Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

24 HAZİRAN 2022

23 Haziran 2022 Perşembe 20:44
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!
Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

It’s a Wonderful Life / Şahane Hayat

(Yönetmen: Frank Capra / 1946)


Oliver! / Masum Melekler

(Yönetmen: Carol Reed / 1968)


How Green Was My Valley / Vadim O Kadar Yeşildi Ki

(Yönetmen: John Ford / 1941)


My Fair Lady / Benim Tatlı Meleğim

(Yönetmen: George Cukor / 1964)


Fiddler on the Roof / Damdaki Kemancı

(Yönetmen: Norman Jewison / 1971)

 

Vizyonda bu hafta (24 Haziran 2022)

İkisi yerli yapım olmak üzere toplam altı yeni filme ev sahipliği yapıyor Haziran ayının son vizyon haftası!
İstanbul dışında bulunduğumdan dolayı bu haftaki basın gösterimlerine katılamadığımdan; yeni filmlere sadece yapım notlarıyla değineceğiz.
Müzikal drama deyince akla ilk gelen türün yaman isimlerinden Avustralyalı sinemacı Buz Luhrmann’ın yazdığı ve yönettiği müzikal biyografi ‘Elvis’; Rock’n Roll’un kralı, efsane isim Elvis Presley’in (1935-1977) hayatını, müziğinin gelişimini ve nasıl bir süreçte gerçek bir ikona dönüştüğünü anlatıyor. Amerika’da gelişen kültürel manzara ve masumiyetin kaybolmaya başladığı zeminde, Presley’in çocukluğundan; şöhrete yükselişine ve nihayet benzeri görülmemiş bir yıldıza dönüştüğü yirmi yılı aşkın sürede, Presley ve menajeri Albay Tom Parker’ın arasındaki karmaşık ilişkinin dinamiğini de gözler önüne seriyor film! Elvis’i; Austin Butler canlandırırken, usta aktör Tom Hanks ile birlikte, Olivia DeJonge, Helen Thomson, Richard Roxburg, David Wenham ve Kodi Smit-McPhee; oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimlerini oluşturuyorlar.
‘The Black Phone / Siyah Telefon’, çocukları hedef alan bir seri katil tarafından kaçırılıp ses geçirmez bir bodrumda tutulan 13 yaşındaki Finney’nin, odadaki duvarda yer alan ve hiçbir kablo bağlantısı bulunmayan siyah telefon aracılığıyla; katilin önceki mağdurlarıyla iletişime geçmesi sonrası yaşananları öykülüyor. Usta aktör Ethan Hawke’nin başrolü üstlendiği korku filminin yönetmeni türün başarılı isimlerinden Scott Derrickson! Joe Hill’in aynı adlı kısa öyküsünden uyarlanan ürkütücü yapımda diğer rolleri; Mason Thames, Madeleine McGraw ve Jeremy Davies üstleniyorlar.
Kira Kovalenko imzalı dram ‘Razzhimaya kulaki / Yumrukları Gevşetmek’, Cannes Film Festivali’nin prestijli ‘belirli bir bakış / Un certain regard’ bölümü ödülünü kazanmıştı!
Kuzey Osetya’daki eski bir maden kasabasında genç bir kadın, reddettiği, ancak bir o kadar da sevdiği ailenin boğucu hâkimiyetinden kaçmak için mücadele eder. Başrolde izlediğimiz isim Milana Aguzarova! İslamcı Çeçen ayrılıkçıların 2004’te 186’sı çocuk toplam 334 kişinin ölümüyle sonuçlanan Kuzey Osetya’daki okul baskınından kalan yara izleri ve çarpıcı bir aile travması.
James Snider’ın yönettiği müzikal animasyon ‘Crazy Birds / Çılgın Kuşlar’, ilkbaharda Fernville’de orman hayvanları arasında bir gelenek hâline gelmiş olan şarkı yarışmasını taşıyor perdeye. Fernville’de ilkbahar mevsimi ve tüm orman hayvanlarının şarkı söyleme becerilerini göstermeye başladığı yıllık yetenek şovu zamanı. Özellikle küçük yaştaki izleyiciler için!
Aydemir Akbaş ve Bülent Pelit’in yönetmenliğini üstlendiği yerli komedi ‘Sünnet Çocuğu’, at yarışı ve kumar sebebiyle aldığı borçları ödeyemeyen Sami’nin öyküsü! Başrolü üstlenen Aydemir Akbaş, ortak yönetmenliğin yanı sıra senaryoyu da kaleme alan isim! Mehmet Çepiç, Tuğba Daşdan, Bülent Pelit, Özgür Aksoy, Ferdi Atuner ve Burak Öncü; oyuncu kadrosunun diğer isimleri.
Yerli korku örneği ‘Gizemli Köy’, Özcan Yiğit imzası taşıyor. Selahattin Taşdöğen, Toygun Ateş, Eyüp Ergüven, Gülşah Susam, Fadime Yıldız ve Sengül Gökçen, oyuncu kadrosundan karşımıza çıkan isimler.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!
İyi seyirler herkese!

 

TARİHTE BU HAFTA
On bir ve altı yıl önceye, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (24 Haziran 2011)

Bu hafta vizyona giren beş yeni filmin tümü notlarımız arasında. İngiliz yapımı ‘Kadının Fendi / Made in Dagenham’ sezonun en iyilerinden. Akla, ‘The Graduate / Aşk Mevsimi’ni düşüren ‘Çömez / Cherry’ oldukça sevimli. Büyük usta Peter Weir, tat vermeyen yeni filmi ‘Özgürlük Yolu / The Way Back’le hızla yaşlanmakta olduğunu kanıtlıyor. ‘Testere / Saw’ ekibinin yeni ürünü ‘Ruhlar Bölgesi / Insidious’, korku-gerilim türünün hakkını veren, son derece ürkütücü bir örnek. ‘Kartal / The Eagle’ ise tarihi serüven meraklılarını memnun edecek. Rengârenk, geniş film yelpazesi, sıcaklarda serinletiyor. İyi yazlar demenin vakti geldi artık; iyi seyirler dilemeyi unutmadan tabii.


KADININ FENDİ
‘Hak verilmez, alınır’ özlü sözünü yeniden hatırlatan İngiliz yapımını, ‘Calendar Girls / Takvim Kızları’ndan tanıdığımız Nigel Cole yönetiyor. Londra’nın doğusunda yer alan Dagenham, Ford’un Avrupa’daki en büyük üretim tesisine ev sahipliği yapmaktadır. İşçi sınıfın ağırlıklı olarak yer aldığı Dagenham’da, toplu konutlar ve fabrika bacaları uzanmaktadır gökyüzüne. Fabrikada çalışan elli bin civarındaki erkek işçiye rağmen sadece 187 kadın işçi istihdam edilmektedir. Erkeklerden çok daha düşük ücret alan kadınlar, haklarını almak ve seslerini duyurmak için, greve gitme kararı alırlar. Eşit ücret, hak ve özgürlükler için savaşan kadınların sözcülüğünü ise Rita adlı evli ve çocuklu bir işçi üstlenecektir. Sömürü, cinsiyet ayrımı, sendikaların ikiyüzlülüğü, sendika ağalarının varlığı, kadın hakları, feminizm, grev, işçi sınıfı, politika, kapitalist ahlak, iş dünyası, acımasızlık, aşk, dostluk, fedakârlık, dayanışma, isyan, dünyanın can acıtan gerçekleri ve mücadele… Kadın dayanışması ve temel özgürlükler üzerine inşa edilen öykü, gerçek bir hikâye anlatıyor. Ford’un Dagenham’daki fabrikasında 1968 yılında gerçekleşen ve bambaşka sonuçları tetikleyen cesur grev kararı… Kadın hakları adına önemli bir kazanım sağlamış olan olay, bu tip toplumsal ve devrimci ruha sahip öyküleri seven Nigel Cole imzasıyla yansımış perdeye. Mike Leigh’nin ‘Happy-Go-Lucky’siyle tanıdığımız Sally Hawkins’in müthiş performansına, usta aktör Bob Hoskins büyük bir lezzetle eşlik ediyor. İşçi sınıfını ayrıca kutsayan dram, kadın dayanışmasından tutun da, tüylerinizi diken diken eden bir kararlılık ve hak arama destanına dek birçok devrimci temayı barındırıyor içinde. Son tahlilde, ‘ağla sevgili yurdum’ diyerek ayrılıyorsunuz salondan. Temel hak ve özgürlükler için yapılması gereken fedakârlıklar, kararlılık, ‘insan gibi yaşama hakkı’ için yürekte yanan ve sönmeyecek devrimci ateşin sıcaklığı sarıyor bedeninizi. Neyi nasıl anlattığını gayet iyi bilen bir sinema ve özenli bir dönem öyküsüyle vücut bulmuş; kadınlık, dostluk, eşitlik, özgürlük ve adalet senfonisine alkış tutuyorsunuz. ‘Ağzınızda bal gibi tatlı bir türkü’, yürüyorsunuz sokaklarda… (4 / 5)


ÖZGÜRLÜK YOLU
Peter Weir gibi büyük bir ustaya ‘yakışmayan’ bir film ‘Özgürlük Yolu / The Way Back’. Slavomir Rawicz adlı yazarın ‘The Long Walk: The True Story of a Trek to Freedom’ adlı romanından uyarlanan tarihi serüven, 1941’de Sovyetler tarafından tutuklanıp, Sibirya’daki kamplara gönderilen farklı ülkelere mensup bir grup insanın, Gulag kamplarından kaçıp meşakkatli bir yolculuk sonrası Hindistan’a ulaşmasının öyküsü. Buzun dondurucu soğuğu, çölün kavurucu sıcağı, aç kurtlar, sivrisinekler, uçsuz bucaksız dağlar, açlık ve susuzluk. Özgürlüğe ulaşmak için kat edilen upuzun yolda yaşanan insanlık halleri. Dostluk, dayanışma ve fedakârlık. Jim Sturgess’den Ed Harris’e, Colin Farrell’dan Saoirse Ronan’a, oyuncu kadrosu gayet iyi. Oscar’lı görüntü yönetmeni Russell Boyd’un kamerası müthiş. Öykü ise, 133 dakikalık süresine karşın sıkılmadan izlenen bir serüven sunuyor izleyiciye. Buraya kadar her şey güzel… Fakat filmin bakışı, duruşu, teşhisi, meselesi o denli yanlı ki… Ve hatta kötücül. Film, yaşanan bütün bir insanlık trajedisinin suçunu, komünizme yüklüyor. Sadece Stalin rejimi değil, bütün komünist manifesto suçludur diyor. Nihayet, Berlin duvarının yıkılması ve komünizmin filmde yer aldığı gibi ‘sona ermesiyle’ özgürleşiyor insanlar. Ancak o zaman evlerine, sevdiklerine ulaşıp, gülebiliyorlar. Sosyalizmin karşısında yer alan düzen, ne denli ahlaklı, ne kadar eşitlikçi, ne özgürlükçüymüş de bizim haberimiz yokmuş. Sömürünün olmadığı, insanın insanca yaşadığı, tamamen özgür olduğu bir sistemmiş. Kapitalist ahlak ne denli önemliymiş. Anti-komünizmin bu derece açık dile getirildiği, propaganda sinemasının bu denli has bir örneğine uzun zamandır rastlamamıştık. Sanki sosyalizm karşıtı bir güç tarafından sipariş üzerine çekilmiş bir slogan film var karşımızda. Yani durum o derece ‘çirkin’ ki, insan; yönetmeni Peter Weir de olsa ve Weir’da haliyle olması gereken ‘öyküye hâkimiyet ve atmosfer yaratmadaki ustalığı’ çıplak gözle de izlese, yine itiraz edebilir perdedekine. Çünkü bu bir inanç, bilinç ve ahlak meselesi her şeyin ötesinde. Çünkü özgürlük tek. Çünkü tarih tek. Çünkü insan tek. Çünkü gerçekler mevzubahis… Weir, artık epeyce yorgun, epeyce yaşlı ve epeyce ‘başka biri’. Onu, geçmişteki o müthiş filmleriyle anımsayacağız demek ki… (1,5 / 5)


RUHLAR BÖLGESİ
Popüler korku-gerilim serisi ‘Saw / Testere’nin yaratıcıları James Wan ve Leigh Whannell yeniden bir aradalar. Whannell’in yazdığı ve alışageldik üzere oyuncu kadrosunda yer aldığı klasik korku sinemasına omuz veren yapımın yönetmen koltuğunda James Wan oturuyor. ‘Testere’nin ardından ikili, ‘Dead Silence / Ölüm Sessizliği’nde buluşmuşlar fakat film beğenilmemişti. Bu kez hedefi vurmuşlar. Gerçek anlamda ‘korkutan’ öykü, anlık sıçratmalara değil, bilinçaltına, çocukluk korkularına, bir anda vücudunuzu saran ve bir süre sizle kalan soğuk bir ürpertiye neden oluyor. Üç çocuklu bir karı koca, yeni taşındıkları evde yalnız olmadıklarının farkına varırlar. Komayı andıran bir uykuya hapsolmuş olan çocuklardan biri, karanlık güçlerin, kötü ruhların esiri olmuştur. Gerçek, hissedilenden daha korkutucudur. Patrick Wilson, Rose Byrne, Barbara Hershey ve Lin Shaye’li kadro, oldukça iyi iş çıkarmışlar. İlk olarak, ‘Poltergeist / Kötü Ruh’u çağrıştıran kalburüstü korku-gerilim, ‘The Amtyville Horror / Kuşku’dan, ‘The Entity / Karabasan’a (ki 1982 tarihli filmin başrol oyuncusu Barbara Hershey’ye bu filmde de yer verilerek saygı sunulmuş), türün başyapıtlarından ‘The Exorcist / Şeytan’dan, ‘The Evil Dead’e, ‘Candyman’dan ‘Ringu’ya, ‘House on Haunted Hill’den, ‘The Haunting’e, ‘Hellraiser’dan, nispeten yeni örnek ‘An American Haunting’e dek birçok yapıma selam gönderiyor. Her şeyi yerli yerinde, tartımlı, ölçülü, ‘gibi yapan’ değil, gerçekten hedefi bulan bir korku gerilim duruyor perdede. Özellikle meraklılarına duyurulur. (3,5 / 5)


KARTAL
Belgesel kökenli İskoçyalı Kevin Macdonald imzalı macera, İ.S. 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu yönetimi altındaki Britanya’da geçiyor. Günümüz İskoçya’sının bulunduğu bölgenin ıssız ve netameli yüksekliklerinde geçen sürükleyici yapım, Romalı bir askerle, onun Britanyalı kölesinin sürüklendikleri tehlike dolu macerayı öykülüyor. Bütün askerleri ile birlikte yok olan babasının kaybettiği Roma’nın altın kartal amblemini bulup geri getirmek için efendi ve kölesinin çıktıkları yolculuk, sadakat ve ihanetin, dostluk ve düşmanlığın sınandığı zorlu bir serüvene dönüşür. Başrollerini Channing Tatum ve Jamie Bell’in üstlendikleri filmde usta aktör Donald Sutherland da rol alıyor. Forest Whitaker’a Oscar kazandıran ‘The Last King of Scotland / İskoçya’nın Son Kralı’ ile anımsayacağınız, 1999’da ‘One Day in September’ adlı belgeseliyle Oscar kazanmış Kevin Macdonald’ın filmi, sürükleyici olmasına rağmen, birçok örneğini izlediğimiz ve ısıtılıp tekrar servis edilmiş yapımlardan biri. Sıradan örnek birçok klişeyle dolu üstelik. Kahramanlarının, sömürgeci ve emperyalist tarafta yer alması, ayrı bir iticilik kazandırıyor filme. Yavan öykünün haricinde işçilik temiz. (2,5 / 5)


ÇÖMEZ
Senarist-yönetmeni Jeffrey Fine’ın yaşanmışlıklarına dayandığı belirtilen yarı-otobiyografik bağımsız yapım, fena halde ‘The Graduate / Aşk Mevsimi’ni andırıyor öyküsü itibariyle. Fakat sabun köpüğü tabii… Varoluş dertleri, daha hafif oluşlara indirgenmiş. Ardından film, Jacqueline Bisset’li ‘Class / Sınıf”a evriliyor. Sonra çok kısa bir ara ‘Taxi Driver’ın Travis Bickle’ına dönüşüyor kahramanımız. Çekici, olgun anne ve kızı arasında kalan, çiçeği burnunda toy üniversitelinin öyküsü, aşk, sevgi ve acının, dolayısıyla hayatın; mühendislik denklemlerinden daha çetrefilli olduğunu özetliyor bir kez daha. Sıcak, samimi, içten film, keyifle izletiyor kendini. Laura Allen’ın olgun çekiciliği ve 1990 doğumlu Brittany Robertson’un güvercin ürkeği güzelliği dikkat çekiyor. Ünlü atasözümüz, ‘Anasına bak kızını al, kenarına bak bezini al’, fiziksel benzerlik olgusunu ve soya çekimi öteleyecek olursak; hafif yara alıyor. Simon & Garfunkel tınısını, ‘Mrs. Robinson’ ve ‘Sound of Silence’ı arıyor bünye ama neylersin ki, başka şeyler çalıyor perdede. (3 / 5)

 

Vizyonda bu hafta (24 Haziran 2016)

Yeni haftanın beraberinde getirdiği film sayısı yedi. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.


KÖRDÜĞÜM
Oyuncu kökenli senarist-yönetmen Rebecca Miller, Woody Allen’vari romantik komedisinde, ana karakteri Maggie’nin çocuk sahibi olmak isteği doğrultusunda tasarladıklarını ve yaşadığı sonuçları öykülüyor… Asla aşık olmayacağı ama aynı zamanda hem yakışıklı, hem zeki, hem de başarılı bir erkekten çocuk sahibi olmayı düşleyen Maggie, sperm yoluyla yapay döllenme üzerine incelikli çalışmalar yaparken, sorunlu evliliğinden uzaklaşma derdindeki yakışıklı ama sorumsuz akademisyen John’a aşık olur. Umulan ve yaşanılan arasındaki farklar, hayatı kontrol etme ve oluruna bırakma arasındaki kalın ayrıma denk gelmektedir çoğu zaman. Hayat tesadüflerden yanadır, insanların planlarından değil! Sıcak, mütevazı, yalın komedi, hayatın içindeki küçük ama önemli ayrıntılar üzerine sevimli bir öykü kurmuş. Bir yanı trajik, diğer yanı komik, insan hikayeleri perdeye yansıyan. Greta Gerwig’e, Ethan Hawke ve Julianne Moore eşlik ediyorlar. Bill Hader ve Maya Rudolph, oyuncu kadrosunun diğer isimleri. Beyin ve yürek arasında sürüp giden çatışma, hiçbir şeyi takmayan doludizgin hayat ve bir şekilde sürdürdüğümüz yaşamlarımız. (3 / 5)


KÜMES
Oyuncu Ufuk Bayraktar, ilk yönetmenlik denemesinin senaryosuna da imza atmış. 52. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Ulusal İzleyici Ödülü’nü elde eden dram, 1950’li yıllarda, dağ yamacına koyulmuş birkaç haneli bir köyde geçiyor. Dört çocuklu bir ailenin günlük sıradan, huzurlu yaşamları, annenin verem hastalığı sebebiyle sarsılır. Öleceğini düşünen anne, çocuklarına baksın diye, kocasının kısır bir kadınla evlenmesini istemektedir. Planını başarıyla gerçeğe dönüştüren kadın, altı ay sonra iyileşip, eve geri dönünce, iki kadına fazla gelmeye başlar küçük ev ve içindekiler. Yılmaz Güney sinemasına, kişilikli bir güzelleme olarak değerlendirilebilecek film, yokluk ve yoksunluk başta olmak üzere kırsalın acıtan gerçekleriyle yüklü. Başrollerini, Ufuk Bayraktar ile Hasibe Eren ve Selen Domaç’ın paylaştıkları ilk yönetmenlik denemesi için başarılı diyebiliriz. (2,5 / 5)


MUNA
52. Antalya Altın Portakal’da ‘Ulusal Yarışma’da yer alan yapımın oyuncularından Kaan Çakır; performansıyla, ‘en iyi yardımcı erkek oyuncu’ ödülünü kazanmayı başarmıştı. İnanç Odası adlı ilk sinema filmi ile tanınan Serdar Gözelekli’nin yönettiği film, Gazze’de yaşayan altı yaşındaki Muna’nın öyküsü. İsrailli askerler evini bastıktan sonra, ailesini kaybeden küçük kız sokaklarda ailesini aramaya başlar. Kısa süre önce çocuğunu yitiren Ela ise, savaştan zarar gören insanlara yardım etmek üzere, Gazze’ye gelen bir doktordur. Ela ve Muna, acı dolu Gazze’de karşılaşırlar. Leyla Göksun, Turgay Aydın, Kaan Çakır ve Pınar Balkış’ın oyuncu kadrosunu oluşturduğu dram, savaş, yıkım ve kayıpların yol açtığı yaralar eşliğinde, insanın evrensel acısını taşıyor perdeye. Ancak, daha önce izlenen benzer yapımlar göz önüne alındığında, bir televizyon filmi görünümünde hissettiriyor kendini Muna. Etkisi ve gücü sınırlı kalıyor. (1,5 / 5)


Roland Emmerich’in sevilen filminin yirmi yıl sonra çıkagelen devamı ‘Independence Day: Resurrection / Kurtuluş Günü: Yeni Tehdit’, sevimli kahramanlar Michelangelo, Raphael, Donatello ve Leonardo’nun geri döndüğü üç boyutlu macera ‘Teenage Mutant Ninja Turtles: Out of the Shadows / Ninja Kaplumbağalar: Gölgelerin İçinden’, başrolünde Juliette Binoche’nin yer aldığı dram ‘L’attesa / Bekleyiş’ ve Meksika-ABD ortak yapımı animasyon ‘El Americano: The Movie / Süper Papağan Filmi’ haftanın notlarımız arasında yer alamayan yenileri. Herkese tekrar iyi seyirler.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar