Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

19 ŞUBAT 2021

18 Şubat 2021 Perşembe 20:32
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyorum. Mart-Nisan-Mayıs-Haziran-Temmuz-Ağustos-Eylül-Ekim-Kasım-Aralık-Ocak derken şimdi Şubat aylarında, köşemde yazdığım eski yazıları… Bu hafta, 2011 ve 2012 yıllarının Şubat ayındayız! O yılların Şubat ayında sinema ve vizyon gündeminde, ‘yeni’, ‘düzgün’ ve ‘iyi’ olan ne varsa yazıda yer alıyor…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler!
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Smultronstället / Yaban Çilekleri
(Yönetmen: Ingmar Bergman / 1957)

Touch of Evil / Bitmeyen Balayı
(Yönetmen: Orson Welles / 1958)

Vertigo / Ölüm Korkusu
(Yönetmen: Alfred Hitchcock / 1958)

La Dolce Vita / Tatlı Hayat
(Yönetmen: Federico Fellini / 1960)

Les parapluies de Cherbourg / Şerburg Şemsiyeleri
(Yönetmen: Jacques Demy / 1964)


Güncel öneriler

Filmler:

Red Dot / Tehlikeli Nokta
(Yönetmen: Alain Darborg)

İlk çocuklarını bekleyen ve evliliklerine heyecan katmak isteyen genç bir çift, kayak gezisine çıkar fakat kendilerini aniden acımasız katillerin hedefinde bulurlar. İsveç yapımı korku gerilim ilgiyle izletiyor kendini.

Black Beach
(Yönetmen: Esteban Crespo)

Gelecek vadeden bir avukat, bir mühendisi kaçıran eski arkadaşıyla pazarlık yapmakla görevlendirildiğinde geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. İspanya-Belçika-ABD ortak yapımı aksiyonu yüksek macera öyküsü, İspanyol Oscar’ları olarak bilinen Goya ödüllerine beş dalda aday gösterilmiş!

Yin-Yang Master I / Yin Yang Ustası: Ölümsüzlük Rüyası
(Yönetmen: Jingming Guo)

Şeytani bir canavar yüzlerce yıllık uykusundan uyanır. Şimdi Yin Yang Ustaları hem bir cinayeti çözmek hem de dünyayı bir saray komplosundan korumak zorundadır. Çin yapımı fantastik aksiyon son derece sürükleyici.

Les traducteurs / Sırlar Kitabı
(Yönetmen: Régis Roinsard)

Çok satan bir üçlemenin merakla beklenen son kitabını çevirmek için işe alınan dokuz tercüman lüks bir sığınağa hapsedilir. Ancak bu çok gizli el yazmasının ilk on sayfası internette göründüğünde, rüya iş bir kâbusa dönüşecektir. Lambert Wilson, Olga Kurylenko, Eduardo Noriega gibi yıldız isimlerle dolu kadrosuyla dikkat çeken gizem yüklü gerilim, Fransa-Belçika ortak yapımı.

En Passant Pécho: Les Carottes Sont Cuites / Berbat Maceralar
(Yönetmen: Julien Hollande)

Paris'te iki beceriksiz uyuşturucu satıcısı küçük işlerini büyütmek için aile bağlarını kullanır. Fransa’dan çıkagelen kaba komedi, bir web dizisinden uyarlanmış. Macera ve mizahla yoğrulmuş suç öyküsü, izle-rahatla-unut formülünün örneklerinden.


Diziler:

Run On
(Yönetmen: Jae-Hoon Lee)

Pistlerin yıldızı olan bir atlet, bir film çevirmeni hayatına girdikten sonra ilk kez kalbinin sesini dinleyip kendi temposunu belirler ve kendisine çizilen rotadan sapar. Güney Kore’den çıkagelen dizi romantik öyküleri sevenlere sesleniyor.

Firefly Lane / Ateşböceği Yolu
(Yönetmen: Maggie Friedman)

İki sıkı dost olan Tully ve Kate birbirlerine hem iyi hem de kötü zamanlarda destek olmuşlardır. Gençliklerinde kurulan bağ kırklı yaşlarında da sağlamlığını korumaya devam eder. Başrollerini Katherine Heigl ile Sarah Chalke’nin paylaştıkları duygusal bir dram.

Bonding
(Yönetmen: Rightor Doyle)

Ek iş olarak dominatrikslik yapan New Yorklu bir lisansüstü öğrencisi, lisedeyken en iyi dostu olan gey arkadaşını asistanı olarak tutar. Zoe Levin ile Brendan Scannell’i izleyeceğimiz komedi, bazı anlar koyu bir dramın sınırlarında geziniyor.

I Hate Suzie
(Yönetmen: Billie Piper, Lucy Prebble)

Sekiz bölümlü dizi günümüzdeki şöhret kültürüne yakından bakıyor. Ünlü oyuncu Suzie Pickles ile tanışıyoruz. Kariyeri ve evliliği ince bir çizgide ilerlerken, günün birinde telefonundaki fotoğraf ve videolarının internete sızdırılmasıyla Suzie’nin hayatı allak bullak olur. Dizini yaratıcılarından Billie Piper başrolü üstleniyor.

Our Cartoon President
(Yönetmen: Stephen Colbert, Mack Williams)

Southparkvari, eleştirel, sözünü sakınmayan sıkı bir çizgi dizi! Emmy ödüllü komedyen Stephen Colbert, Chris Licht, Matt Lapin, Tim Luecke ve R. J. Fried tarafından yaratılan bu Showtime yapımı çizgi dizi, adından da tahmin edebileceğiniz üzere, ABD Başkanı Donald Trump’ı mevzubahis ediyor. Trump, ailesi ve danışmanlarını eleştirel bir dille tiye alan dizi ABD Kongresi’ne ve politik sistemine de eğlenceli eleştiriler getiriyor.

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Şubat 2011)

BENİM ADIM AŞK

Ahlaki yargılar, insani dürtüler, aşk, sınıf ve özgürlük…

Burjuva ahlakının ikiyüzlülüğü ve aristokrasinin ‘insanı sıfırlayan’ yok edici faşizminin merkezine ‘aşk’ı oturtan, yasak aşk, gerçek sevgi ve özgürlük meseleleri üzerine son derece şık sinemasıyla şiirsel bir şölen sunan İtalyan yapımı, öyle kolay tüketilecek bir film değil. Luca Guadagnino’nun yazıp yönettiği trajik öykü, kapkara bir dram olmasının yanı sıra, salt sinemanın kendisine saygı duruşunda bulunan özel bir iş. Tarihsel perspektif, biçimsel olanaklar, plastik yapı, anlatım şekilleri üzerine kafa yorulmuş film, başrol oyuncusu Tilda Swinton’a da çok şey borçlu. Aynı zamanda filmin yapımcıları arasında olan Swinton, daha önce Guadagnino ile iki kez çalışmış. Bunlardan biri, yönetmenin Swinton’a hayranlığını sunduğu bir belgesel. Sinemaya, avangart sanatçı Derek Jarman ile adım atan 1960 doğumlu şahane aktris, kelimelerin ötesinde bir performansla artı değer katıyor filme. Sanayi zengini, güçlü, kudretli bir Milano ailesi olan Recchi’lere ‘ailenin gelini’ olarak katılan Emma Recchi, gerçek adını bile çoktan unutmuş bir Rus. Rus olduğunu unutmuş Milano’da. Koca bir hapishane olan evinde geçmiş ömrü. Üç çocuk doğurmuş, önce Milano’lu, ardından İtalyan olmuş. Ona ‘Emma’ demişler başından beri. Kocaman olmuş çocukları. Ailenin şefi büyükbaba, kurduğu tekstil imparatorluğunu oğlu ve torununa bıraktığını açıklıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, her siyasi zeminde, her şartta daha fazla servet edinmiş aile, yeni dünya düzenine uygun anlaşmalarla servetlerini arttırma planları yaparlarken, üçüncü neslin başka planları da var. Hepsinin duygusal hayatlarında fırtınalar kopuyor. Yasak aşkları yaşayan sadece onlar değil. Emma, oğlunun aşçı arkadaşı Antonio’ya aşık oluyor. Önüne geçilmez bir tutku bu. Onda, kendini buluyor, geçmişini, benliğini, kadınlığını, her şeyi… Antonio’nun farklı, başka bir sınıfa ait olmasının dışında tamamen ‘öteki’ ve ‘gerçek’ olması durumu var ortada. O yaşıyor. Kapıları, çalışan hizmetliler tarafından ritüeli andıran biçimde açılıp kapanan bir evde, her şeyin büyük bir gizlilik, sınıfsal bir koruma-korunma psikolojisi ve yazılmamış katı bir kural altında düzenlendiği bir konak-hapishanede sosyal sınıfının ölümcül donukluğu, mesafeli ikircikliği içinde geçen günlerde, bu natürmort tabloda nefes alıp veren tek canlı Antonio. Oğlunu, kızını, evliliğini, düzenin, ona sunulmuş ve kabul ettirilmiş statü ve rolünü umursamadan gözü kapalı dalıyor yeni hayata Emma. Fakat karanlık oluşlar ve kaçınılmaz felaket çok yakın. Onu bekleyen acı ve trajik sonuçlar ne olursa olsun belki de bambaşka bir özgürlük yolu açılacak önünde. Öz çocuğuna olan sevgisi dahil hiçbir şeyin onu engelleyemeyeceği bir karar… Finalde, evin hizmetlisi Delfina’nın gözyaşları eşliğinde bir kaçıp kurtulma anı… Yaşamak adına uzun yıllardır bastırılmış bir firar… Gerçekten başka bir şey çekmiş İtalyan yönetmen. Tartışmalı roman ‘Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi’nin beyazperde uyarlaması ‘Melissa P.’den hatırladığımız Luca Guadagnino, şaşırtıcı bir işe imza atmış. Kendi filmografisinden çok başka, büyük bir işe… Filmde, Antonioni var. ‘La Notte / Gece’ var örneğin. ‘Il Grido / Çığlık’ var. ‘Il Deserto Rosso / Kızıl Çöl’ var. Bertolucci’nin ‘La Luna / Ay’ı var, 2Il Conformista / Konformist’i var. ‘Novecento / 1900’ü var. Rus roman kahramanları var. Anna Karenina var. Madame Bovary var. Bergman’ın ‘Höstsonaten / Güz Sonatı’ var. ‘Såsom i en spegel / Aynanın İçinden’i var. Luis Buñuel’in ‘Belle de Jeur / Gündüz Güzeli’ var. ‘The Discreet Charm of the Bourgeoisie / Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği’ var. Visconti’nin ‘Il Gattopardo / Leopar’ı var. Pasolini külliyatı var. Derek Jarman var çokça. Marco Ferreri’nin ‘La Grande Bouffe / Büyük Tıkınma’sı var. Var da var. Nihayetinde filmde görüntüleriyle yer verilen Jonathan Demme imzalı ‘Philadelphia’ var. Bütün bu varlar içinde serbest bir anlatım ve hatta bazıları tarafından fazla iddialı ve gösterişçi olarak nitelenen çok şık bir biçim arzusu göze çarpıyor her şeyin ötesinde. Renk paletinden kamera açılarına dek özenli bir plastik. François Ozon’la çalıştığı işlerle anımsanan Fransız görüntü yönetmeni Yorick Le Saux’nun birinci sınıf kamerası, genel yapım tasarımının görkemiyle birleşerek filmin unutulmaz anlarını hafızaya kazımakta kolaylık sağlıyor. Burjuva izahıyla, günümüz vahşi kapitalist iş adamlarının demokrasi ve özgürlük tanımları Mahler’in tüyleri diken diken eden gerilimli notaları eşliğinde trajik ve umutsuz resmin kırılma anlarında daha bir çarpıyor izleyeni. İmkânsız kaçışın, umudun, fedakârlığın bittiği, yıllardır dolan bardağa eklenen son damla olan büyük bir acının tetiklediği firarın hemen öncesindeki o bakışlar… Her şeyi, en sevdiğini bile yok sayıp, kendi hayatına koşan, başka bir bilince ulaşmayı seçen insanın kararlılığı… Karanlık bir umut anı. Aşk, varoluşun gereksinimleri ve gerçek… Özgürlük için ödenen bedel.


ÇÖLDE KUTUP AYISI

‘Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların…’

Tezer Özlü / Çocukluğun Soğuk Geceleri

Ders vermeden tespitler yapan, yaşanan gerçeğin rengini ortaya koyan, son derece duyarlı, ‘bütün o eski şeyler kadar güzel’ bir film ‘Çölde Kutup Ayısı’. Felix van Groeningen’in 29. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale kazanan ‘içli’ filmi, ‘Şeylerin Boktanlığı’ adıyla yansımıştı perdeye. Vizyona ise ismini, ‘kadersiz ve şanssız olanları’ tanımlayan malum argo cümleden ödünç alarak giriyor. Belçika yapımı, akılda kalıcı birçok sahneye ve ‘an’a sahip. Çoğu yaralayıcı. Hüzünbaz. Istırap, öfke ve sevgi dolu bir hayat öyküsü. Strobbe’ler… Aile, ergenliğe geçiş, sınıfsal problemler, sistem eleştirisi, sevgi, dostluk, sorumluluk, steril olmayan hatıralar, kasabanın çaresiz cahilliğine hapsolmuşluk, korku, adil olmayan bir düzen, acımasız dünya. Çocuk, Baba, amcalar, babaanne… Geçmiş, gelecek, çılgın bir aile. Alkol, yoksulluk, yoksunluk, kader, sınıfsal durumların hal ve gidişi, ‘düşmüş’ Batı Avrupa’nın tomografisi bir yerde. Boğaza takılan bir yumruk ardından. Bütün sevdiklerimiz dünyanın öbür ucunda hissiyatı. Kaçırılmış fırsatlar, hisler ve bütün o ‘şeyler’… Çocuğuna bisiklete binmeyi öğreten bir babanın acı dolu yüreği öte yanda. Cannes’de Sanat Sinemaları Özel Mansiyon Ödülü’nü de kazanan trajikomik yapımın oyuncu kadrosu birbirinden başarılı isimlerden oluşmuş. Özellikle baba, amcalar ve kahramanımız Gunther’in çocukluğunu canlandıran Kenneth Vanbaeden müthişler. Aklımızdan kısa sürede çıkmayacakları, günün birinde içli bir gülümsemeyle dudağımızın kenarında belirecek bir anımsamaya neden olacakları ortada… Eski mahallenizden dostlarınızla, kuzenlerinizle, yitirdiğiniz akrabalarınız, yakınlarınız ve en sevdiklerinizle paylaştığınız anlar, içilen içkiler, kırılan yürekler, tamiri mümkün olmayan oluşlar, peşinatsız sevgiler, pişmanlıklar, geçiştirilmiş sevgi sözleri, kaderin soğuk avuç içi, alnına öpücük kondurulan o özel insan, artık içim rahat ölebilirim duygusu, geri dönmeyecek arabadakine yönelen o son bakış, ‘çocukluğun soğuk geceleri’ gibi her şey…

 

BIUTIFUL

‘Acılardan daha büyük bir yer yoktur. Bir tek evren var, o da kanayan bir evren’

Pablo Neruda

‘Güzel’ olan ne kaldı yaşadığımız dünyada? Bu sorunun cevabını vermek zor. ‘Biutiful’ olan şeyler ne denli az… Meksikalı sinemacı Alejandro González Iñárritu’nun yeni filmi, kahramanı Uxbal’ın kızının ‘ingilizcesinden’ alıyor adını. İspanya’nın Katalan kanadı Barselona’dayız. Messi’nin değil ama Eto’o’nun Barselona’sında… Barselona’nın yoksul, kirli arka sokaklarında, bozuk düzen kaldırımlarında geziyoruz. Turistik, steril bir gezi değil bu. Yaşamın tam içinden bir öyküdeyiz. Uxbal’ın önünde iki ay var. Sonra ölecek. Kan işiyor. Karaciğerine sıçramış, prostattan yola çıkan kanser. İki küçük çocuğu var. Gitgeller yaşayan problemli bir eşi. Duyarsız, ‘uzak’ bir kardeşi. Kaçak göçmenleri inşaatlarda çalıştırıyor, işlek caddelerde satıcılık yaptırıyor onlara. Kaçak göçmenlerin hamisi Uxbal, yasadışı işlerle sağlıyor geçimini. Her şey zorlaşıyor. Avantacı polisler, çıkarcı iş ortakları, doymaz dünya… Vahşet saçan kapitalizmin ‘insan’ı yok saydığı yerde ne kadar güç ayakta kalmak, çocuk büyütmek, herkese, her şeye karşı tek başına olmak… Üstelik gözü arkada kalmak var bir de… Bir de kimselerde olmayan bir yeteneği var Uxbal’ın. Ölülerle konuşuyor. Ayrılmak üzere olan ruhlarla. Onların ‘huzur’la ayrılıp ayrılmadığını söylüyor arkada kalanlara. Biriktirdiği bütün paralar çocukları için. En azından evin bir yıllık kirası için. Hiç tanımadığı babasını görüyor bir de… Ondan kalan yüzüğü kızına veriyor. Sonra, eski günlerden radyoda duyduğu o dalga sesi kafasının içinde. Rüzgâr sesi, bütün o güzel sesler… Başka bir yere gitmek kolay değil. Sahi ne sesler var kulaklarımızda. Örneğin bir şeyler çalardı gerçekten radyoda. Bütün sevdiklerimle dinlerdim. Kimse yok şimdi. Son nefesimde belki yine duyacağım… Bu kez yanında sıkı dostu, ortağı yok Iñárritu’nun. Tek tabanca diyelim. ‘Paramparça Aşklar Köpekler’, ‘21 Gram’ ve ‘Babil’in kesişen hikâyeleriyle sevilen ve imza haline ikiliden senaryo kanadı Guillermo Arriaga’sız bu kez Iñárritu. Fakat Javier Bardem var kameranın önünde. Dev aktör için yazılmış ‘Uxbal’ rolü. Ona dair söyleyecek bir şey yok. Kelimeler ötesi bir performans. Uzakdoğulu, Afrikalı göçmenler, yoksunluk, tabii ki yoksulluk, sefalet, sorumluluk, suçluluk duyguları, affedebilmek, tutku, baba olmak, sevmek, insan olmanın asgari zorunlulukları… Yürek kanatan acı tablolar. Sıfır taviz. Gerçekliğin röntgeni. Gel de ağlama sonra, gel de isyan etme, gel de yaşa…

 

Sinemadan Çıkmış İnsan / Sinema Dergisi / Şubat 2012

TUTKU GÜNLÜKLERİ

‘Para düşleriyle kaplanmış bu odalarda nedir istediğim?’

Allen Ginsberg

Yeni yılın çiçeği burnunda filmi olmasına rağmen, öyle gözüküyor ki; sezonun önemli yapımları arasında anılacak ‘Tutku Günlükleri / The Rum Diary’. Aykırı kalem Hunter S. Thompson’ın aynı adlı romanından perdeye uyarlanan drama imza atan isim; 1984 tarihli ‘The Killing Fields / Ölüm Tarlaları’ ile ‘En İyi Uyarlama Senaryo’ dalında Oscar adayı olmuş; senarist, aktör ve yönetmen Bruce Robinson. Kara mizah soslu yapım, kıyasıya bir kapitalizm ve bozuk düzen eleştirisi. 1950’li yıllarda geçen öykü, New York’un boğucu karmaşasından kaçan bir gazetecinin, Porto Riko’da karşılaştığı; neredeyse bütün dünyaya ait gerçeklere değiniyor. Fakir Porto Riko’yu zenginler için bir cennete dönüştürmeyi amaçlayan ahlaksız girişimcilerle yolu kesişen gazeteci, kalemini satıp satmamakla ilgili bir deneyim yaşar. Oscar Wilde’ın ünlü sözlerinden biri yer alıyor kapitalist ahlaka ve uzantılarına uçan tekmeyle giren filmde: ‘Onlar, her şeyin fiyatını bilirler ama hiçbir şeyin değerini bilmezler.’ Alkol, uyuşturucu, kara büyü, yerel kültür, derken dünyanın hali, ekonomik-sosyal gerçekler, derken politika, derken insanlık halleri, ahlak, aşk, dostluk, idealler ve ‘rüya’ olarak adlandırılan gerçek bir kâbusun röntgen filmi. ‘Fear and Loathing in Las Vegas / Vegas’ta Korku ve Nefret’ ile anımsayacağınız sistem karşıtı satırların yazarı Thompson’ın, yaşadıklarından esinlenerek kaleme aldığı roman, müthiş bir kıvraklıkla uyarlanmış perdeye. Johnny Depp’in nüanslı oyunculuğuna, Giovanni Ribisi ve Michael Rispoli, aynı ‘şahanelikle’ eşlik ediyorlar. İnsan müsveddesi, zalim, kan emici fırsatçıların ve idealini yitirmemiş kahramanların çatıştığı dünya halinin resmini, buruk bir tebessümle izleyeceksiniz. Doğru olandan ve insandan yana umut ışığı barındıran film, ‘yerinde’ tespitler ve her daim geçerli evrensel eleştirilerle yüklü. Güçlü, asi, ödünsüz son tahlilde.

 

GELECEK

‘Tabiat insanları sadece ‘acı’yı yatıştırmak için yaratmıştır; onların sırtından etrafa saçılmasına yardım etmek için…’

E. M. Cioran

2005 tarihli ilk uzun metrajı ‘Ben ve Sen ve Diğerleri / Me and You and Everyone We Know’ ile Cannes’den dört ödülle dönen bağımsız sinemacı Miranda July, yeni filmi ‘Gelecek / The Future’ da, otuzlu yaşların ortasındaki bir çifti merkez alarak, varoluşun ‘yarı loş’ anlamını sorguluyor. Bakıma muhtaç, yaralı bir kediyi ‘evlat edinmeye’ karar veren çift, sorumluluk denen ‘sistem sorununun’ üstesinden gelmeye çalışırlarken, ‘özgürlüğün’ ne olup olmadığı konusunda farklı deneyimler yaşarlar. Miranda July’nin yazdığı, yönettiği ve başrolü oynadığı dram, hipnotize edici, yarı karanlık, umutsuz ve mutsuz bir tona sahip. July, kurduğu şiir evreninde dertlerini rahatça yansıtıyor perdeye. Fazla ‘arıza’, uzak, kişiye özgü görünen dertlerin ve acıların evrensel izleriyle karşılaşıyorsunuz Berlin’de ‘Altın Ayı’ için yarışan öyküde. Sevgiye, şefkate aç, kendilerinin birileri tarafından bulunup, bir ömür boyu onlarla kalmak isteyen canlılar. Kedisi, kadını, erkeği, çocuğuyla; ‘insan acemiliği’… Tezer Özlü satırlarını çağrıştıran filminde, evlatlık kedi Paw-Paw’ı da seslendiriyor July. Hüzünlü yapım, Edip Cansever’in şu dizeleri gibi öte yandan: ‘Zamanla değil, bir yerde; benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum. Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten… Kalbim, sersemliğim benim.’

 

SİYAD’A SALDIRMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ

‘Küçük Kara Balık’ı okumadan ve ‘Kırmızı Balon’u izlemeden büyüyenlere karşı…

Aslında hemen her saçmalığın, yanlışın, kavganın ve kötücüllüğün sebebi; şiirin ölmüş olması. Şiir uzun zaman önce öldü ve yalnız kaldı insan. Anlam yitti. İçi dolu sebepler sayamıyoruz artık yirmi dört saatlere… Kabalık, hoyratlık, basitlik, nobranlık ve şiddet günleri yaşanıyor. Gündelik hayatın bayağılığına karşı mücadele edecek oluşlar o denli az ki… Dışarısının sığlığından uzak tutan o oluşlardan biri sinema. Bize, bizi anımsatan, değer katan, inadına gülümseten, ayakta tutan… Evet, ‘anlamsız’ kaldık. Bütün ‘o güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler!’ Yalnızız. Düşlerimiz bile ısıtmıyor yüreğimizi. Yusuf Atılgan’ın başka hiçbir şeye benzemeyen inanılmaz tasviri: ‘sinemadan çıkmış insan’… Çünkü sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu… Bir aradayız işte hepsi bu! 44. kez ödüllerini verdi SİYAD. Kırk yılı geride bırakan Don Kişot’larız… Felsefeyle edebiyatı harmanlayıp; taş taş üstüne koyma gayreti içindeyiz bir bakıma. Yedinci sanatın ‘anlamı’ üzerine kalem oynatıyoruz. Ülkemizin, bu sanata katkısı üzerine. Bir dil derdinde kimimiz, kimimiz evrensel kıstaslar üzerinden değerlendiriyor perdedekini. Kuramlar, kavramlar, deneysel hamleler üzerine kafa yoruyor kimimiz de… Tek kazancımız, bizden kalacak olan satırlar. Birçoğumuz kıt kanaat geçiniyor şu düzende. Bazılarımız geçinemiyor zaten. Öte yandan bağırıyor birileri; ne o, ‘o kadar parayı ömrümüz boyunca bir arada göremezmişiz’, ‘sıkıyorsa biz çekseymişiz’, ‘neler saçmalıyor muşuz’, ‘popüler olana düşmanmışız’, ‘illa ki sanat sineması diyor muşuz’… Uzayıp gidiyor bu liste. Ne kadar kaba, ne kadar küstah ve ne kadar buyurganlar. Oradan bir yerden bağırıyorlar. Faşizmin her türlüsüne, ayrımcılığa, ırkçılığa, baskıya, zulme, haksızlığa karşı olduğumuz doğru. Sanata, bilime ve insana inanıyoruz. Umutluyuz her şeye rağmen. Düşünüyoruz, yazıyoruz; toplumsal meselelere karşı duyarlı olmaya gayret gösteriyoruz. Kültürel yozlaşmadan yana dertliyiz. Popüler olanla olmayanı ayırıyoruz tabii. İkisine de gereken önemi vererek. İyi olana değerini vererek yani! Yolumuzu aydınlatan ışıklar oldu. Onat Kutlar gibi. ‘Yeter ki kararmasın!’ demişti. En büyüğümüzden, en küçüğümüze; yürüyoruz biz de işte. Kimi zaman içimizde tartışmalar yaşayan ama birbirine değer veren, en önemlisi anlamaya çalışan bireyler olarak. Ekranlardan, sabah, öğlen, akşam, gece yarısı programlarından, köşelerinden, bloglarından, bağırıp çağırıyorlar arada. Bütün bu ‘şiirsiz’ günlerde, büyüsünü, naifliğini, kaybetmiş dünyada bir sürü ‘düz’ ses. Komplekslerini, özelliksizlerinden doğan kinlerini, yetersizliklerini kusuyorlar. En iyisi, Rıfat Ilgaz’ın seslendiği gibi seslenmek onlara: ‘Heeeey, fincancı katırları!’ Ardından yapmamız gerekeni yapmak: Çalışmak. Sinemadan çıkmış insanlar olarak; emeğimiz ve bilgimizle üretmeye devam etmek. ‘Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü, bir iner bir çıkarım şu yokuşu’ diyerekten.


EJDERHA DÖVMELİ KIZ

Öykü aynı öykü ama kızın sadece dövmesi benziyor!

İsveçli yazar Stieg Larsson’un, uluslararası arenada çok satan Millenium üçlemesinin ilk romanı ‘Ejderha Dövmeli Kız / The Girl with the Dragon Tattoo’ 2009 yılında Danimarkalı yönetmen Niels Arden Oplev imzasıyla perdeye uyarlanmıştı. (Aynı yıl içinde diğer iki kitap, bu kez İsveçli Daniel Alfredson yönetiminde yansıdı perdeye) Amerikalılar durur mu; İskandinav işinin yeniden çevrimine el attılar tabii. Yönetmen koltuğunu da; karanlık filmleri başarıyla kotaran bir ustaya; David Fincher’a emanet ettiler. Fincher adı, yeniden çevrime doğal olarak bir iddia yüklemiş oldu. Elindeki öyküyü; Amerika’ya taşımamış Fincher. Yine İsveç’te, yine aynı karakterlerle çekmiş. Tanıdık film, biraz daha netameli, şiddet ve seks dozu biraz daha artmış olarak karşımızda. İlk filmde, Noomi Rapace’nin eşsiz nüanslarla canlandırdığı Lisbeth karakterini Fincher; Rooney Mara’ya emanet etmiş. Gazeteci Blomkvist rolü ise İsveçli Michael Nyqvist’ten; Daniel Craig’e devrolmuş. Fincher üzerine fazla söz söylemeye gerek yok. Hepimizin malumu; gözü, bilgisi, stili olan çok iyi bir yönetmen. Yine ilgiyle izlenen, son derece temiz bir film çekmiş. Atmosferi başarıyla kurmuş ama… İşte bu ‘ama’, beni iki yıl önceye; orijinal filme götürüyor. ‘İskandinav, özellikle polisiye edebiyatta oldukça sivrilen İsveç mührünün etkisini ve atmosferini, kendine has bir estetik yapıyla perdeye yansıtmaya çalışan yapım, polisiye tatlar anlamında yeni bir lezzet içermese de, toplumsal değişim ve bozulmaya yönelik değinmeleriyle izlenebilir olmayı başarıyor’ diye yazmışım orijinal film üzerine… Gereken ağırlık ve önemi vermediğimi fark ettim yapıma. Geç kalmış bir özür bu belki de. Fincher her ne kadar, kendine özgü, karanlık bir atmosfer kurmuş ve kuzey ışığını kıvırarak; karakterlerin hislerine odaklanmayı başarmış olsa da; hikâyenin yaşamsal özelliğini, orijinali gibi yansıtamamış bize. Yani karakterlerin şu ‘mesafe’ durumunu… Özellikle, duyguları alınmış bir canlıyı andıran Lisbeth Salander; bu kez başka biri olarak duruyor karşımızda. Yaşamak için yemek yiyen, güdüleriyle sevişen, adeta uzaylı bir yaratığın sinir sistemine sahip olduğu hissi veren Lisbeth, daha ‘zayıf’ ve duygularına yenik düşüyor. Açıkçası, Fincher karakterlerini yaratırken, oldukça romantik, hatta alaturka davranmış; ‘hafif’ tribüne oynamış. Karakterlerin birbirlerine olan mesafeleri değişmiş. İlk filmdeki tavizsiz anlatım, öykünün tekinsiz kalbine; ruhuna dokunan özel atmosfer; karanlık olmasına karanlık ama daha başka bir şeye dönüşmüş. Bunu fark etmek için; yeniden çevrimi izlemek gerekiyormuş gibi geldi bana. Sanki bizim uzak bulduğumuz o soğuk anlatı ve izleyiciyle kurulan bilinçli mesafe; asıl ‘meseleymiş’. Taş yerinde ağır. Kuzeye, başka bir coğrafyaya ait resim; oranın rengi, bakışı ve hissiyatıyla değer kazanıyor. Yeni bakış ne denli etkileyici olursa olsun, eksik kalıyor bazı şeyler. Doku nakli kolay değil!

MURAT ERŞAHİN


 



Diğer Yazılar