Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 EYLÜL 2020

24 Eylül 2020 Perşembe 19:24
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde kapılarını açtılar. Perde açıldı anlayacağınız… Bir buçuk ay önce yeniden başlayan vizyon, 25 Eylül haftasında yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor. 
Eylem Kaftan’ın ilk uzun metrajı ‘Kovan’, notlarımızda var! Hu Guan imzalı Çin yapımı savaş filmi ‘Ba Bai / Sekiz Yüz’, 1937 yılında Şangay’da kendilerini sıkıştıran Japon ordusuna karşı savaşan 800 Çin askeri ve sivilin kahramanlık hikâyesini taşıyor perdeye. Jordan Baker imzası taşıyan Kanada yapımı korku-gerilim ‘Witches in the Woods / Ormandaki Cadı’, bir grup üniversite öğrencisinin medeniyetten uzakta çıktıkları kış tatilinde yaşanan ürkütücü olayları öykülüyor. Joe Lujan’ın yazıp yönettiği fantastik aksiyon ‘The Immortal Wars: Resurgence / Ölümsüzlerin Savaşı’, isyancı grupların, hüküm süren kötücül tiran Dominion’u yıkmak ve gerçek yüzünü göstermek için verdikleri özgürlük mücadelesini tempolu biçimde işliyor. Charles Dickens’ın klasik romanından uyarlanan İngiltere-ABD ortak yapımı Armando Iannucci imzalı. ‘The Personal History of David Copperfield / David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikâyesi’nde başrolü Dev Pattel üstleniyor. Tilda Swinton, Hugh Laurie, Ben Whishaw, kadronun yıldız isimleri. Yönetmenliğini Mehmet Hoşnut’un yaptığı, usta aktörler Cezmi Baskın ve Salih Kalyon’un da rol aldıkları yerli komedi ‘Randıman’ ile Kadir Genç’in yazıp yönettiği korku örneği ‘Cin Baskını’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri.
Siz değerli okuyucularla, vizyon filmsiz kaldığından bu yana, Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos ve nihayet Eylül aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, epey eskiyi; 2007 ve 2008 yıllarının Eylül ayını ziyaret ediyoruz. O yılların Eylül’ünde sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor… Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!


KOVAN

Doğanın mirası

Belgesellerin ardından, Eylem Kaftan’ın yazıp yönettiği ilk uzun metraj kurmacası, arıcılık yapan annesinin hastalığı üzerine, uzun zamandır yaşadığı Almanya’dan, ana yurdu Artvin’e geri dönüp, ‘kovan’ları devralan Ayşe’nin hikâyesini taşıyor perdeye. Çekimleri Artvin’in Macahel vadisinde gerçekleştirilen yapım, izleyiciyle ilk kez 26. Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali kapsamında yer alan ulusal yarışma bölümünde buluşmuştu.
Sislerin sarmaladığı çam ormanları arasındaki dağ kasabasında, güçlü iradesi ve cesaretiyle aile mirasına sahip çıkan genç kadın, aklında olmayan zorluklarla, doğanın döngüsüyle, beklemedik bir misafirle ve hayatın getirdiği ‘diğer’ sürprizlerle yüzleşmek zorundadır.
Titiz ve temiz çekilmiş, emek harcanmış yapım, öyküsüne yaklaşımındaki yavanlık ve zayıf diyaloglarla bir fırsatı kaçırıyor. İnsan-doğa ilişkisi, anaçlık, özgürlük, kimlik, emek, sevgi, sabır, vicdan, fedakârlık, mücadele gibi hayati kavramlara; ‘geçiştirilmeden’, daha derin, içsel ve özenli yaklaşılsaymış keşke diye düşünüyor insan son jeneriklerin ardından. Başrolü üstlenen Meryem Uzerli’ye, Feyyaz Duman, Hakan Karsak ve Burcu Salihoğlu’nun eşlik ettikleri yapımın görüntü yönetimi ise Serdar Ünlütürk imzası taşıyor. (1,5 / 5)


Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylül 2007


KAZA KURŞUNU

… Kız anlıyor ki dünyalar ayrı…

‘The 40 Year Old Virgin / 40 Yıllık Bekâr’ adlı ilk filmiyle ses getiren yönetmen-senarist ve oyuncu Judd Apatow, ‘Knocked Up / Kaza Kurşunu’ adlı ‘kişilikli’ filmle, başarısının tesadüfi olmadığını kanıtlıyor. Hayatın tam ortasından, gerçekçi, azıcık hüzünlü bir romantik komedi ‘Kaza Kurşunu’. Zekâ dolu metinde, rahatlıkla Woody Allen tadı, birazcık da Alexander Payne ve -eğer kendinizi çok sıkarsanız- Todd Solondz yaklaşımı bulmak mümkün. Hayatı geldiği gibi yaşayan genç bir adam, disiplinli, hırslı ve başarılı genç bir kadınla bir gecelik ilişki kuruyor. Kadın çok güzel ve çekici. Adamın ise görünürde hiçbir cazibesi yok. Hatta oldukça sıradan bir tip. Şişman, hırpani ve dağınık. Ama dostluğa inanıyor adam ve en önemlisi aşka. Kadın hamile kaldığını öğrenip bunu adamla paylaştığında, ‘sorumluluk’ kelimesi her ikisi için farklı şeyler ifade etmeye başlıyor. Günümüzün apolitik, yoz, tüketici gençleri için ‘hafif’ bir ‘Annie Hall’ olan film, tabii ki Allen’ın klasiğinin yanından bile geçemiyor ama izleyiciyi ‘overdose’ duygulandırıp, eğlendirmeyi başarıyor. ‘Kürtaj’ı dile bile getirmeyen tutucu yanını görmezden gelirsek (ki film, mutluluk getirecek bebek, ideal çift ve gerçek sevgi kavramlarından yoluna devam ediyor) sevgi, kadın-erkek ilişkisi, alışkanlık, evlilik, çiftler arasında sevgiyi sonradan oluşturan detaylar, birlikte olmak ve kalmak üzerine içi dolu şeyler söylüyor. Ve ince bir naiflikle yapıyor bunu. İkili ilişkilerde, kabalığın prim yaptığı günümüz dengelerinde saygın bir sevecenlikle anlatıyor öyküsünü Apatow. Kadroyu oluşturan isimlerse çok iyi. Seth Rogen, ‘eski mahallenizdeki en iyi dostunuz’ gibi. Sevilen TV dizisi ‘Grey’s Anatomy2nin ‘Doktor Izzie’si Katherine Heigl ise, çok hoş olmasının yanı sıra, gerçekten çok iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlıyor. Anlatılan her ne kadar fizik kurallarına aykırı bir beraberlikse de, izlerken oldukça eğlendiren, kısmen düşündüren, sevimli, içten bir film bu. İnsanı, bir diğerine bağlayan gizemli şeyler var hayatta. İlişkiler bu yüzden ilginç…


GOYA’NIN HAYALETLERİ

Bir ‘insanın’ tanıklığı

Büyük usta Milos Forman, bir dönemin, bir ülkenin ve bir ulusun acı dolu portresini, çağının çok ilerisinde duran dev bir sanatçı, Francisco Goya’nın (1746-1828) tanıklığında öykülüyor. ‘Borsalino’, ‘Danton’, ‘Teneke Trampet’, ‘Swann’ın Aşkı’, ‘Valmont’ (yine Forman’la) filmlerinin usta senaristi Fransız Jean-Claude Carriére ile birlikte kaleme aldıkları senaryoda, Milos Forman, engizisyonun karanlık günlerinden, Fransız Devriminin etkilerine, sosyal adaletsizlik, polis devleti, din faşizmi, din ve siyasi iktidar ilişkileri, emperyalizm, güç savaşları, işgal ve koyu karanlık içinde kıvranan bir ülkenin küçük insanlarına içli ve anlamlı bir ağıt yakıyor. Ünlü ressamın adıyla anılan ve İspanyol Oscar’ları olarak bilinen Goya Ödüllerine üç dalda aday olan dramın başrollerinde, dev sanatçıyı canlandıran İsveçli aktör Stellan Skarsgard, usta İspanyol aktör Javier Bardem, İsrail asıllı Amerikalı Natalie Portman, Amerikalı Randy Quaid, deneyimli Fransız Michael Lonsdale ve ‘Volver’de şapka çıkarttığımız aktris Blanca Portillo yer alıyorlar. Bu önemli isimleri içeren uluslararası oyuncu kadrosu, Carriére ve Forman gibi iki büyük isme ayak uydurmakta zorlanmamışlar. Özel hayatı, etrafında yaşanan derin acılarla travmalara ve hastalıklara yenilmiş Goya, kırk yaşından sonra duyma yetisini tamamen yitiriyor. Etrafındaki ‘seslere’ kapıyor kendisini. Sadece gördüklerini resmediyor. Çünkü bir tanık gerekiyor. Olanları resmedecek, resmileştirecek bir tanık. Dürüst, doğru sözlü (ki, kraliçe Maria’yı güzelleştirmeden, bütün doğal çirkinliğiyle resmedecek, işgale ve faşizme direnen halkı çizecek) bir tanık. Yaşanan ve yaşadığı acıların etkisiyle gri, koyu ve karanlık renkleri kullanarak kendinden sonraki çağlara ve kendi sanatına belgeler ve değerler bırakan bir sanatçı… Bir sanatçı, bir tanık, nihayetinde bir ‘insan’ olan Goya’yı kullanarak, İspanya’ya ve kapkaranlık bir döneme, içli bir ağıt yakan Forman, aslında yaşananların günümüzle bağlantısını kurmaktan da geri durmuyor. Bir biyografi değil onun ki. Söyleyeceğini, günümüzü kurmuş bir sanatçının, acı dolu bir insanın tanıklığıyla öykülemek. Ne kadar çok hayaleti var Goya’nın… İnés var, Peder Lorenzo var, çocukları Alicia var, kral var, kraliçe var, bizzat kendisi var, bizler varız, var da var… Goya, bir saray ressamı olduğu kadar, dehşet dolu sokaklarında ressamı. Aristokrat portrelerinden, ‘black paintings’ olarak adlandırılan kan, vahşet ve acı dolu çatışma, savaş, zulüm tablolarına dek cesaret ve gerçek kokan resimlere uzanan 700’den fazla kalıta imza atmış büyük bir sanatçı. Forman’ın filminin senaryosunda ciddi kopukluklar olduğu yazıldı. Tartışılabilir. Ama Carriére ve Forman’ın anlatmak istedikleri, anlaşılmak istenenden farklı bence. Özeti, yalın ve arı çıkarılmış içli bir ağıt onlarınki. Bir sanatçı olan ‘insanın’, acı dolu tanıklığı. Kısaca, çaresizliği, yapabildikleri ve hayaletleri… Yaratıcıların metin üzerinde çalışırken, siyaset bilimi, tarih, sosyoloji ve sanat tarihinden faydalandıkları ortada. Goya’nın derinlikli biyografisini beyazperdede izlemek isteyenler, bir diğer usta yönetmen Carlos Saura’nın, ünlü vatandaşı için çektiği 99 tarihli ‘Goya in Bordeaux’ isimli biyografik dramı bir yerden yakalasınlar. Forman ve Saura’nın farklı yaklaşımları ve Forman’ın saptığı yolu daha iyi ayrımsamaları için belki de bir şart bu.


AŞKIN KİTABI

Hayat, edebiyat, hayal ve gerçek

Bu filme kısa da olsa değinmek gerekli. En önemli ilham kaynağı kendi hayatı olan bir yazarın, hayalleri, düşleri ve karşılaştığı acıtıcı gerçekler. Mutlu sonla biten romanlarında yer almayan yaşanmış acılar, hayal kırıklıkları, dilekler. Aile, dost ve arkadaş çevresi içersinden tüme yayılan titiz bir dönem analizi. İngiliz dili ve edebiyatının ünlü isimlerinden Jane Austin’in hayali/gerçek öyküsü üzerinden romantik bir edebiyat ve hayat ilişkisi. İlk sinema filmi olan 2005 tarihli ‘Kinky Boots / Müstehcen Çizmeler’ ile rüştünü ispatlayan Julian Jarrold, çerçeveyi, öykü anlatımını, oyuncu yönetimini çok iyi bilen kaliteli bir yönetmen. İnce bir duyarlılığın egemen olduğu zarif filmde, Anne Hathaway’in performansı dikkat çekici. Ang Lee’nin ‘Brokeback Mountain’da kendisine neden rol verdiğini ve ilerde çok önemli rolleri üstleneceğini tahmin ediyor insan.

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylül 2007)

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylü 2008

ÇIKIŞ YOK

Çıkışsızlık üzerine…

Bir trafik kazası sonucu, bir arabanın ön camından içeri giren ve orada sıkışan bir adam… Adamı hastaneye götürmek yerine evine, garajına getiren ve onu ölüme terk eden bir kadın… Etraftaki üçüncü şahıslar ve çaresizlik içinde kıvranan insanlar. Her yeri, içinden çıkılması imkânsız gözüken bir çıkışsızlık kaplamış. Herkesi… Sistem, bütün gücüyle köşeye kıstırdığı küçük insana ümitsizlik pompalıyor. Kurtulmak, uzaklaşmak, ‘yırtmak’ mümkün gözükmüyor. Bu acımasız kapitalist döngü, çılgın ‘sistem’ içinde insan kalabilmek kolay iş değil… Gerçek bir olaydan beyazperdeye uyarlanan gerilim yüklü dramın yönetmeni Stuart Gordon. Gordon, ilk uzun metraj sinema filminde keşfedilmiş bir isimdi. H.P. Lovecroft’ın klasik korku öyküsünden perdeye uyarlanan 1985 tarihli mizah soslu korku ‘Re-Animator’, yönetmenin omzuna, ‘olmuş’ bir B filmi apoleti takmayı başarıyordu. Gordon, ilgilendiği türün bir diğer ciddi ismi, yapımcı-yönetmen-senarist dostu Brian Yuzna ile beraber macerasını kaldığı yerden, yine Lovecroft’ın kısa öyküsünden uyarladıkları ‘From Beyond’ ile sürdürüyor, 80’lerin ikinci yarısında ciddi hayranlar edinmeyi beceriyordu. 90’lar Gordon için tescilli ama pek de parlak olmayan bir B resmigeçidi şeklinde geçti. Bildiği yolda, taviz vermeden, çıtayı belli bir mesafenin altına düşürmeden yürüyen sinemacı, 2005’te yakın dostu David Mamet’in kendi yazdığı oyundan beyazperdeye uyarladığı incelikli ve tuhaf dramı, karanlık sistem ve insanlık eleştirisi ‘Edmond’ ile çıktı karşımıza. William H. Macy, ‘Edmond’ karakterinde döktürüyor; Mamet-Gordon ortaklığı sükse yapıyordu. Stuart Gordon, 2007 tarihli filmi ‘Stuck / Çıkış Yok’ta, iyi bildiği, ‘ikinci el’ korku-gerilim atmosferini yine başarıyla kurmuş. Kendi meselelerini, sistemle alıp veremediği ince oluşları öyküye yedirmeyi başarmış. Fakat bu kez kendini biraz ciddiye almış gibi. Ahlakçı final, öyküdeki boşluklar, inandırıcılıktan uzak ama ‘inanılmış’ bazı oldu-bittiler, filmi biraz erozyona uğratıyor. Yapım, üzerindeki B yaftasını, ‘başka bir şey’e nedensizce ve gereksizce dönüştürmek isteyen genç ve hırslı bir yönetmenin filmi oluveriyor bir yerden sonra. Bize sunduğu kapkara tablo, Gordon’un orijinal ve klasik tarzına uygun, mizah yüklü bir vahşetle yansısaymış perdeye ‘Çıkış Yok’, çok zeki bir taşlama ve dürüst bir anarşist bakış olarak anılırmış yıllar geçse de… Yine de, Stuart Gordon’la geç de olsa tanışan izleyici için, yerinde bir seçim olabilecek bir film bu. Özellikle kendinizi sıkışmış hissediyorsanız ve durum gerçekten buysa, izledikleriniz hoşunuza gidecek. Öyküyü ve kahramanlarının sıkışmışlıklarını izlerken, aklıma Elias Canetti’nin ‘İnsanın Sılası’ adlı notlarında yer alan çok sevdiğim o sözleri geldi. Bizle, küçük insanla dalgasını geçen yok edici sisteme karşı, aynı bize davrandığı gibi karşılık vermeliydik ona. Kötücül, doymak bilmez, öğütücü düzenle eğlenmeliydik: ‘En büyük dileğim, bir farenin bir kediyi canlı canlı yemesini izlemek. Ama bu arada fare, kediyle uzun uzun oynamalı da!’

 

BİR ARADAYIZ, HEPSİ BU

‘… Tanımadığın bir ülke gibi, tam kendisi gibi mutluluğun…’

-İçinden Doğru Sevdim Seni-

Edip Cansever

Beyazperdeye yansıyan çok satan roman uyarlamalarına hep kuşkuyla yaklaşırım. Bu kuşku, beni genelde yanıltmaz. Ama yönetmenliğe oyunculuktan geçme usta Fransız sinemacı Claude Berri’nin filmi ciddi bir istisna olarak kaideyi tehdit etti. Yaşıtım olduğunu öğrendiğim Anna Gavalda’nın aynı adlı romanından yine Berri tarafından uyarlanan film, gayet hoş, naif, başarılı bir çabaydı. Yalnızlık, acı ve çıkmazların bir araya getirdiği insanların öyküsüydü anlatılan. Sıradan, küçük insanların hikâyesi. Sadece bir arada olmakla değil, bir arada kalabilmekle yaşama tutunabilen insanlardı perdede izlediğimiz. Birbirine tamamen zıt karakterler zor şartlarda, sevgi, dostluk ve en önemlisi dayanışmayla ayakta durabiliyorlardı. Birlik oluyorlar, gündelik hayatın başkaları tarafından belirlenmiş yok edici, öğütücü kurallarına yenilmiyorlardı. Camille, iyi bir ressamdı ama yaşamak için, sistemin yok edici plazalarında mesai bitimi, yorgun kölelerin kirlettiği ofisleri temizliyordu. Franck, bir aşçıydı. Mesleğine aşıktı ama çok çalışmak zorundaydı ve kendine kalan tek izin gününü, bakımevindeki büyükannesi Paulette’yi, onu büyüten, çok sevdiği kadını ziyaret ederek geçiriyordu. İnceliklerin ve artık var olmayan zarifliklerin insanı Philibert, aristokrat bir aileden geliyordu ve müzelerin önünde kartpostal satıyordu. Hayatın sert yumruklarından bir arada kalarak korunan bu dört insan, kendileri için en iyi olanı seçerken, gereken gücü yine samimi, hesapsız birlikteliklerinden alıyorlardı. Film, her şeyden öte, baştan sona çok sıcak, samimi bir atmosfer kurmuş. Yalın anlatım, saflık, temizlik ve gerçek bir iyilik içeriyor. Kendini, ‘yalandan’ değil, gerçekten iyi hissediyorsun. Çünkü bunun yollarını ve olurunu görüyorsun karşında. Ne kadar kirlendiğin aklına bile gelmiyor. Berri, sana umudu sunuyor. Yaşama olan tutkunu geri almak ve yeniden mutlu olabilmek için gereken reçeteyi veriyor. Kasılmadan, öyle büyük sözler söylemeden, cicili bicili suni gelişmelere yüz vermeden, dostça sunulan bir çare bu. Bu yüzden etkileyici işte. Bu yüzden çok gerçek ve samimi… Audrey Tautou ve aktör-yönetmen Guillaume Canet’i zaten tanıyorduk. Fransız tiyatrosunun genç ve önemli isimlerinden Laurent Stocker, kazandığı César ödülünü tamamen hak etmiş. Onu izlemek bir zevk. Alan Resnais ustanın yönettiği, Alain Robbe-Grillet’in senaryosunu yazdığı 1961 tarihli ünlü film ‘Last Year in Marienbad’ da ilk rolünü üstlenen tecrübeli aktris Françoise Bertin ise, bir şiir kadar duru ve güzel oynuyor. Sözün özü, çağın bozulmuş insanına bakıp, insanlıktan ümidi kesmemek için, izlenmesi gereken bir film var karşımızda. Biçimsel bir derdi yok. Farklı, yeni şeyler de söylemiyor ama umut veriyor. İnsana ‘insanı’ hatırlatıyor. Omzunuza elini koyarak usulcacık ve şefkatle ‘bir aradayız, hepsi bu’ diyor…

 

İŞTE ÖZGÜR DÜNYA

‘Acılardan daha büyük bir yer yoktur. Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.’

Pablo Neruda

İşçi sınıfının gür sesi Ken Loach, 2007’de Venedik’te Altın Aslan’a aday olan filmiyle karşımızda… Emeğin, beyazperdedeki en önemli temsilcilerinden olan usta yönetmen, yaşadığımız çılgın ve zorba çağı kendine has yalın ve gerçekçi sinemasıyla yeniden anlatıyor. Sömürü, vahşi kapitalizm, küçük insanı ilgilendiren her türlü toplumsal ve siyasal olgu, Loach’un tavizsiz bakışıyla perdeye yansıyor. Yönetmen, 1969 tarihli ‘Kes / Kerkenez’ ile çıktığı uzun soluklu yolculuğunda, dertlerini ‘insan’ zemininde emek, sömürü, sistem eleştirisi açısından yakın bulduğum vatandaşı Mike Leigh ile bu kez oldukça benzeşmiş. Loach’un sert bakışı, yine ödünsüz ama daha duyarlı bir yerde. Çok sevdiğim iki yönetmenin bir arada çektikleri bir film sanki ‘İşte Özgür Dünya’… Angie, otuz üç yaşında bir İngiliz. Sınıf atlama, para yapma derdinde. Kendini ailesine bir şekilde kanıtlamak, oğlunun geleceğini güvence altına almak zorunda. Alt sınıfa mensup genç kadın, yaşadığı çağda ve yerde, saygı duyulan ve saygı gören tek şeyin para olduğunu düşünüyor. Çalıştığı işte gördüğü kötü muameleden sıkılıyor. Gösterdiği ‘efora’ karşılık aldığı para da az zaten. Üstüne üstlük bir de işten atılıyor. Çünkü ‘onların’ her isteğine evet demiyor. Büyük köle pazarında sıradan bir köle değil, patron olmak derdinde. Londra’da ter ve gözyaşı kokan bir arka bahçede bir açık hava ofisi kuruyor kendine. İyi bildiği işi yapıyor. Yasa dışı göçmen işçilere iş buluyor. Sömürü üzerine vücut bulan bu iş kolu, ona iyi para getiriyor. Bir lokma ekmek derdindeki işçilerin, insanca yaşama ümidi yüzünden ülkelerini terk edip, ‘medeniyetin’ içinde en zorlu şartlarda yaşama mücadelesi veren çaresiz insanların hayatı, ‘bir yere geldiğinde’ onu ilgilendirmiyor artık. Para için her şeyi yapabilecek biri o. Babasının otuz üç yıl aynı yerde çalışmış olması, kazandığı ufak ücret ve sürdüğü hayat onun için cazip değil. Daha fazlası ilgilendiriyor onu. Yüreğinin sesini dinleyerek yaşadığı romantik anlar ve aşk değil, bir gecelik kasap ilişkileri peşinde koşmakta artık… Adını bile bilmediği yakışıklı kaçak göçmenlerle yatıştırmakta cinselliğini. O, ideal bir kapitalist olma yolunda. Büyük resmin ufacık bir parçası. Kazandıkları karşısında en ağır bedeli ödeyen bir ruh. İnsanlığını bir daha geri almamak üzere teslim eden bir kurban… Olabilecek en vahşi kapitalist, alt sınıftan gelme ve dindiremediği hırsıyla hep daha fazlasını isteyen hastalıklı bir kurban… Filmin çekildiği sokaklarda yetişmiş Kierston Wareing adlı aktris, ilk sinema filminde bir oyuncudan çok, bir belgesel kişiliğini andırıyor. Dokunulacak denli gerçek… Tarifi zor bir hüzünle ayrılıyorsunuz salondan. Yaşadığımız acımasız, yok edici sömürü çağına bir kez daha tanıklık etmiş olarak. Ken Loach, bu büyük yönetmen, gerçek bir sanatçı sorumluluğuyla nefes alıp verdiğiniz yeri bir kez daha seriyor gözlerinizin önüne. Yapılan tespit iç karartıcı olsa da, yaşanılan gerçeklikle tamamen örtüşüyor. Bu yüzden parçalanmış bir yürekle kalkıyorsunuz oturduğunuz yerden. Sinema çıkışı sokakta sizi bekleyen tablo, biraz önce izlediğinizden pek farklı olmuyor. Bir kez daha dikiliyor karşınıza gerçekler ve siz bir kez daha, kiracısı olduğunuz bu gezegendeki sorumluluğunuzu düşünüyorsunuz. Sadece insan kalabilmekle değil, fark edebilmek ve duyarlı olabilmekle kurtulabileceğinizi anlıyorsunuz ‘büyük kirlenmeden’. Ken Loach, sizi kıpırdanmaya, insani bir sorumluluğa davet ediyor.

(Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Eylül 2008)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar