Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

19 KASIM 2021

18 Kasım 2021 Perşembe 19:51
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!


ÖNCE TAVSİYELER…

 

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

 

The Asphalt Jungle / Elmas Hırsızları

(Yönetmen: John Huston / 1950)

 

Out of the Past / Maziden Gelen

(Yönetmen: Jacques Tourneur / 1947)

 

The Night of the Hunter / Caniler Avcısı

(Yönetmen: Charles Laughton / 1955)

 

Laura / Kanlı Gölge

(Yönetmen: Otto Preminger / 1944)

 

In a Lonely Place / Tehlike İşareti

(Yönetmen: Nicholas Ray / 1950)

 


Vizyonda bu hafta (19 Kasım 2021)
Dördü yerli yapım olmak üzere toplam on yeni film merhaba diyor, kalabalık 19 Kasım haftasından!
Pablo Larraín filmi ‘Spencer’ ve başrolünü Will Smith’in üstlendiği biyografi ‘Kral Richard / King Richard: Yükselen Şampiyonlar’, notlarımız arasında yer alıyorlar.

 

SPENCER
-Mutsuzlukta bir(inciyim)!-

Şilili yaman ‘aıuteur’ Pablo Larraín, sekizinci uzun metraj kurmacası ‘Spencer’ de, son dönemlerde yaptığı gibi yine kendine göre, ‘farklı’ ve ‘karanlık’ bir biyografik drama imza atıyor. 90’ların hemen başında İngiliz kraliyet ailesinin, Noel tatilinde, Norfolk’ta bulunan Sandringham av köşkünde geçirdiği üç gün ve bu üç günün odağında yer alan mutsuz Prenses Diana yansıyor perdeye. Prens Charles ile olan evliliğini bitirme kararını aldığı o zorlu üç güne odaklanıyor film. ‘Neruda’ ve ‘Jackie’nin ardından kendi tarzıyla yeni bir biyografik öyküye el atan Larraín’in filmi, Venedik’te ‘Altın Aslan’ için yarışmıştı. Ele aldığı tarihsel kişiliklerin öyküsüne politik bir bakışla, apayrı bir zaviyeden yaklaşan yaman sinemacı, sadece öyküsünde değil, yarattığı dil ve atmosferde de ters köşe oluşlara yer veriyor. Müthiş özenle çekilmiş Larraín filminde ‘Lady Diana’yı Kristen Stewart büyük bir başarıyla canlandırırken, Jack Farthing ile birlikte usta isimler; Sean Harris, Timothy Spall ve Sally Hawkins, iddialı oyuncu kadrosunu oluşturuyorlar.
Aynı Turgut Uyar gibi Pablo Larraín de, ‘mutsuzluktan söz etmek istiyorum, yatay ve dikey mutsuzluktan’ diyor! Onca şaşaa, debdebe içinde adeta bir hapis hayatı yaşayan Galler prensesinin yalnızlık, mutsuzluk ve sevgisizlik içinde geçen kraliyet yaşamı ve evine, Norfolk Sandringham’a, genç kızlık soyadı olan ‘Spencer’ dünyasına geri dönüp baktığı ve radikal kararlar aldığı üç gün… Diana Frances Spencer’ın, Prens Charles ile evlenip, Galler Prensesi olarak İngiliz kraliyet ailesine adım attığı anda umdukları ile buldukları arasındaki çelişki… William ve Harry adında iki prensin annesi olarak, kendisine mutsuzlukla idare edebileceği söylenen ve sarayın içsel kurallarına ve protokolüne koşulsuz uyması tembihlenen genç kadının isyanı! -Bir prens de olsa- erkek dünyasına ait olan bir adam tarafından aldatılması, bunun karşılığında aristokrasinin aleni ‘yalancı’ çekiciliği ve netameli karanlığı arasında mutsuz bir hayata mahkûm edildiği gerçeği!
1533 yılında taç giyen ve Londra Kulesi’nde kafası kesilerek idam edilen, VIII. Henry’nin ikinci eşi, I. Elizabeth’in annesi olan İngiltere kraliçesi Anne Boleyn ile aralarında özdeşlik kuran Diana, odasına bir ‘tehdit unsuru’ olarak bırakılan Boleyn kitabıyla birlikte, içinden çıkılması çok güç olan bu mutsuzluk ve karar alma girdabında Sandringham cehenneminden kurtulmaya çalışırken, köşkte bulunan her sınıftan farklı karakterlerle geçirdiği üç gün boyunca ‘kaçıp kurtulmak’ adına zorlu bir savaş verecektir. Kraliçe, Prens Charles, akrabalar, çocukları, hizmetkârlar, mutfak ekibi ve kâhyalar, üç öğün yemekler, her yemekte giyilecek giysiler ve av partileri arasında bir özgürleşme sürecidir bu zorlu üç gün! Paparazzilerin peşinden koştuğu, neredeyse bütün dünya sosyetesinin ve orta sınıfların ilgi odağı olan Diana, evlenmeden geçirdiği o kaygısız günlerine, viraneye dönmüş eski evinde anılar eşliğinde bakarken, zorlu bir karar verip, içine hapsedildiği katı kurallı aristokrasi hapishanesinden kaçmak için cesaret toplamaya çalışır. ‘Başkaları görmesin diye izliyorum’ diyen, Kraliçe’nin sağ kolu Binbaşı Alistar Gregory’den, mutfak kraliyet şefi Darren’e ve nihayet Diana’nın belki de tek dostu olan ve ‘onu sadece kendisinin değil, çok insanın sevdiğini’ söyleyen oda hizmetlisi Maggie’ye dek, farklı sınıflarla olan ilişkisi de titizlikle yatırılmış masaya.
Sıkışmış, yalnız ve sevgisiz bırakılmış, özgüvenini yitirmiş bir tutsağın, korku filmini andıran bir kraliyet köşkünde, kendi öz benliğine tutunarak verdiği savaş, son derece titiz bir yapım tasarımı ve güçlü anlatımla zihne çakılıyor. Steven Knight imzalı senaryo, Claire Mathon’un görüntüleri ve Jonny Greenwood’un şekillendirdiği müzik kullanımı; Pablo Larraín’in elini güçlendiriyor! (4 / 5)


KRAL RICHARD: YÜKSELEN ŞAMPİYONLAR
-Yüzyılın planlaması-

Gerçeklerden perdeye uyarlanan sportif biyografi, tenisin süper yıldızları Venus ve Serena Williams kardeşlerin imkânsızlık taşlarıyla döşenmiş yolda nasıl yürüdüklerinin ve bu çok zorlu hatta neredeyse olanaksız görünen yürüyüşte en büyük pay sahibi olan, iki kızını; henüz dünyaya gelmeden evvel yaptığı müthiş projeyle şekillendiren azimli, kararlı bir babanın hikâyesi!
Zach Baylin’in kaleme aldığı, Reinaldo Marcus Green’in yönettiği biyografik dramda başrolü Will Smith üstlenmiş. Aunjanue Ellis, Jon Bernthal, Tony Goldwyn’in yanı sıra, ‘Venus ve Serana Williams kardeşleri’ canlandıran Saniyya Sidney ile Demi Singleton eşlik ediyorlar Smith’e…
İşçi sınıfından emekçi, yoksul bir Afro-Amerikalı ailenin mücadelesi öte yandan; perdede izlediğimiz ‘Sinderella’ öyküsü! İtilmişliğin, imkânsızlığın, ırkçılığın, ötekileştirmenin, sıkışmışlığın içinden, çocuklarını kurtarmak için henüz onlar dünyaya gelmeden ‘uzağı görerek ince planlar yapan’ bir baba, onun fedakâr eşi ve adım adım başarıya giden çok zorlu bir yol…
Tenis sporunun zirvedeki isimleri, 1980 doğumlu, beş kere Wimbledon şampiyonluğu olmak üzere teklerde yedi kez Grand Slam kazanmış Venüs ve yedi Wimbledon şampiyonluğu dahil toplam yirmi üç Grand Slam sahibi 1981 doğumlu Serena Williams’ın ilham veren hikâyelerinde, iki kardeşin dünyanın en başarılı ve en çok kazanan kadın sporcuları olmalarında en büyük payın sahibi olan babaları Richard Williams’ın azim ve kararlılık öyküsünü dile getiriyor film her şeyden önce! Ezilmişliğin, uyuşturucu çetelerinin hüküm sürdüğü bir mahalleye sıkışmışlığın, çaresizliğin, hiçe sayılmanın, değersiz görülmenin, yoksulluk ve yoksunluğun, her uyanılan sabah ayrı bir hayatta kalma mücadelesi vermenin zorluğu ve imkânsızlığını tatmış bir Afro-Amerikalının, ‘çocukları daha iyi bir hayat yaşasın diye’ ilmik ilmik dokuduğu bir gelecek planının inanılması güç öyküsü duruyor perdede!
Kolaylıkla baskıcı denebilecek fakat aslında gerçek bir ‘öğreten ve kollayan adam’ olan baba karakterinin ve fedakâr, özverili, vicdan sahibi, dürüst annenin yoksul evlerinde, beş kız kardeşin tek göz odayı –hatta ikisinin aynı yatağı paylaştığı- küçücük yerde; kocaman bir planın parçası olmak… Tırmalamanın gerçek resmi! Küçük kızlarını; çok önceden öngördüğü potansiyele ulaştırmak adına elinde yetmiş sekiz sayfalık plan kitapçığıyla, tenis kulüplerini gezerek, antrenör ve menajerlere ulaşmaya çalışarak, dünyanın en pahalı ve beyaz adamın sporu olarak bilinen noktada, yoksul Afro-Amerikalı kız çocuklarını en tepeye çıkaracağına inanan bir adam, gerçek bir kral değildir de nedir? Kaliforniya’nın ihmal edilmiş yoksul Compton’unun yoksun tenis kortlarında, yağmur çamur, soğuk, sıcak demeden her gün ağır antrenman yapan kızlar, babanın geri dönüşsüz, o sarsılmaz kararlılığı, annenin vicdanlı ve keskin sezgileriyle şekillenerek, çok düşük görünen ihtimallere ve önlerine konulan yaygın kanaatlere meydan okuyan hakiki kahramanların sadece onlar gibi olanlara değil; neredeyse bütün dünyadaki kardeşlerine esin veren öyküsü duruyor perdede! İnanması çok zor ama orada, karşımızda duran pırıltılı bir plan işte! (3 / 5)

Haftanın notlarımız arasında yer alamayan yenilerine gelirsek…

Fantastik komedi türünün efsanelerinden 1984 tarihli ‘Ghostbusters / Hayalet Avcıları’ Ivan Reitman imzalıydı… ‘Juno’, ‘Up in the Air / Aklı Havada’ gibi nitelikli filmlerle tanıdığımız oğul Jason Reitman, babasının mirasını sürdürüyor! Efsane filmin yeni halkası olan ‘Ghostbusters:Afterlife / Hayalet Avcıları: Öteki Dünya’, öyküyü yeni nesle taşıma misyonunda! Taşrada bir kasabaya taşınan yalnız bir anne ve iki çocuğu, büyükbabalarından kendilerine kalan hayalet avcıları mirasıyla bulundukları kasabayı büyük çaplı bir hayalet istilasından kurtarmaya çalışırlar. Carrie Coon, Finn Wolfhard ve Mckenna Grace’e, efsanenin efsane isimleri; Dan Aykroyd, Bill Murray ve Sigourney Weaver eşlik ediyorlar.
Cannes’den ‘en iyi kadın oyuncu’ heykelciği ile dönen, Norveçli auteur Joachim Trier’in yeni filmi ‘Verdens Verste Menneske / Dünyanın En Kötü İnsanı’, bildik bir Woody Allen komedisi gibi hareketli ve hafif başlayıp, elemli bir sona doğru ilerleyen hüzünlü bir öykü! Julie, hangi mesleği seçeceğine karar veremeyen, ne çeşit bir erkekle mutlu olacağından emin olamayan enerjik bir genç kadındır. Özgür yaşama olan inancı onu hayatını paylaşmaya karar verdiği erkeklerle kolayca ilişki kurmaya yöneltir fakat Julie eski ilişkilerin tamamen geçmişte kalmadığını, geleceğe de gölge düşürebileceğini hesaba katmamıştır. Strindberg’in ünlü oyununa referansla çağdaş ‘Matmazel Julie’ çeşitlemesi olarak görülebilecek özel bir yapım.
‘Al Tercer Día / Cehennem Kapısı’, Arjantin yapımı fantastik bir korku gerilim. Oğluyla birlikte geçirdiği araba kazası sonrası ne olduğunu hatırlayamayan ve kayıp oğlu Martin’i arayan Cecilia’nın ürkütücü hikâyesi. Daniel de la Vega’nın yönettiği filmde başrolü Mariana Anghileri üstleniyor.
Özellikle küçük yaştaki izleyiciye seslenen Almanya yapımı animasyon ‘Die Heinzels - Rückkehr der Heinzelmännchen / Pişiriciler’ Ute von Münchow-Pohl imzası taşıyor.

Haftanın yerli yapımları ise…
Ahmet Kapucu imzası taşıyan romantik komedi ‘Aşk Yolunda’, Seçil Çömlekçi’nin 2019 yılında yayımlanan kitabından uyarlanmış. Evlenme teklifini beklediği sırada sevgilisi tarafından terk edilen ve genel olarak şanssız kişiliğiyle bilinen Bade’nin, bu şanssızlığı kırma girişimi sırasında yaşadıkları! Şahin Irmak, Çiğdem Batur ve Bora Cengiz’e, Asuman Dabak eşlik ediyor.
Pekin Azer’in yönettiği, oyuncu kadrosunda Hakan Eratik, Zeynep Şarlıgil ve Uğur Karabulut’un yer aldığı gerilimi yüksek dram ‘Yan Etki’, hastalığına çare için aldığı ilacın yan etkisiyle hayatı değişen Cem ile arkadaşlarının hikâyesini yansıtıyor perdeye.
‘Muallim’, yirminci yüzyıl başlarında sürgüne gönderildiği kasabada öğretmenlik yapan Ali’nin, kendi önyargılarıyla yüzleşip kasaba hayatına uyum sağlamasını öykülüyor. Müslim Şahin’in yönettiği dramda Melih Selçuk’un yanı sıra, Ruhi Sarı, Sevtap Özaltun ve Levent Sülün de rol alıyorlar.
Mehmet Sağlam’ın yazıp yönettiği korku örneği ‘Ecinni 3: Sessiz Çığlık’, yaşadığı rahatsızlık sonrası esrarengiz görüler görmeye başlayan Zeynep’in, bu konuyu araştırmasıyla birlikte kendisinin ve ailesinin başından geçen ürkütücü anları izliyoruz. Gökçem Çoban, Yasemin Kurttekin, Fatih Paşalı ve Batuhan Zeybek, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.

 


TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2010 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (19 Kasım 2010)
Haftanın iki filminden ‘Harry Potter Ve Ölüm Yadigarları: Bölüm 1’, bayram hediyesi olarak 17 Kasım Çarşamba günü vizyon görecek. Çağan Irmak’ın yeni filmi ‘Prensesin Uykusu’ ise izleyiciyle, standart vizyon saatinde, Cuma günü buluşacak. Herkese iyi seyirler ve mutluluklar!

 

HARRY POTTER VE ÖLÜM YADİGÂRLARI: BÖLÜM 1
(Vizyon: 17 Kasım 2010)

J. K. Rowling’in fantastik edebiyata bomba gibi düşen serisi, ilk olarak 2001’de uyarlanmıştı beyazperdeye. Serinin iki bölüm halinde perdeye yansıyacak son romanını yöneten isim, 2009’da çekilen bir önceki film ‘Harry Potter ve Melez Prens’ ile 2007 tarihli ‘Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı’ filmlerinde de yönetmen koltuğunda gördüğümüz David Yates. Harry Potter ve iki can yoldaşı Ron ile Hermione’nin nihai maceralarının birinci bölümü, üç arkadaşın bütün geçmişlerini geride bırakarak çıktıkları zorlu yolculuğu öykülüyor. Nevi şahsına münhasır Harry Potter evreninde eski ve yeni karakterlerle ‘insani’ bir yolculuk. Potter’ı canlandıran ve büyüdükçe antipatikliği artan aktör Daniel Radcliffe’e kafayı takmazsanız her şey yolunda denebilir. Yeni filmde dikkat çeken en önemli nokta ise kuvvetli dramatik yapı. Ağır ağır, acele etmeden akan macera, durup düşündüren geniş zamanlı ‘es’lerle yüklü. Romantik anlar, duygusal planlar, öykünün oldukça karanlık olan fonunda gözle görünür bir denge oluşturuyor. Yönetim ve dev oyuncu kadrosu iyi. Filmin plastiği ve Alexandre Desplat’ın müzik çalışması ise kusursuz. Nick Cave & Bad Seeds’in seslendirdiği Cave imzalı ‘O Children’ ise yeni filmin bonusu. ‘Bütün zamanların gişede en başarılı olmuş serisi’ unvanına sahip yapımın, eserin fanatik izleyicilerine ve türün tutkunlarına keyifli dakikalar geçirteceği kesin. Mevzuya çok yakın olmayan izleyici içinse filmin izlenirlik teminatı içerdiğini önemle belirtelim.


PRENSESİN UYKUSU
Çağan Irmak, formülünü iyi bildiği tanıdık bir sinema yapıyor. Dozu da gayet iyi ayarlıyor. Adını, Redd grubunun ikinci albümü ‘Kirli Suyunda Parıltılar’ da bulunan ‘Prensesin Uykusuyum’ şarkısından ödünç alan duygusal dram, ne yazık ki Çağan’ın iyi filmleri arasında değil fikrimce. Derdini anlatmayı başarmış, bunu da ‘iyi niyetli’ biçimde yerini getirmiş olan yapım, bir ‘Babam ve Oğlum’, bir ‘Karanlıktakiler’ değil. Onların gerisinde. Çağan’ın bir önceki filminin ardından; ‘bir sonrakinde çok iyi bir iş çıkacak ortaya’ hissiyatıyla ayrılmıştım salondan. O beklediğim film değil ‘Prensesin Uykusu’. Aralarında HBO yapımı televizyon filmlerinin de olduğu, benzerlerini sıklıkla izlediğim bir yapım. ‘Muhsin Bey’e, ‘Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni’ne, ‘Üç Arkadaş’a, Douglas Sirk, Frank Capra duyarlılığına, özellikle eski Yeşilçam’a saygılarını sunan bir film. Son jeneriklerde de yer aldığı gibi, Yılmaz Atadeniz’e örneğin. Bir de Shyamalan sinemasına, Almodovar’ın ‘Hable con elle / Konuş Onunla’sına ve özellikle Tarsem Singh’in ‘The Fall / Düşüş’üne sevgi besleyen sahneler, oluşlar yansımış perdeye sıkça. ‘The Fall’un yapılmış olması, belki de bu filmi sıradan kılan. Yapım tasarımı, ruhu, atmosferi, genel olarak sineması ile yapılmış bitmiş bir işti Singh’in filmi. Çağan’ın ki, onun iyi yürekli, zeki ama okula yeni başlayan küçük kardeşi gibi. Genco Erkal’ın zincirlere sığmayıp taşan ‘virtüöz’ performansı şapka çıkaracak cinsten. Oyuncu kadrosu genel olarak vasatın üzerinde. Oyuncu yönetimi de iyi. Efektlerle sağlanmaya çalışılan ‘büyü’ ve ‘atmosfer’in etkileyiciliğinde zaten bütün mesele. Sinema büyüsü deyince orada durmak lazım yalnız… Bir de senaryoda yer alan kocaman diyaloglar. Büyük laflı felsefi oluşlar yerine filmin ‘iyi niyetli’ genel yapısına uygun sade, basit cümleler, hatta kelimeler seçilseydi sanki diyor insan. Sıfır diyalog gerektiren önemli anlarda izahlı müzik yayılıyor perdeden. Belli ki çok seviyor Redd grubunu Çağan Irmak. Onlara, ‘Prensesin Uykusuyum’ şarkısına bir film çekmek istemiş. İyi de etmiş. Ama yeteneğini, sinemaya olan tutkusu ve aşkını ispatlamış; hepsinden önemlisi iyi niyetli bir yönetmen olan Irmak’tan şahsi beklentim gerçekten ‘başka bir yerde’ duruyor. Yakında perdeye yansıyacağından kuşkum yok. Bu arada, söylemeden geçemeyeceğim. Eğer tanıyanı varsa dikkat etsin; başrolü üstlenen aktör Çağlar Çorumlu, İKSV’den tanıdığımız dostumuz Üstüngel İnanç’ın ikiz kardeşi sanki. Film başladı; baktım bizim Üstüngel perdede.

MURAT ERŞAHİN

 

 



Diğer Yazılar