRESCI ödülleriyle ayrılmayı başarmıştı.

İki genç kadın, Lisa ve Mara’nın ev arkadaşlığı, Lisa’nın yeni bir hayat kuracağı ‘kendi evine’ geçmek istemesiyle sona ermiştir. Lisa ne istediğine karar vermiş olsa da geride kalan Mara bu değişime pek hazır değildir. Ev arkadaşlığı ötesinde bir dostluk bağına sahip ikili arasındaki ilişki, araya Lisa’nın annesinin, bir usta ve çırağının, konu komşunun, eski ve yeni ev arkadaşlarının, gürültücü iki köpeğin, bir kedinin, iki yaramaz çocuğun ve evin sessiz sakini olan örümceğin girmesiyle farklı boyutlara ulaşacaktır!

Titiz bir biçim ve dar mekanda yetkin kamera kullanımıyla, gündelik hayatın eksantrik anları ve duyularını perdeye taşıyor ‘Örümcek ve Kız’. Varoluş sorunları, küçük metrekarelere sığdırılmış hayatlar, nefret, aşk, sevgi, öfke, acı, kıskançlık, özlem gibi duygular ve GSMH’si, refah düzeyi oldukça yüksek modern hayattan, varsıl batıdan, yani dertsizlikten doğan kimi dertler!

Bir arada olan insanların, hayvanların ve eşyaların bir mikroskop altına alınmış ve bir miktar kişisel bakılmış halleri… Cinsellikten doğan problemler, genel anlamda yaşarken tatmin olma sorunu, sevgi arayışı, sıcak ve güvenli bir ‘yer’ edinme, doğal olabilme, huzur arayışı, yalınlık ve toplumu oluşturan bireyler… Görüntü ve ses bandının uyumu!

Çoğu zaman ‘başka bir gezegenin cehennemi’ olduğunu düşündüğümüz, savaşların, adaletsizliğin, açlığın ve zulmün son hız sürdüğü dünyamızda; ‘lay lay lom’ bir varoluş sorunsalına evriliyor bir yerden sonra film! Acılı ve talihsiz coğrafyalarda ‘bir ay yaşamı sürdürme cezası’ verilse bu ikiz kardeşlere, acaba farklı meselelerle uğraşırlar mıydı sorusu yerleşip kalakalıyor zihne filmin ardından. Rahat battı böyle oldu ve tek derdiniz bu olsun önyargıları yerleşiyor bünyeye elde değil, perdede duran kibirli resme bakarken!

Basın gösteriminin ardından çıkışta ‘bizim ekiple’, filmin; öykündüğü Eric Rohmer evreninin oldukça uzağında kalan yapısı üzerine düşünüp, konuşurken; sevgili dostum ve meslektaşım Burak Göral’la verdik veriştirdik bir miktar. İlginçtir, filmin ardından eve dönüp, yazının başına oturduğumda fark ettim ki; ikiz kardeşlerden sadece birinin, Ramon Zürcher’in ‘solo’ yönettiği ilk uzun metraj olan 2013 tarihli ‘Das merkwürdige Kätzchen’ adlı filme, Burak’la birlikte 2013 Antalya Film Festivali’nde jürisinde bulunduğumuz ‘SİYAD Uluslararası Film Yarışması’nda ‘en iyi film’ ödülü vermişiz! ‘Demek ki kardeşi bozmuş adamı’ dedi Burak demin konuşurken, güldük bir müddet! Gerçekten ilk uzun metrajdan sonra ‘şirazenin kaydığı’ bir durum var ortada. Yine de farklı ve iddialı bir ‘ev içi canlı yayın ruh altı belgeseli’ izlemek için ilginç bir seçim olabilir İsviçre yapımı! (2,5 / 5)

 

BENİM GÜNEŞLİ MAAD’IM

-Turistik mamul!-

Gündelik hayatından bunalmış genç bir Çek kadın olan Herra, üniversitede ekonomi okurken tanıştığı Afgan genç Nazir’e aşık olup, ülkesini terk ettiğinde, ne Taliban sonrası Afganistan’da onu nasıl bir hayatın beklediğinden ne de dahil olmak üzere olduğu aileden haberdardır. Çocukları olmayınca Maad adında kas erimesi olan hasta, kimsesiz, zeki ve duyarlı küçük bir çocuğu evlat edinen çift, aile ve çevre baskısının ötesinde ülke gerçekleri ve güncel sosyo-politik ve ekonomik sorunlarla kuşatılmışlardır. Bir Avrupalı olan Herra, bu çok zor ve tehlikeli şartlar içinde kendini ve küçük Maad’ı korumak zorundadır!

Michaele Pavlátová’nın yönettiği Çek Cumhuriyeti yapımı animasyon, dünyanın zorlu ve talihsiz coğrafyalarından birinde geçen elem yüklü bir öykü fakat turistik bir mamul olarak hazırlanmış adeta! Perdeden koltuğa ‘duyguyu’ geçirirken ‘yetersiz’ bir temsil atmosferinde, ezberlenmiş ve yüzeyde gezinen yapısıyla etkileyicilikten uzak bir yapım olmuş; Çek gazeteci Petra Procházková’nın ‘Frista’ adlı romanından uyarlanmış animasyon! Benzer öykü ve meselelerde karşımıza çıkan örnekleri düşündüğümüzde gerçekten turistler için uyarı içeren bir el kitabı olarak konumlanıyor. (2 / 5)

 

Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…

Belçika-Fransa ortak yapımı animasyon ‘Hopper et le hamster des ténèbres / Hopper ve Çılgın Çetesi: Büyük Macera’ özellikle küçük yaştaki izleyiciye sesleniyor. Yarı tavuk ve yarı tavşan olarak dünyaya gelen genç kahraman Hopper ve arkadaşları, dalgacı kaplumbağa Abe ve dövüş sanatları uzmanı kokarca Meg’in destansı maceralarına tanık oluyoruz!

‘İçimdeki Kahaman’, Sinan Sertel’in yönettiği fantastik bir macera! Babası, oğlu Kahraman’ı bir süper kahraman olduğuna inandırmıştır. Kahraman, talihsiz bir kaza sonucu kaybettiği babasının ölümünden kendini sorumlu tutar. Süper güçlerini keşfedip babasını geri döndüreceğine yemin eder. Ahmet Melih Yılmaz, Ulvi Kahyaoğlu, Öykü Naz Altay ve Cüneyt Yalaz, oyuncu kadrosunu oluşturan isimler.

İşledikleri dijital suçlar nedeniyle cezaevine atılan gençleri ve orada yaşadıklarını konu alan ‘Dijital Esaret’i, Birol Güven yazmış ve Emre Kavuk yönetmiş. 2021’de yitirdiğimiz Rasim Öztekin’e, Özgün Çoban, Kaan Sevi, Simay Barlas ve Yeşim Alıç eşlik etmişler.

Yılmaz Aydın’ın yazıp yönettiği korku-gerilim ‘Pi Sonsuzluk’, küçüklüğünden beri kendisi için çevresindeki herkesin bir sayısal karşılığı olan fizik öğretmeni Burak’ın hikâyesi. Umut Özalp, Wilma Elles, Güney Kılınç ve Taner Şahin, başlıca rolleri üstleniyorlar.

Gökhan Murat Toktamışoğlu’nu senarist ve yönetmen olarak gördüğümüz korku denemesi ‘İkinci Seans: AEEP’, Güler Aşık’ı başrole taşımış.

Görkem Uludüz ve Onur Öğden’in yönettikleri belgesel türündeki yapım, ‘Payidar: Gazi’nin Büyük Tablosu’ adını taşıyor!

Amcasının cenazesi için uzun yıllardır gitmediği köyüne dönen Kadir’in başından geçenleri konu eden korku öyküsü ‘Müsfer: Cin Kabilesi’, Massimo Manjjed imzası taşıyor. Senaryoyu İlker Tunçay kaleme almış. Engin Kahya, Zülfü Hamit Altın, Murat Duran ve Zekai Yılmaztürk, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.

Yediden yetmişe bütün aile üyelerine seslenen ‘Rüzgargülü’, dedelerinin planı ile kendilerini bir oyun şatosundaki gizemli bir oyunun içinde bulan, birbirlerinden uzakta büyümek zorunda kalan beş çocuğun öyküsü! Meryem Beyza Er yönetmiş, Mert Selek yazmış, Murat Akkoyunlu, Hande Katipoğlu ve Yılmaz Gruda rol amışlar.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!

İyi seyirler herkese!

 

TARİHTE BU HAFTA

On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (27 Mayıs 2011)

Bu hafta, ‘Şeytanı Gördüm’ün haftası… Bir de ‘Troll Avı’nın tabii… Güney Kore ve Norveç yapımları, ‘vizyondaşlarına’ açık ara fark atıp, akılda kalıcı olmayı başarıyorlar. Fransız yapımı ‘Gönül Avcısı’, romantik komedide Hollywood’a olan ilgiyi haklı çıkarıyor. ‘Devlerin Günahı’ ise, Roland Joffé imzası taşımasına rağmen, içe sinmiyor. Bu arada, yazın kendini iyiden iyiye hissettirmesiyle ‘beni bu güzel havalar mahvetti’ moduna girdik. Güneşsiz kalmayın tabii ama filmsiz de kalmayın! Aşksız, sevgisiz, umutsuz kalmaya benzer, filmsiz kalmak… İyi seyirler!

 

ŞEYTANI GÖRDÜM

Gümbür gümbür ilerleyen ve hemen her örneğiyle yedinci sanata taze kan veren Güney Kore sinemasının güçlü örneği, karmaşık duygularla bir başına bırakıyor izleyiciyi. Hüzün, korku, sıkıntı, bulantı, tedirginlik, soru işaretleri ve gözyaşı arasında tıpkı hayatın kendisi gibi netameli bir yolculuk… ‘Karanlık Sırlar’ ve ‘Acı Tatlı Hayat’ filmlerinin rafine yönetmeni Kim Jee-woon imzalı gerilim oldukça sert ve herkese göre değil. Zevk için öldüren son derece arızalı bir psikopat ve kurbanının nişanlısı olan özel ajanın av ve avcı oyunu… İntikam yemini eden adamın yavaş yavaş, aynı peşinde olduğu canavara dönüşmesi. Ahlak denen olgunun sorgulanması. Karanlıkla savaşırken ışığı tamamen yitirmenin tepeden tırnağa tedirgin eden yüzü. Yaşama tamamen başka bir boyuttan bakan hasta ruhlarla, ruhunu karanlığa emanet etme riskine rağmen ‘içsel bir mecburiyet’le hareket eden adam. Kabullenemeyişin açtığı felaketler, getirdiği nokta... ‘Acı Tatlı Hayat’ın başrol oyuncusu Lee Byung-hun ve bir kült olarak anılan ‘İhtiyar Delikanlı / Oldboy’un yıldızı Choi Min-sik gibi iki usta ismin karşılıklı döktürdükleri film, oyunculuk anlamında da unutulacak gibi değil. Her iki aktör, her bir planı oyunculukta birer ders olarak adlandırılabilecek sahnelerde, yönetmenin yarattığı müthiş atmosferi aynı güçle destekliyorlar. Bütün sınırların ve tahammül gücünün ötesine geçmeyi göze almış, stilize, şiddet yüklü, tavizsiz, başına buyruk, özgür bir film Güney Kore yapımı. (4 / 5)

 

TROLL AVI

İskandinav mitolojisi ve folklorunun önemli unsurlarından olan Troll’ler, Norveç yapımı bir tür kırması ile beyazperdede. Aslında bir ‘mockumentary / yalancı belgesel’ izlediğimiz. El-omuz kamerası ile çekilmiş yapım, reklam yönetmeni olarak tanınan Norveçli André Ovredal’ın ilk sinema filmi. Norveç’in netameli ormanlarında, insansız topraklarında yaşayan Troll’ler. Resmi açıklamalar, faili meçhul cinayet ve saldırıların, nedensiz kayıpların sorumlusu olarak, vahşi ayıları gösterse de, gerçek tamamen farklıdır. Sadece masallarda yer alan bir efsane olduğu düşünülen dev yaratıkların, Troll’lerin varlığını araştıran bir grup üniversite öğrencisi, dünyanın tek Trol avcısıyla karşılaştıklarında, gizlenen gerçeğe biraz daha yaklaşırlar. Garibim Troll’lerden daha korkutucu ve yok edici olan insanoğlunun, derin siyasetin, sorumsuz sistemin, ‘vahşi bir hayvan’ olarak portresi… Politikadan gerilime, korkudan mizaha, aksiyondan drama neredeyse her türe dokunan ‘hoş’ yapım, asla boş değil. ‘District 9 / Yasak Bölge 9’u andıran öyküsüyle zihinde kalıcı tahribata yol açabilecek keyifli bir seyirlik! (3 / 5)

 

GÖNÜL AVCISI

Luc Besson’un himayesinde yetişmiş Pascal Chaumeil’in ilk yönetmenlik denemesi, yavan bir romantik komedi olmanın ötesine geçemiyor. Romain Duris ve Vanessa Paradis’in başrolleri üstlendikleri Fransız yapımı, izleyeni Hollywood’un formülünü çok iyi bildiği romantik komedi türünden soğutacak denli boş… Öykünün içine ‘Dirty Dancing’i, George Michael ve Wham’ı katarak sevimli gözükmeye ve retro rüzgârı estirerek geçmişe selam durmaya çalışan romantik komedi, gerçekten itici tiplemeleri, ‘nedir şimdi bu’ dedirten ikna edici olmayan öyküsüyle hızla tüketilmeye mahkûm bir yapım. Olmayan anlatı gücü, sinema büyüsü ve kurulamayan atmosfer filmi zihinden anında öteliyor. (1 / 5)

 

DEVLERİN GÜNAHI

Bir Opus Dei güzellemesi… Önce ‘Opus Dei’ nedir ne değildir, ondan bahsedelim. 1928’de Madrid’li Papaz Jose Maria Escriva tarafından kurulmuş olan Katolik örgüt, 1950’de Papalık tarafından resmen onaylanmış, papalık, güçlü antikomünist misyonu nedeniyle açık destek verdiği Opus Dei’nin statüsünü 1980’lerde yükseltmiş ve örgüt önderine, piskopos unvanını vermiş. Latince ‘Tanrının Yapıtı’ anlamına gelen Opus Dei, Katolikliğe sadık laik iş ve meslek sahiplerini bir araya getirerek Papa’ya Vatikan dışında destek olacak varlıklı ve iyi eğitim görmüş elit bir kadroyu oluşturmak amacı ile kurulan, günümüzde Vatikan’da en etkili olan kurum. Gizli bir örgüt olan Opus Dei’nin tüm üyeleri Katolik meslek sahiplerinden oluşmakta fakat her ülkede örgütten sorumlu bir Kardinal bulunmakta. Onlara göre Papa’nın kimliği, kilisenin de, Papalık makamının da üstünde ve Papa, Tanrı-Krallığı’nın kutsal önderi. Böylesine yüce bir mertebeye erişebilen kişi de elbette olağanüstü bir kişi. Bu nedenle Opus Dei, böylesine olağanüstü bir kişi tarafından temsil edilen Vatikan Devleti’ni yüceltir ve kiliseyi ikinci planda görür. Opus Dei ile ilgili pek çok tartışma yaşanmış ve olumsuz görüşler dile getirilmiş buna rağmen örgüt herhangi bir açıklama yapmamış. Bu görüşlerden bazıları şunlar: İsviçreli parlamenter ve toplum bilimci Jean Ziegler’e göre; Opus Dei kendisiyle terörizm kadar mücadele edilmesi gereken, gizli çalışan aşırı sağcı bir hareket. İngiliz araştırmacı Michael Walsh; bu örgüte Opus Dei (Tanrının işi) değil Actopus Dei (Tanrının ahtapotu) diyor. 2.8 milyar dolar serveti, 600 medya aracı bulunmakta; 15 üniversitesi, 97 teknik okulu, 36 ilköğretim okulu olan Opus Dei tarikatı, Walsh’a göre, dünya siyasetini tıpkı bir ahtapot gibi sarıyor. İngiltere Milli Eğitim Bakanı, Polonya hükümetinde görev yapan üç bakan, Perulu iki bakan, ABD Anayasa Mahkemesi’nin iki yargıcı, Amerikan Kongresi’nin onlarca üyesi, eski FBI Başkanı Louis Freeh ve Fox televizyonunun yorumcusu Robert Novak; Opus Dei müridi olduğunu gizlemiyor. ABD’de kürtaj, eşcinsel evlilikleri ve kök hücre çalışmaları konusunda yönetimin muhafazakâr tutum göstermesinin ardında Opus Dei’nin yattığı vurgulanıyor. Opus Dei tarikatı Dan Brown’ın Da Vinci Şifresi kitabının sayfalarında sağ kanat politik gündemini belirlemekle suçlanmıştı. Opus Dei, hakkında çok fazla konuşulan fakat günümüz dinsel toplulukları içinde hakkında en az şey bilinen örgüt.

Wikipedia’dan edindiğimiz bu bilgilerin ardından filme geçebiliriz… İster istemez, derin cemaat propagandası izlenimi veren yapım, ‘The Killing Fields / Ölüm Tarlaları’ ve ‘The Mission / Misyon’ gibi güçlü filmlerin usta yönetmeni Roland Joffé imzası taşıyor. Ama ‘usta’lık unvanının 1980’li yıllarda kaldığını görüyoruz filmi izlerken. Joffé, sinemalarımızı en son, 2007’de çektiği ve kariyerinde büyük bir düşüş olarak nitelenen korku gerilim ‘Captivity’ ile ziyaret etmişti. ‘There Be Dragons / Devlerin Günahı’, (filmin ‘Devlerin Aşkı’nı çağrıştıran bu Türkçe adı nasıl ve neden aldığı ayrı bir merak konusu) Opus Dei tarikatı, inanç ve bağışlamak üzerine epik bir film. Büyük ölçüde, İspanya İç Savaşı’nı fon alan biyografik dram, Opus Dei’nin kurucusu Jose Maria Escriva ve çocukluk arkadaşı Manolo’nun taban tabana zıt öykülerini taşımış perdeye. Anlatıdaki ağdalı yavanlık ve ‘içi boşluk’, tatmin edici bir sinema duygusu bırakmıyor üzerinizde. Bazı planları gerçekten iyi çekilmiş ve sinema kokusu yayan film, bazı planlarıyla da oldukça acemi, sıkıcı ve anahtar teslim bir iş haline dönüşüyor. Adı, yaşı ve donanımı göz önüne alındığında, perdeye yansıttığı meseleye oldukça hâkim olduğunu düşündüğümüz yönetmen fazla dini referans kullanıp, söylemek üzere olduğu kimi önemli şeyleri, (İspanyol İç Savaşı’nın gerçekleri, karakterlerin coğrafi ve siyasi ruh haritaları, dönemin politik ve beşeri gerçekleri) öteliyor ve dağıtıyor. Sonuçta tarihi ve toplumsal fırtınalar arasında odaklandığı yegâne mevzu, inanç ve papaz Jose Maria’nın yaşadığı fırtınalardan etkilenip Opus Dei’yi kurmuş olması... Wes Bentley’den Dougray Scott’a, Olga Kurylenko’dan, Charles Dance’a, Geraldine Chaplin’den, Derek Jacobi’ye birçok ünlü ve yetenekli isme sahip oyuncu kadrosu da kaybolup gidiyor bu karmaşada. (1,5 / 5)

 

 

Vizyonda bu hafta (27 Mayıs 2016)

Yeni haftanın beraberinde getirdiği yeni film sayısı on. Beşi yerli toplam on yapımın yer aldığı hafta, hemen her beğeniye sesleniyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

 

KRONİK

Ölüme çok yaklaşmış, yatalak hastalarla, evlerinde ilgilenen özel bakım hemşiresinin öyküsü. Erkek hemşirenin, acı dolu geçmişi ve hayatın acımasız yüzü; ‘çaresiz’ adamın ölümle flörtünde hatırı sayılır, elemli bir fon oluşturur. Meksikalı yaman sinemacı Michel Franco’nun yazıp yönettiği keskin dram, geçtiğimiz yıl Cannes’de, ‘en iyi senaryo’ ödülünün sahibi olmuştu. Altın Palmiye’sinin çalındığını düşündüren yapımda başrolü, usta aktör Tim Roth üstleniyor. Roth’un tarifi zor performansına eşlik eden isimlerse, Sutherland ailesinin üçüncü kuşağı Sarah Sutherland, Bitsie Tulloch, Claire van der Boom, Rachel Pickup ve Harris Shore. Sona gelip dayanmış ömürlere, sessiz, nazik, anlayışlı, şefkatli ve dostça eşlik eden adamın artık dayanamamasının öyküsü aslında ‘Kronik’. Bu denli acı ve elem yüklü bir yerde devam etme çabasının anlamı üzerine düşündüren kişilikli yapım, sinema dili ve şeklini, meselesi üzerinden bir an olsun ‘kıvırmadan’ yürütüp, sonuçlandırıyor. Sabır gerektiren, zor işini, müthiş bir profesyonellik ve özveriyle yerine getiren adamın, gönüllü içtenliği, ‘durumu’ benliğimize kazıyan uzun planlarla verilmiş. Yaşamın kural tanımaz kodları yanında, insanoğlunun çaresizlik ve acınası ruh haritası, tavizsiz film. Sahici, içten ve çok güçlü. Sezonun en iyilerinden kuşkusuz. (4,5 / 5)

 

PARA TUZAĞI

İki Oscar’lı aktris Jodie Foster’ın dördüncü uzun metraj yönetmenlik denemesi, Foster’ın yönetmen koltuğuna iyice ısındığının kanıtı! Alan DiFiore ve Jim Kouf’un öykülerinden perdeye uyarlanan koyu dram, bir sistem eleştirisi. Medya, ekonomi ve politika üzerinden ağır bir yeni dünya ve global çürüme eleştirisi, şova kaçan, spekülatif bir finans programı sunucusu ve programın teknik ekibinin, gerçek habercilik yaptığı tek bir günü ve bu değerli dönüşümü onlara kazandıran sıradan genç adamın öyküsünü yansıtıyor perdeye. Şarlatan denilebilecek kıvama gelmiş program sunucusu Lee Gates, yönetmeni Patty Fen ve finansal şov programının kamera ardı ekibi, stüdyoyu basan eli silahlı genç adamın zoruyla, küresel piyasanın ortalık yerinde yatan komployu ortaya çıkarmaya, belki de ilk gez gerçek habercilik yapmaya soyunurlar. Acıtan ve karanlık gerçeklerin buz gibi yüzüyle karşılaştığımız sarsıcı ve sert eleştirinin başrollerini, usta aktörler George Clooney ve Julias Roberts’la birlikte, genç yetenek Jack O’Connell üstleniyor. Dominic West, Giancarlo Esposito ve Caitriona Balfe, kadronun öne çıkan diğer isimleri. Wall Street yalanları, düzmece ekonomik gelişmeler, zalim üç kağıtçılar, sadece kâr düşünen güce tapan zorbalar ve arada ezilen küçük insanın kadersizliği. Adına ekonomi denen yalanın ve sistemin bütün uyduruk çarklılarının, kanıksanmış hemen her şeyin öyküsü, belki fazlaca orijinal değil ama son derece dürüst ve yekten yansımış perdeye. Bir anlık şok ve üzüntünün ardından langırtta fırfıra devam diyen genç adam, her şeyin özeti işin aslı! (3,5 / 5)

 

ALİS HARİKALAR DİYARINDA: AYNANIN İÇİNDEN

‘İmkânsızı başarmanın tek yolu yapabileceğine inanmaktır!’ diyor Lewis Carroll’un ünlü klasiğinin yeni beyazperde macerası. Ünlü İngiliz yazar Lewis Carroll’un (1832-1898), eskimeyen klasiği ‘Alis Harikalar Diyarında’, çılgın yaratıcı Tim Burton’un hünerli elleriyle 2010’da bir kez daha beyazperdeye yansımıştı. Carroll’un yarattığı döneminin çok ötesinde duran tuhaf evren, Burton’un gotik ve sınır tanımayan özgür bakışıyla bambaşka bir masala dönüşmüştü. Carroll’un zaman ötesi klasiği, üç boyutlu olarak vücut bulmuştu perdede. Aslında ortada bir değil iki metin vardı; bir de şiir. Burton filmini, Carroll’un Alis’in maceralarını topladığı iki ayrı kitap; ‘Alis Harikalar Diyarında’ ile ‘Aynanın İçinden’ ve ikinci kitapta yer alan ‘Jabbervocky’ adlı şiirden oluşturmuştu. Çok tuhaf, delice bir edebi eser olarak tanımlayabileceğimiz ve Türkçeye Tomris Uyar’ın lezzetli çevirisiyle kazandırılan ‘Jabbervocky’ şiiri de filmde özel bir yer tutuyordu. Burton, eserin kahramanlarından ‘Şapkacı’yı, civa zehirlenmesi geçirmiş ilginç ve derin karakteri (Mad Hatter), Alis’in yanı başında konumlandırmıştı. Kırmızı ve Beyaz Kraliçeler, tuhaf ikizler Tweedeldee ve Tweedledum, Cheshire kedisi, bilge tırtıl Absolem, ünlü beyaz tavşan, canavar köpek Bandersnatch ve kötücül kupa valesi, öyküde karşımıza çıkan önemli kahramanlardı. Yeni filmin yönetmen koltuğunda James Bobin oturuyor. Senaryo, 2010 tarihli filmde olduğu gibi yine Linda Woolverton imzalı. Mia Wasikowska ve Johnny Depp’e, yine Helena Bonham Carter ve Anne Hathaway eşlik ediyorlar. Bu kez ‘zaman’ rolünde Sacha Baron Cohen yer alıyor kadroda. Üç boyutlu fantastik macerada Alis bu kez sevgili dostu Şapkacı’yı kurtarmak üzere yeraltının gizemli dünyasına geri dönüyor ve ‘zaman’da geçmişe doğru bir yolculuğa çıkıyor. Arkadaşları onu yalnız bırakmıyorlar tabii. Cesaret ve kendine güvenle örülü mesaj evrenini, görsel olarak zengin tutan ama öyküdeki klişe ve tekrarlara hapsolan yeni Alis, asla kötü değil ama 2010 tarihli Tim Burton filminin gölgesinde. (2,5 / 5)

 

RÜZGARIN OĞLU

Irkçılık başta olmak üzere her türlü ayrımcılık ve evreni dolduran engellere karşı en hızlı koşan adamın öyküsü! Efsane atlet Jesse Owens’ın, Nazi Almanya’sının hüküm sürdüğü başkent Berlin’de, 1936 olimpiyatlarında, Adolf Hitler’in ari ırk üstünlüğü görüşünü çöpe atarak altın madalya kazanması ve ülkesi dahil dünyayı dolduran bütün zorluklara karşın verdiği mücadele. Tecrübeli ve yetenekli sinemacı Stephen Hopkins imzası taşıyan biyografi, Owens’ın öyküsünü hemen her açıdan yansıtmaya çalışmış. Olimpiyatları görüntüleyen belgeselci Leni Riefenstahl’dan, Owens’ın antrenörü Larry Snyder’a, nazilerin propaganda bakanı Goebbels’den Amerikan olimpiyat komitesi başkanı Jeremiah Mahoney ve milyarder sanayici Avery Brundage’e dek nerdeyse dönemin ve olayın bütün önemli aktörlerine yer verilmiş öyküde. Irkçılık illetinin, ünlü sporcuyu doğup büyüdüğü topraklardan, Nazilerin hüküm sürdüğü Avrupa’ya dek izlemesi, işin en trajik yanı öte yandan. Jesse Owens rolünde genç aktör Stephen James’i izlediğimiz filmde, Jason Sudeikis, William Hurt ve Jeremy Irons, diğer önemli rolleri üstleniyorlar. Sporcu öykülerinden ve biyografilerden hoşlananlar dışında, sağlam anlatısı ve sineması ile hemen her izleyici için ilginç olmayı başarıyor orijinal adıyla ‘Race’. (3 / 5)

‘Blinky Bill The Movie / Kahraman Koala’ adlı animasyonun haricinde beş yerli yapım; ‘Nasıl Yani’, ‘Abbas’ın Melekleri’ ve ‘1 Kezban 1 Mahmut: Adana Yollarında’ adlı komedilerle, ‘Memleket’ adlı dram ve ‘Cinni: Uyanış’ adlı korku örneği, notlarımız arasında yer alamayan haftanın diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese.

MURAT ERŞAHİN

 



Diğer Yazılar