Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

22 EKİM 2021

21 Ekim 2021 Perşembe 18:31
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Le notti di Cabiria / Cabiria’nın Geceleri
(Yönetmen: Federico Fellini / 1957)

Matrimonio all'italiana / İtalyan Usulü Aşk
(Yönetmen: Vittorio De Sica / 1964)

Le bal / Balo
(Yönetmen: Ettore Scola / 1983)

Carmen
(Yönetmen: Carlos Saura / 1983)

El Sur / Güney
(Yönetmen: Victor Erice / 1983)

 

Vizyonda bu hafta (22 Ekim 2021)

Biri yerli yapım olmak üzere toplam beş yeni film merhaba diyor 22 Ekim haftasında bizlere!
İstanbul dışında bulunduğumdan dolayı basın gösterimlerine katılamadığım için (filmleri izleyemediğim için) bu haftanın yenilerini, tanıtım notları olarak paylaşıyorum sizlerle…

‘Dune: Çöl Gezegeni’, David Lynch ustanın Frank Herbert’in romanından uyarladığı 1984 tarihli bilimkurgu klasiğinin yeni beyazperde uyarlaması. Serinin ilk kitabını kaynak alarak Dune evrenini ve ana karakter Paul Atreides’in etrafında gelişen olayları konu ediniyor yeni film. Kanadalı usta sinemacı, bazılarına göre sinema tarihinde ne var ne yoksa çekebilecek Denis Villeneuve’nin yönetmen koltuğunda oturduğu yeni uyarlama yine Villeneuve, Eric Roth ve Jon Spaiths’in kalemlerinden çıkmış. 1984 tarihli filmde Kyle MacLachlan’ın hayat verdiği ‘Paul Atreides’ karakterini yeni uyarlamada Timothée Chalamet canlandırmış. Oscar Isaac, Rebecca Ferguson, Zendaya, Jason Mamoa, Josh Brolin, Javier Bardem, Dave Bautista, Stellan Skarsgård ve usta aktris Charlotte Rampling, filmin yıldızlarla dolu oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar. Dune, kendi ailesi ve halkının geleceğini garanti altına almak için evrendeki en tehlikeli gezegene seyahat etmek zorunda olan, kavrayışının ötesinde büyük bir kaderin içine doğmuş, parlak ve yetenekli genç Paul Atreides’in öyküsü. Kötücül güçler, gezegenin var olan en değerli kaynağı için -insanlığın en büyük potansiyelini ortaya çıkarabilecek bir maden- çatışmaya tutuşmuşken, yalnızca korkularını yenebilenler hayatta kalacaktır.
‘Annette’, yaman yaratıcı Leos Carax’ın yeni filmi müzikal bir romantik dram! Ron ve Russell Mael’in orijinal öykülerinden perdeye aktarılan yapımın başrollerinde Adam Driver ve Marion Cotillard yer alıyorlar. Cannes’den ‘En İyi Yönetmen’ ödülü ile dönen film, Soundtrack heykelciğini, öyküyü kaleme alan besteciler Mael’lere kazandırmıştı. Ron ve Russell Mael’in orijinal öykülerinden perdeye aktarılan yapımın başrollerinde Adam Driver ve Marion Cotillard yer alıyorlar. Bir stand-up komedyeni ile opera sanatçısı olan eşinin, bir kız çocuklarının olması sonrası değişen hayatlarına tanıklık ediyoruz. Dünyaca ünlü bir opera sanatçısı olan Ann Defrasnoux ve kitleleri kendine hayran bırakan bir komedyen olan Henry McHenry, birlikte aşk içinde yaşamaktadırlar. İlişkileri boyunca olduğu gibi evlilikleri, Ann’in hamileliği ve ilk çocuklarının doğumu da basının ve halkın gözleri önünde yaşanır. Ancak Ann ve Henry’nin ilişkisi, kızları Annette’in doğumu ile değişmeye, bozulmaya başlar.
Performansıyla Akademi Ödüllerinde ‘En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu’ Oscar’ını elde eden Yuh-Jung Youn’un yer aldığı Lee Isaac Chung’ın yazıp yönettiği dram ‘Minari’, 1980’li yıllarda ABD’nin Arkansas bölgesine göç edip burada kurdukları çiftlikle yeni bir hayata adım atmaya çabalayan Güney Koreli göçmen bir ailenin öyküsü. Baba Jacob’un çiftlik kurma hayaliyle Kaliforniya’dan Arkansas’a taşınan aile, kendi kimlik krizleri ve Reagan döneminin ekonomik zorlukları arasında sıkışıp kalır. İdeallerindeki hayattan uzaklaştıkça, Jacob ve Monica çiftinin birbiriyle olan bağları zayıflamaya başlar. Çocuklarının bakımına yardım etmesi için, anneanne Soonja’yı davet ederler. Muzip anneannenin gelişi, aileye kolay pes etmemeleri gerektiğini hatırlatacaktır. Tıpkı her tür koşulda zorluklara dayanıp kök salmasıyla bilinen, Kore’ye özgü ‘Minari’ bitkisi gibi…
ABD-İngiltere-Kanada ortak yapımı animasyon ‘Ron’s Gone Wrong / Robot Ron: Bir Sorun Var’, sosyalleşme sorunu yaşayan ortaokul öğrencisi Barney ile ‘Kutudan Çıkan En İyi Arkadaşı’ olması beklenen, yürüyebilen, konuşabilen dijital bir cihaz olan Ron’un hikâyesi!
Haftanın tek yerli yapımı ise korku-gerilim türündeki ‘Ziyaretçi’! ağabeyinin işlediği cinayetin arkasında farklı bir neden olduğuna inanan ve bunu araştırmak için cinayet mahalline giden Toprak’ın tedirgin edici öyküsü. ‘Bazı Kapılar Sonsuza Dek Kilitli Kalmalı’ diyen Ziyaretçi’nin yönetmeni, aynı zamanda başrolü de üstlenen Atakan Şatıroğlu.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.


TARİHTE BU HAFTA
2010 ve 2011 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (22 Ekim 2010)
Bu hafta altı yeni film var vizyonda. Adına basın gösterimi düzenlenmeyen iki film, herkesin ‘tarifsiz’ korktuğunu dile getirdiği Paranormal Activity’nin ikinci bölümüyle, ‘O Kul – Hayal Bile Etme’ adlı yerli yapım. Haftanın diğer filmleri notlarımız arasında. İyi seyirler.

SOSYAL AĞ
Yaşadığımız çılgın günlerin sanal sosyal hayatının adı facebook. Beş yüz milyonu geçen kullanıcı sayısıyla büyük ve garip bir güç. Bunu yaratan adam ise şu an 26 yaşında olan Mark Zuckerberg. 2003’te henüz 19 yaşında bir Harvard’lı olarak kaldığı yurt odasına kapanıp, üniversitenin ana bilgisayar sistemini ‘hack’leyerek kampüsteki kızlarla ilgili bir veri tabanı oluşturan Zuckerberg, bu gün adeta canlı bir organizmaya benzeyen facebook’un temellerini atıyordu. Bütün derdi ise kendisini terk eden kız arkadaşıydı… Yaratıcı yönetmen David Fincher imzalı film, Ben Mezrich’in ‘The Accidental Billionaires’ adlı kitabından Aaron Sorkin tarafından uyarlanmış. Arıza deha Zuckenberg’ü, yetenekli aktör Jesse Eisenberg canlandırıyor. Fincher, filmini aslında tarihsel bir biyografi üzerine değil de, genel anlamda içinde olduğumuz günlerin acı gerçeği üzerine kurmuş. Sanal aşklar ve dostlukların sahicilerinin yerini aldığı şu günlerde; aslında saha çok prim yapıyor sahte olan. ‘Gibi yapmanın’, ‘olmaktan’ daha korunaklı olduğu şu kaypak ve korkak zamanda, çıldırmış vahşi kapitalizmin de pompalamasıyla bastırılmaya çalışılıyor büyük yalnızlıklar. Fincher, kötü biri, adeta bir pislik olmadığına önce kendini sonra çevresindekileri inandırmaya çalışan ama bunu söylemeye asla cesareti olmayan bir dahinin, asosyal bir sosyopat ve onun yakın çevresinin resmini çiziyor perdeye. Çıldırmış sosyo-ekonomik düzenin tuhaf yaratıklarının… Kesişen yollar, çıkarlar, ahlaksız kapitalizmin acımasız kuralları, yeni yetme bir dünya bakışı, olmayan dünya görüşü ve belki de tek gerçek olan para. Zuckerberg karakterinin perdedeki duruşu ve evrimi, gerçek Zuzckerberg’le tamamen aynı mı o bilinmez, ama yarım milyar insanın kullandığı bir paylaşım sitesini, sadece sevdiği kadına kendini kabul ettirmek için yaratmış olduğuna inanmak zor… Bir diğer okumayla, çalınan veya esinlenen bir fikrin, büyük bir yalnızlık imparatorluğu kurmak için harcanmış olması da, ayrıca düşündürücü. Son tahlilde, tekerleği, yerçekimini, izafiyet teoremini, elektriği, telefonu, aerodinamik yasalarını, pensilini filan bulmuyorsunuz. Bir röntgencilik alanı açıyorsunuz. Özel hayatı deşeceğiniz ve istemeden paylaşıp şöyle bir göz atacağınız bir yaşam. Yarattığınız şey, kocaman sanal bir dünya. Bu, ilerde başka bir şeye, kim bilir belki bir umuda dönüşecek radikal bir devrim mi? onu bilemem. Tanımlayabildiğim, son raddede, insani teması engelleyip, iyice yalnız hissettiren renkli ve büyülü bir evren olduğu.

AMCAM ÖNCEKİ HAYATLARINI HATIRLIYOR
Bu yıl, Cannes Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanarak büyük ses getiren filmin yönetmeni, Tayland’lı Apichatpong Weerasethakul. Cannes jüri başkanı Tim Burton’un, ‘uyanmak istemeyeceğiniz büyülü bir rüya’ olarak tanımladığı dram, gerçekten çok ama çok tuhaf ve zor bir film. Anti-militarist alt metnini, ölmek üzere olan bir adamın ruh, düş ve fiziksel dünyası üzerine kuran film, gerçekten büyülü anlara, planlara sahip. İzlediğinizin bir düş, düşün ötesinde metafizik bir gerçek olup olmadığına karar vermeniz güç. Boonmee Amca, karaciğer ve böbrek hastası. Önünde çok az günü var. Son saatlerini, taşradaki evinde akrabaları ve sevdikleriyle, hatta karısının ve oğlunun hayaletiyle geçiriyor. Öbür dünya hakkında öğrenmek istedikleri, yaşanılan dünyayı karşılıyor bazen. Bazen bambaşka boyutlar seriliyor önümüze. Geçmiş hayatlar, gelecek günler… İlkel inançlar, tabular, yeniden doğuş ve bütün bunların üzerinde yer alan insan sıcaklığı, şefkat ve iyilik. Bir mağarada, küçük bir odada, eski bir yaz evinde izleniyor hayat. Yaşanılan yerse, her şeyin üzerinde katı bir gerçek olarak duruyor yalnızca. Sorgulamaktan çok duyumsamaya, hissetmeye çalışacağınız Tayland yapımı fantastik dramı bütün algılarınız açık izlemelisiniz.

SON SAVAŞÇI
‘The Descent’, ‘Dog Soldiers’ ve ‘Doomsday’ filmleriyle tanınan sinemacı Neil Marshall’ın yazıp yönettiği film, bol kanlı tarihi bir aksiyon. Fakat türün birçok iyi örneğini izlediğimiz yapımlar arasında vasatı aşamıyor. Britanya’nın kuzeyinde yerleşik halk olan Pict’ler, Roma imparatorluğunun birlikleri tarafından tehdit edilmektedir. Roma istilasını durduran Pict’lere karşı sağ kalan bir avuç asker, güvenli bölgeye ulaşmaya çalışırlar ama artık ortada alınması gereken bir intikam vardır. İşgalci Roma’lıları ‘esas adamlar’ yapıp Pict’leri kana susamış bir barbar kavim olarak ele alan film, bazı anlar orta yolu bulmak istese de, soru işaretlerine mahkûm bırakıyor öyküsünü. Yok, ben sadece kan, revan izlemek istiyorum diyorsanız, karşınızda uygun bir seçim var. İyi çekilmiş aksiyon sahneleri ve Michael Fassbender’ın başı çektiği oyuncu kadrosu filmin artıları. Kendi seyircisine sahip Ukraynalı aktris Olga Kurylenko, kadronun ‘bonus’ ismi!

AŞKA FIRSAT VER
Filmin fırsat vermediği tek şey aşk… ‘Cesaretin Var Mı Aşka’ adlı filmiyle tanıdığımız Yvann Samuell imzalı romantik yapım, Filmekimi programında da yer almıştı. Başrolü Sophie Marceau üstlenmiş. ‘Patlarsam Yanarsın’ günlerinden çok uzakta aktris. Ana karakter Margaret, kırkıncı doğum gününde, çocukluğunda kendine yazdığı mektuplarla karşılaşıyor. Kendini ve hayatını sorgulamak için bir fırsat çıkıyor karşısına. ‘Daha iyi insan olmak ve kendinizi sevmek için geç kalmış sayılmazsınız’ diyen film, kahramanının öyküsünden hareketle kırık kalpleri onarıyor ve hayatın anlamını yakalıyor. Pişmanlıklar, söylenmemiş sözler ve gerçek aşk, havada bir yerlerde asılı kalıyor ama… Üçüncü dünya ülkelerine, hatta sınıfsal durumlara yönelik snop bakış, filmin yaratmak istediği duygusal atmosferi zedeliyor ilkin. Sevda sözleri en başta, aşk ve sevgi üzerine yazılmış bütün dizelerin canını acıtan, sanal bir romantizm kalıyor geriye


Vizyonda bu hafta (21 Ekim 2011)
Altın Portakal bitti ve kürkçü dükkânına geri döndük. Haftanın altı filmi arasında adına basın gösterimi düzenlenmeyen iki yapım var: Her filmi, izleyiciden içerdiği ‘sürpriz’ yüzünden gizlenen ‘Paranormal Activity 3’ ile yerli yapım ‘Türk Pasaportu’. Üç boyutlu animasyon ‘Felaket Henry’yi ise biz izleyemedik. Diğer üç yapım, notlarımız arasında. Soderbergh filmi ‘Salgın’, haftanın en iyisi. Herkese iyi seyirler!

SALGIN
Dünya prömiyeri, ‘Altın Aslan’ için yarıştığı Venedik Film Festivali’nde düzenlenen ‘Salgın / Contagion’, farklı stil ve türlere değinmeyi seven yetkin ve entelektüel sinemacı Steven Soderbergh’in yeni filmi. Bilimkurgu ve gerilim içeren dram, kaynağı belli olmayan bir virüsün bütün dünyada büyük bir felakete yol açmasını öykülerken, özünde en tehlikeli virüsün, bizzat insanın kendisi olduğunun altını çiziyor. Gezegenin kaynaklarını tamamen tüketmeye kararlı vahşi insanın, aslında yine kendi soyunu yok ettiğini acı bir şekilde vurgulayan yapım, sıradan insanın, ölümcül salgın karşısında verdiği ilkel ve duygusal tepkileri, bir belgesel gerçekliğinde yanıtmış perdeye. Yetkililerden, sokaktaki insana, salgın karşısında verilen büyük mücadele, ‘yalancı belgesel’i andıran bir tarzda işlenmiş. Virüs ile mücadele eden tıp adamları, resmi otorite, ölümü bekleyen hastalar, onların yakınları, sıranın kendilerine gelmemesi için uğraş veren halk, komplo teorilerine meraklı sanal dünya kalemleri, infaz ve ceza meraklısı sistem, insanın yok etme arzusu… Oyuncu kadrosunda yer alan çok sayıda yıldız; örneğin Matt Damon, Jude Law, Laurence Fishburne, Gwyneth Paltrow, Kate Winslet, Marion Cotillard, ‘esas meseleye’ hizmet eden ufak detaylar gibi dağılmışlar öyküye. Sanki hepsi birer yan rolü üstlenmişler; hepsi konuk oyuncu sanki. En ufak figürandan, en ünlü Oscar’lı yıldıza, her oyuncusuna eşit mesafeyle yaklaşan Soderbergh, insanoğlunun her türlü krizi çözebileceğinin umudunu dağıtırken, aynı insanoğlunun her türlü krizin sebebi olduğunu da acı bir biçimde hatırlatıyor.

CONAN THE BARBARIAN
İlkel çağların yenilmez savaşçısı Conan, uzun bir aradan sonra yeniden beyazperdede. Yüksek doz aksiyon içeren fantastik macera, 1930’lu yıllarda kısa öyküler ve romanlarla Kimmeryalı Barbar Conan efsanesini yaratan Robert E. Howard’ın ana karakterlerinden yola çıkıyor. Beyazperdeye ilk olarak 1982’de John Milius tarafından uyarlanan eser, bizleri Arnold Schwarzenegger ile tanıştırmış, Kimmeryalı ilk çağ kahramanının öyküsü perdede, bu kez 1984’te Richard Fleischer imzalı ‘Conan the Destroyer’ adıyla bir devam filmi olarak vücut bulmuştu. ‘Texas Chainsaw Messacre / Teksas Katliamı’, ‘Friday 13th / 13. Gün’ gibi kült filmlerin yeniden çevrimlerinde tecrübeli bir isim olan Marcus Nispel, serbest bir uyarlamaya imza atarak ‘Conan the Barbarian’ı yaklaşık otuz yıl aradan sonra yeniden perdeye taşımış. Fena bir zanaatkâr olmayan Alman asıllı yönetmen, orijinal filmin atmosferini kuramamış olsa da, izlenir bir işe imza atmış diyebiliriz. Vasat çizgisinin bir miktar altında seyreden film, Conan’ın bildik intikam öyküsünü anlatmaya soyunmuş. Modellikten beyazperdeye geçen ve soyunda Kızılderililik de olan bol kaslı sportmen aktör Jason Momoa’yı ‘Conan’ rolünde izleyeceğimiz hareketli ve kanlı canlı filmde, Ron Perlman, Stephen Lang ve Rachel Nichols, yeni ‘Conan’a eşlik ediyorlar. Özellikle vahşi kahramanın hayranları ve yakın plan kanlı dövüş sahnelerini izlemek isteyenler için bir sakınca yok.

İSTANBUL
Türkiye-Macaristan-Hollanda-İrlanda ortak yapımı, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı’ndan maddi destek alan yapımlardan biri. Adı da o yüzden İstanbul herhalde! Elli yaş üzerindeki bir kadının yeni bir başlangıç için geldiği şehir, İstanbul dışında bir yer de olabilir diyorsunuz, perdedekini izlerken. İki çocuklu bir kadın, oyuz yıllık evliliğinin ardından profesör olan kocası, kendisini genç bir öğrencisi için terk edince, varoluşunu sorgulayıp; yeni bir başlangıca ihtiyaç duyar ve uzaklara, İstanbul’a kaçar. Istvan Szabo filmlerinden tanıdığımız Hollandalı aktris Johanna ter Steege’in canlandırdığı ana karakterin İstanbul’da aşık olduğu inşaat ustası Halil’i, ‘Üç Maymun’un ardından uluslararası alana soyunan Yavuz Bingöl canlandırmış. Selçuk Uluergüven, otel sahibi rolünde; filmin en iyi noktası. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti güzellemesi en ufak bir sinema lezzeti bırakmıyor geride. Dümdüz, yavan, içi boş yapım, üzerine fazla yorum yapacak gibi değil.

MURAT ERŞAHİN

 



Diğer Yazılar