Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

18 MART 2022

17 Mart 2022 Perşembe 19:44
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!  
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık! 
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

(Bu haftaki filmler sevgili kardeşim Murat Özer için…)

Der letzte Mann / Son Adam
(Yönetmen: F.W. Murnau / 1924)

The Night of the Hunter / Caniler Avcısı
(Yönetmen: Charles Laughton / 1955)

To Kill a Mockingbird / Bülbülü Öldürmek
(Yönetmen: Robert Mulligan / 1962)

The Ox-Bow Incident
(Yönetmen: William A. Wellman / 1942)

Anatomy of a Murder / Bir Cinayetin Tahlili
(Yönetmen: Otto Preminger / 1959)

 

Vizyonda bu hafta (18 Mart 2022)

Biri yerli yapım olmak üzere, dört yeni filme ev sahipliği yapıyor 18 Mart vizyonu!
Başrolünü Jake Gyleenhall’ün üstendiği Michael Bay imzası taşıyan aksiyonu yüksek yapım ‘Ambulance / Ambulans’ ve ‘yaman’ auteur Pedro Almodóvar’ın yeni filmi ‘Madres paralelas / Paralel Anneler’ notlarımız arasında!


PARALEL ANNELER

-Anneler, kayıplar ve acılar üzerine-

Pedro Almodóvar’ın yirmi üçüncü uzun metraj kurmacası, başrol oyuncusu Penélope Cruz ile ‘en iyi kadın oyuncu’ ve ‘en iyi orijinal müzik’ dallarında Oscar adayı olmuş bir dram. Performansıyla Venedik’te ‘en iyi kadın oyuncu’ seçilen Cruz’un bu ödülü dahil şu ana dek toplam on altı ödül eden yapım, aynı gün doğum yapan iki kadının öyküsü üzerinden Franco dönemi İspanya tarihi üzerine bir bellek çalışması. Bu açıdan önem arz eden hikâye, Almodóvar’ın bildik hassasiyeti ve duyarlılığından tanıdık birçok an içeriyor.
Hastanede doğumu bekleyen iki hamile kadın… Orta yaşlı, hesapta olmayan karnındaki bu çocuğu çok isteyen Janis ile korkularını aşamayan, pişmanlık dolu gencecik Ana. Hastanede tanışan, tamamen farklı iki kadın doğumu beklerken birbirleriyle çok şey paylaşırlar. Doğumdan sonra ortaya çıkan gelişmeler iki kadını beklenmedik biçimde bir araya getirecektir! Kader, seçimler, sürprizler, kötü tesadüfler, gerçekler, acılar, geçmiş, ülkenin toplumsal ve kişilerin şahsi tarihi üzerinden samimi ve hüzünlü bir melodram.
Penélope Cruz’un başrolde oldukça nüanslı bir oyunculuk sergilediği yeni Almodóvar filminde 1996 doğumlu aktris Milena Smit, Cruz’dan bayağı rol çalıyor! Israel Elejalde, Aitana Sánchez-Gijón ve yönetmenin keşfi, gedikli oyuncusu usta aktris Rossy de Palma oyuncu kadrosunu oluşturana diğer önemli isimler olarak öne çıkıyorlar. Filmdeki ana karakterin adını aldığı dev isim Janis Joplin’in seslendirdiği ‘Summertime’, soundtrack sürprizi!
Öyküde yer alan, ‘Yeşilçam olasılığı’ üzerinden ‘gerçekleşmesi zor ama kesinlikle imkânsız olmayan aksilikleri’ de ötelersek, baştan sona ilgiyle izletiyor kendini ‘Paralel Anneler’! Anneliğin sözlük anlamı, ebeveynlik, köklerimiz, yazgımız, kimlikler ve her şeye gölge eden acı dolu ülke tarihi. Faşist Franco döneminin faili meçhulleri üzerinden aileler… Yeni filizlenecek taze bir hayatın omuz başında yaşanan kocaman yaşlı tarih.  Yüzleşirken canlı tutmamız gereken hafızamız. Toplumsal hafıza, kişisel kayıp/kazanç öyküleri ile birlikte perdede. Has bir Pedro Almodóvar duyarlılığıyla! (4 / 5)


AMBULANS

-Nefes nefese!-

Laurits Munch-Petersen’in yazıp yönettiği Danimarka yapımı 2005 tarihli aynı adlı aksiyon gerilim filminin yeni beyazperde uyarlaması (yeniden çevirimi) türün ve gişenin iddialı isimlerinden Michael Bay imzası taşıyor. Hollywood’a Chris Fedak tarafından adapte edilen senaryo, Los Angeles fonunda bir gün içinde geçen ölümüne bir kaçma-kovalamaca öyküsü!
Başrollerini Jake Gyllenhaal ve yeni çevrilen ‘Candyman / Şeker Adam’ın Laneti’nden anımsayacağınız Yahya Abdul-Mateen II’nin paylaştıkları nefes kesici, tempolu suç öyküsünün belki de asıl yıldızı ‘ambulansta bulunan acil yardım görevlisi Cam Thompson’ rolünde izlediğimiz Meksikalı aktris Eiza González. Garret Dillahunt, Jackson White ve Keir O’Donnell, oyuncu kadrosunun öne çıkan diğer isimleri… Michael Bay’in on beşinci uzun metraj kurmacasında Roberto De Angelis’in Los Angeles’ın caddeleri, ara ve çıkmaz sokakları en nihayet otobanını görüntüleyen titiz ve çalışkan kamerası, filme artı değer ekliyor. Ambulans içi kapalı mekan çekimler de çok başarılı!
Eşinin ayrıntılı ameliyatı için paraya ihtiyacı olan eski bir asker, suç dünyasının kıdemlisi, birçok soyguna karışmış erkek kardeşinden yardım istediğinde, gün boyu sürecek ölümcül bir kaçışın tam ortasına düşeceğinin farkında değildir! Ters giden ve kaçış planları sekteye uğrayan soygunculardan ikisi, zorla gasp ettikleri bir ambulans, içindeki sağlık görevlisi ve yaralı bir polis rehineyle birlikte, neredeyse Los Angeles’ın bütün polislerinden kaçmak zorundadırlar.  
Biri evlatlık alınmış iki erkek kardeşin soygun ve kaçış öyküsü, duygusal anlar da içeriyor. Dostluk, kardeşlik, aile, ahde vefa, fedakârlık, yardımlaşma, ilk sahnesinden finale dek hop oturtup hop kaldıran nefes kesici aksiyonda kendine yer bulan kavramlar. Bu kadar da olmaz dedirten ve mantığı zorlayan kimi sahneleri ötelersek, kelimenin dolu anlamıyla, vaatlerini yerine getirip hoşça vakit geçirten, son derece sürükleyici bir seyirlik ‘Ambulans’! (3,5 / 5)

Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer iki filmine bakacak olursak…
Çin-ABD-İngiltere ortak yapımı animasyon ‘Duck Duck Goose / Neşeli Kanatlar: Büyük Göç’, Christopher Jenkins imzalı. Yaramaz bir kaz ile iki ördek yavrusu arasında yaşananlar, özellikle küçük yaştaki izleyicilere sesleniyor. 
Haftanın tek yerli yapımı ise bir belgesel. Mehmet Balaban ve Mehmet Ali Sevimli’nin birlikte yönettikleri ‘Orman Vatandır - Çanakkale Ruhu’, Çanakkale’deki ormanların barındırdığı hikâyeleri ve bu ormanları korumaya çalışan insanları alıyor odağına!

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! 

İyi seyirler herkese!


TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.


Vizyonda bu hafta (18 Mart 2011)

18 Mart haftası, altı yeni filme ev sahipliği yapıyor. Hepsi notlarımız arasında. İyi seyirler!

BENİM HİKÂYEM
John Berger’in bir ‘portre’ye bakıp yazdığı lezzetli satırlar gibi filmin anlatısı. Barney Panofsky ile tanıştırıyor öykü bizi. Her hayat gibi olağanüstü onunki de özünde… Doğmuş bir kere… Gençliğinden son nefesine dek yaşamına tanıklık ediyoruz Barney’nin. Gerçekleştirdiği üç evlilik, yaşadığı gerçek aşk, sevgili, eş, baba ve oğul olarak Barney Panofsky duruyor perdede. Yakın bir dostumuz o. Eski mahallemizden, sokağımızdan biri. Kuzenlerimizden, arkadaşlarımızdan… Belki de kendi hayatımız perdede duran. Paul Giamatti’nin müthiş bir olgunluk ve gerçeklikte canlandırdığı Barney Panofsky, akıldan çıkacak bir karakter değil. Baba Izzy’yi oynayan Dustin Hoffman, Rosamund Pike’ın üzerine giyindiği çok sevilen biricik eş Miriam ve Minnie Driver’ın enfes zengin Yahudi eski eş performansı… Kırk yıla yayılan bir dünya gündemi fonda. İnançlar, değerler, ekonomi, siyaset, felsefe, aile, aşk, dostluk, sanat, iş dünyası, sınıfsal durumlar, Yahudi gelenekleri, ahlak, baba-oğul ilişkisi, pişmanlık, sadakat, vicdan azabı, nefret, öfke, kısacası hayata dair ne varsa Barney’nin hikâyesinde duruyor. Küçük hesaplar, aşkın kelime anlamı, ham sevgi… Bir kral gibi gözüken ölü adam… Sonra adına ömür dediğimiz o yolculuğun gelip geçiciliği, aynı zamanda güzelliği, muazzamlığı, bizi biz yapan farklılıklar, büyüsü bozulmuş bir yerde ayakta kalma çabası, harcanmış bir hayatın biriktirilmiş çok özel anları, gelip geçicilik, izafiyet, sırtını koltuğa dayayıp dalıp gitmek karşındaki perdeye… Çok özel bir hikâye Barney’nin ki, hepimizinki gibi… (3,5 / 5)

PRESS
47. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Ulusal Yarışma’da yer alan ve ‘Jüri Özel Ödülü’ kazanan ‘Press’ önemli. Çok temiz ve düzgün çekilmiş film, 90’ların başında güneydoğu’da yaşanan gazeteci cinayetlerini, ‘Özgür Gündem’in içinden inceliyor. Ötelenmeyip, konuşulması gereken gerçekleri işaretlemesi açısından, cesur, insani ve samimi öyküsüyle önem arz ediyor. Her şeyden önce, gazetecilik mesleğine bir saygı duruşu bu film. Öykünün iç acıtan, karanlık ve gerçekçi atmosferine, sürekli ince bir mizahın eşlik ettiğini görüyoruz… Diyarbakır’dayız. Özgür Gündem’de çalışan bir grup genç gazetecinin maruz kaldığı baskılar, gerçekleri ortaya çıkarma gayretleri ve bin bir türlü engelleme karşısında meslek aşklarından en ufak bir parça yitirmeyip, daha da güçlenmeleri. Oyuncu kadrosu genç isimlerden ve amatörlerden kurulu yapımın yönetmeni ise, ilk kez ‘kamera’ diyen Sedat Yılmaz. Kendisini kutlamak ve takip etmek gerekli. (3,5 / 5)

LİMİT YOK
2006 yapımı Edward Norton’lu gizem yüklü romantik film ‘Sihirbaz / The Illusionist’ ve sistemi kıyasıya eleştiren savaş karşıtı 2008 tarihli ‘The Lucky Ones’la tanınan Neil Burger’in yönettiği ilginç gerilim ‘Limit Yok’, bir roman uyarlaması. Alan Glynn’ın 2001’de yayımlanmış ‘The Dark Fields’ adlı romanından uyarlanan yapım, Hitchcock sinemasına öykünmüş. Tabii, o yetkinliğe ulaşması için yüzlerce fırın ekmeğe gerek duysa da, yürüdüğü yol, usta yönetmenin güzergâhında. Kara filme saygılarını sunan yapım, özünde, ‘gücün’ doğasıyla ve bu güce ulaşmak için gerekli olan hırs ve istekle ilgili. İnsandaki doymak bilmez iştah ve ‘daha fazlasını istemek’ dürtüsüyle. ‘Want’ı kesemeyen sıradan insanın kitlelere hükmetmek ve güçlenmek arzusu, formülü bilinmeyen gizli ve gizemli bir ilacın yutulmasıyla birlikte tetikleniyor. Hayatına dair hemen her şeyden ümidini kesen kahramanımız, içtiği sıradan gözüken, minik hap yüzünden neredeyse bir ‘süperman’e dönüşür. Üstün bir zekâya, algılama gücüne ve beyninin neredeyse bütününü kullanarak, her alanda sınırsız yeteneklere sahip olan kahramanımız, ilacın yan etkilerini fark edince, yaşadığı tanımsız keyfin, hızla tehlikeli bir kâbusa dönüştüğünü görür. Uyarlandığı romanın aslından bir takım değişiklikler içeren senaryoda başrol, Bradley Cooper’a verilmiş. ‘The Hangover’ın yakışıklı yıldızına, dev aktör Robert De Niro ile geçtiğimiz yılın en iyi filmlerinden ‘Parlak Yıldız’ın güzel ve yetenekli aktrisi Abbie Cornish eşlik etmişler. Özenli kurgunun eşlik ettiği tempolu öykü, ‘fazlaca önem arz etmese de’ kendini rahatça izlettiriyor. (2,5 / 5)

BAĞLANMAK YOK
Komedi deyince Hollywood’un en kıdemli isimlerinden biri olarak akla gelen ve ‘Hayalet Avcıları / Ghost Busters’ yüzünden önemli bir saygınlığa sahip Ivan Reitman imzalı romantik komedi, Natalie Portman’la Ashton Kutcher’i buluşturuyor. ‘Siyah Kuğu / Black Swan’daki müthiş performansla Oscar’a uzanan Portman, ruhunda yatan siyah kuğuyu bu filmde ortaya çıkarmış. Demi Moore’un genç ve yakışıklı eşi olarak da magazin sayfalarından eksik olmayan aktör Ashton Kutcher, Portman’ın yanında pek sırıtmıyor. İkisi de kimyadan sınıfı geçiyorlar yani. Usta aktör Kevin Kline ise artık ‘olgun baba’ rollerine talip olduğunun altını çiziyor. Ağırlıklı olarak merkezine cinselliği yerleştiren ve duyguları işin içine katmadan sadece cinsel ortaklıkla ilişki yürüten bir çiftin aşkı keşfediş ve itiraf çabalarını öyküleyen yapım sevimli ama tamamen klişe düzlemiyle çabuk tüketilmeye mahkûm. Portman’ın biraz da ‘gişe’yi düşünmek gerek diyerek ‘soyunduğu’ proje, hedefine kolayca ulaşacak türden. (2,5 / 5)

DÜNYA İSTİLASI: LOS ANGELES SAVAŞI
Güney Afrika Cumhuriyeti’nden Hollywood’a sıçramış Jonathan Liebesman’ın yönettiği bilimkurgu aksiyon, oldukça militarist bir savaş filmi aslında. İlk filmi ‘Darkness Falls’, ardından 1974 yapımı klasik ‘Teksas Katliamı’nın öncesini anlatan ‘Texas Chainsaw Massacre: The Begining’ ve küçük bütçeli gerilim “The Killing Room” ile tanıdığımız yönetmen, maalesef  ‘District 9 / Yasak Bölge’ gibi müthiş bir işi imzalamış olan vatandaşı Neill Blomkamp’ın yeteneğinin çok uzağında. ‘Dünya İstilası: L.A. Savaşı’, içine uzaylıların karıştığı ‘Er Ryan’ı Kurtarmak’ ve ‘Kara Şahin Düştü’ arası bir iş olmuş. (Bu iki filmin kötü birer benzeri-kopyası olarak anlaşılsın lütfen) Bütün dünyayı istila eden kötü niyetli uzaylılara karşı kahraman deniz piyadelerinin Los Angeles’ta verdikleri savaşın öyküsü yansımış perdeye. Sanal ortamdaki savaş ve yok etme oyunları müptelalarını memnun edecek grafik ve mantığa sahip film, Amerikan ordusunu kutsamanın yanı sıra, içerdiği yüksek doz militarist bakış ile dikkat çekiyor. ‘Gelin, deniz piyadelerine katılın’ diye haykıran filmin başrolünü, böyle rollerde izlemeye pek alışık olmadığımız Aaron Eckhart üstlenmiş. Bu tip sert kadın rollerinin müdavimi Michelle Rodriguez, filmin öne çıkan diğer ismi. Uzaylı yaratıklara kafadan düşman olarak bakan ve kanlı istilanın, Amerikan ordusunun kahraman askerleri tarafından bertaraf edilişine tanıklığa davet edildiğimiz yapım, birkaç özel efekt haricinde hemen hiçbir yerinden kurtarmıyor. Üzerine çok uzun şeyler yazılabilir ama ne gereği var? (1,5 / 5)

ÇINAR AĞACI
Emekli öğretmen Adviye hanım, dört çocuğu, torunları, yanından hiç ayırmadığı gramofonu, plakları, çiçekleri, Atatürk portresi ve sandığı… Küçük torunu Barış’la arasında müthiş bir ilişki olan yaşlı kadın, hayat şartlarından ve günümüz gerçeklerinin geldiği noktadan pek memnun değil. Özel hayatlarında türlü problemler yaşayan çocukları, onu bir huzurevine yerleştirmek istiyorlar üstelik. Önemi gün geçtikçe yok olan bir sürü değer gibi Adviye hanım da hayatının son günlerinde büyük bir yalnızlık içinde. İki ayda bir, bütün ailenin buluştuğu ve piknik yaptığı ulu çınar ağacının gölgesinde büyük hüzünler yaşanıyor. Handan İpekçi’nin yönettiği dramın başrollerini Celile Tolon, Nurgül Yeşilçay ve minik oyuncu Deniz Deha Lostar paylaşıyorlar. Hüseyin Avni Danyal, Settar Tanrıöğen, Ragıp Savaş, Jülide Kural, Suzan Aksoy, Nejat İşler, Ebru Özkan ve usta aktör Erol Keskin, kalabalık kadronun diğer isimleri. ‘Babam Askerde’, ‘Küçük Adam Büyük Aşk’ ve ‘Saklı Yüzler’ ile tanıdığımız Handan İpekçi, bu kez çok başarılı olamamış. Senaryo, özellikle diyaloglar, doğal ve samimi değil. Diyalog yazımı oldukça hafife alınmış gibi. Öykünün ruhunu yansıtan hüzünbaz ve sistemi eleştirel taraf, çok ‘güdük, kaba’ kalmış. Ne denli çok örnek var beyazperdede bu ve benzeri meseleleri sinemalaştıran. Örneğin, Bertrand Tavernier’in 1984 tarihli enfes ‘Un dimanche à la campagne / Kırda Bir Pazar’ı var. Giuseppe Tornatore’nin, Hollywood versiyonu da çekilmiş 1990 yapımı klasiği ‘Stanno Tutti Bene / Herkesin Keyfi Yerinde’si var. Olivier Assayas’ın 2008 tarihli zarif filmi ‘L'heure d'été / Yaz Saati’ var. Var da var yani… Yavuz Özkan’ın ‘Yengeç Sepeti’ var mesela. Eli çok elverişliyken, bunu değerlendiremeyen bir film çekmiş İpekçi. Oluşlar karşısında, ağlayayım mı, güleyim mi bilemiyorsunuz. Filmdeki bu zaaf, bilinçli bir ayrım değil tabii. Hüzün ve neşenin at başı gittiği, aynı hayat gibi bir dengeyi kuramamış yönetmen. Ama filmin son tahlilde, özellikle belirli bir yaş grubunu ağlatacağı kuşkusuz. Kadronun en iyi oyuncusu ve filmin kazancı ise, 2004 doğumlu Deniz Deha Lostar. Minik oyuncunun sahici performansı pek yaman. (1,5 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar