Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 KASIM 2016

24 Kasım 2016 Perşembe 17:48
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

İkisi yerli altı yeni filmin merhaba dediği yeni vizyon, farklı beğenilere sesleniyor yine. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

FRANTZ
‘Bu zalim dünya, bütün yalanları kaldırır’ diyor usta sinemacı François Ozon, son derece incelikli yeni filminde. Belki de Ozon’un en olgun, en usta filmi olmuş ‘Frantz’. El yapımı, zarif bir biblo değerinde. Yaşadığımız yerin ne denli vahşi, nobran, bencil, kötücül olduğunun altını çizip, insan olmanın dayanılmaz ağırlığını ve trajedisini taşımış perdeye usta Fransız. Ozon’un, Philippe Piazzo’nun katkısıyla kaleme aldığı senaryo, Maurice Rostand’ın bir oyunundan sinemaya uyarlanmış aslında. Aynı oyunun daha önce de, 1932’de Ernst Lubitsch tarafından ‘Broken Lullaby’ adıyla beyazperdeye aktarıldığının altını çizelim. Ozon, Lubitsch’in filmine, ince dokunuşlarla yedinci sanat adına gerçek bir katkı sağlamış. Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan’a aday olmuş yapımın başrol oyuncusu Paula Beer, kelimeler ötesi performansıyla; dev aktör Marcello Mastroianni’ye adanmış ‘en iyi genç kadın oyuncu’ ödülünün sahibi olmuştu. Filmekimi’ndeki gösteriminin ardından vizyona giren hüzün yüklü romantik dram, Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin hemen ardından geçiyor. Almanya’da küçük bir kasabada açılıyor öykü. Genç Anna, savaşta ölen nişanlısı Frantz’ın mezarına her gün giderek onun yasını tutmaktadır. Bir gün; kasabaya yeni gelen gizemli genç adamın elinde çiçeklerle aynı mezarı ziyaret ettiğini görür Anna. Frantz’ın arkadaşı olduğunu söyleyen Adrien ile dostluk kuran genç kadın, kısa süre içinde hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı gerçeğiyle baş başa kalacaktır. Yer yer renklenen siyah beyaz anlatı, Ozon’un sinematografisinde çok başka bir yer bulacak kendine elbette. Dünyanın vahşi egosunu, her yerdeki sıradan faşizmin, küçük insanı yok edişinin acımasızlığını, vicdanın, özürlerin ve suçluluğun anlamını son derece yalın ve net ortaya koyan yapım, Paul Verlaine şiiri ‘Chanson d’automne’ye eşlik eden Chopin ve Tchaikovsky notalarıyla zihne ve yüreğe aynı anda kazınıyor. Son derece kırılgan, duyarlı, o ölçüde ayakları yere basan bir gerçeğin bilinciyle kotarılmış filme kayıtsız kalınmamalı. Bağırmayan, söyledikleriyle ve incelikli biçimiyle içinize işleyen büyük bir film. (4,5 / 5)

PASTORAL AMERİKA
Gişe rekortmeni birçok filmden, auteur bağımsızlara dek seksene yakın yapında rol alan İskoçyalı usta aktör Ewan McGregor, yönetmen koltuğuna oturduğu ilk uzun metrajlı kurmacasında, Philip Roth’un 1998’de Pulitzer ödülü kazanan aynı adlı romanına hayat vermiş. John Romano’nun perdeye uyarladığı senaryo, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yapmış, ülkemizde de filmekimi kapsamında izleyiciyle buluşmuştu. 1960’ların toplumsal ve siyasal çalkantılarıyla dağılan ‘mükemmel’ görünümlü Amerikan ailesi ve yaşanan ‘Amerikan rüyası’nın küçük insana maliyeti. Amerika’nın gözbebekleri, kolej kahramanı ve güzellik kraliçesinin güzel kızlarının hayatı, en başta, herkesin parmakla gösterdiği bir rüyayı andırmaktadır. Başarı merdivenlerini hızla tırmanan Seymour ‘Swede’ Levov, güzeller güzeli eşi Dawn ve kekeme kızları Merry, şehirden uzak, sakin bir banliyöde çiftlik hayatlarını sürerlerken yıllar geçer ve 60’ların kaotik ortamında muhteşem görünen her şey, çatırdamaya başlar. Irkçılıktan, Vietnam’a, 1968 olaylarından Watergate’e ABD tarihinin kırılma noktaları ve öykünün belki de odağında yer alan son derece duygusal baba-kız ilişkisinin dinamikleri. Ewan McGregor’un başrolü de üstlendiği trajik dramda kendisine, Jennifer Connely, Dakota Fanning, Rupert Evans, Molly Parker ve David Strathairn gibi güçlü isimler eşlik ediyor. Beyazperdenin nota ustalarından Alexandre Desplat’ın müziği eşliğinde kalp burkan bir yolculuk. ABD’nin politik, tarihi, sosyo-ekonomik anlamda çalkantılı yıllarına içeriden samimi ama o ölçüde acemi, son derece naif bir bakış atıyor Ewan McGregor. İlk filmin acemiliği diyelim buna, her ne kadar kitabın neye ne kadar dokunduğunu bilmeden. Kitabı okumadım şahsen fakat her film, yönetmeninin yorumu ve bakışı olduğundan, elimizdekiyle yetinmek durumundayız ve perdede duran dram, ‘ah ne ince ve farklı olabilirdi her şey’ dileğini duyumsatıyor insana. Kötü değil ama yetersiz. (2,5 / 5)

SAVAŞ VADİSİ
Mel Gibson’un 2006 tarihli ‘Apokalipto’dan on yıl sonra, beşinci uzun metrajı için yönetmenlik koltuğuna oturduğu yapım, yaşanmış gerçeklere dayalı bir savaş dramı. Alttan alta; Tanrı, Amerika’yı korusun senfonisi içeren kahramanlık destanı, Amerikan askeri tarihinin onur madalyasına layık görülen ilk vicdani retçisinin hikayesini yansıtıyor perdeye. Japonlarla Amerikalılar arasında, İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı sahnelerini içeren Okinawa Savaşı’nda tek kurşun sıkmadan seksene yakın kişinin hayatını kurtaran sıhhiye eri Desmond Doss’un gerçek öyküsü. Kutsal kitabın, kendisine emrettiği gibi, kimseyi öldürmeyeceksin ilkesinden hareket eden Desmond, orduya gönüllü olarak yazılıp, eğitim sırasında silah kullanmama inadıyla, korkak olarak nitelense de, savaş meydanında gerçek kahramanlığını ne olduğunu tarihin sayfalarına yazdırır. Avustralya-ABD ortak yapımında başrolü Andrew Garfield üstlenmiş. Vince Vaughn, Sam Worthington, Hugo Weaving, Rachel Griffiths ve Teresa Palmer; oyuncu kadrosunun diğer önemli isimleri. Yeni Zelandalı görüntü yönetmeni Simon Duggan’ın birinci sınıf kamerası, özellikle son derece gerçekçi savaş sahnelerini, Beş Oscar’lı Spielberg filmi ‘Saving Private Ryan / Er Ryan’ı Kurtarmak’la aynı kefeye koyduruyor. İyi çekilmiş savaş filmi, kendi türü içinde hatırı sayılır düzeyde olsa da, ne dediği en başında söylenip biten öyküsü ve aynılık içeren özüyle çok etkilemiyor insanı; yine de vicdani ret gibi çok önemli bir meseleyi, tarihsel bir gerçeklikle buluşturması ve itinayla tasarlanması açısından seyre değer. (2,5 / 5)

BANA GİT DE
‘Benim ve Roz’un Sonbaharı’ filmiyle tanıdığımız Handan Öztürk’ün yönetmenliğini üstlendiği duygusal dram, varoluş sorgusu için doğuya doğru yolculuk yapan Ali’nin hikâyesini anlatıyor. İlk gösterimini, 23. Uluslararası Adana Film Festivali Ulusal Uzun Metraj Film Yarışması’nda yapan film, İstanbul’un iyi gitaristlerinden olan Ali’nin, derin bir varoluş bunalımı sonrası, pek çok şeyi geride bırakıp, yola düşmesiyle başlıyor. Yolculuğu sırasında, evinden kaçan Leyal adlı kadınla tanışan Ali, genç kadının peşinde, babaannesinin küçükken kendisine söylediği ‘ölümsüz şarkıyı bulmak için, farklı bir serüven yaşayacaktır. Başrolü Tayanç Ayaydın’ın üstlendiği yapımda, Atiye, Seyyal Taner, Birsen Dürülü, Umut Oğuz ve Rıza Sönmez diğer rolleri üstleniyorlar. Boşlukta ve ‘yolda’ salınan yerli yapım TV filmi ruhu ve estetiği taşıyor. (1,5 / 5)

Murat Şeker imzalı yerli komedi serisinin dördüncü halkası olan ‘Çakallarla Dans 4’ ve korku gerilim örneği ‘The House on Pine Street / Lanetli Ev’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler. MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar