Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

16 EYLÜL 2022

15 Eylül 2022 Perşembe 15:00
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Dünya genelinde altı milyondan fazla, ülkemizde yüz binin üzerinde can kaybına yol açan Koronavirüs (COVID-19) belasından, aşılarımızı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak, maskelerimizi kapalı alanlarda ve toplu taşıma araçlarında çıkartmamaya çalışarak korunmaya devam ediyoruz. Umuyoruz çok yakında bu beladan kurtulacağız tamamen!
Tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde sinema salonları yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler umduğumuz o ki, bir daha kapanmamak üzere açılıyordu! Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdim sizlere! 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaştım. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ni sizlerle buluşturdum. Sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film önerdiğim ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bölüm ve geçmiş vizyon haftalarını anımsadığımız ‘Tarihte Bu Hafta’ adlı bölümler devam edecek!

Önce sağlık; gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yem olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Muerte de un ciclista / Bir Bisikletçinin Ölümü
(Yönetmen: Juan Antonio Bardem / 1955)

La grande guerra
(Yönetmen: Mario Monicelli / 1959)

Tutti a casa / Vatana Dönüş
(Yönetmen: Luigi Comencini / 1960)

I fidanzati
(Yönetmen: Ermanno Olmi / 1963)

Profumo di donna / Kadın Kokusu
(Yönetmen: Dino Risi / 1974)

 

 

Vizyonda bu hafta (16 Eylül 2022)

Üçü yerli yapım olmak üzere toplam sekiz yeni film merhaba diyor yeni haftaya!
Usta sinemacı François Ozon’un büyük usta Fassbinder’dan yaptığı adaptasyon ‘Peter von Kant’ haftanın notlarımız arasında yer alan tek yenisi.

 

PETER VON KANT

-Usta yönetmene içerden bakış-

Kameranın sadece kadınları görüntülediği Fassbinder ustanın başyapıtlarından ‘Die bitteren Tränen der Petra von Kant / Petra von Kant’ın Acı Gözyaşları’nın gözyaşsız ve kameranın önüne farklı cinsiyetler koyarak baştan yaratılan uyarlaması, yaman sinemacı François Ozon imzalı! 

Kült oyun/film adaptasyonunda ‘Petra karakteri’, Rainer Werner Fassbinder’ı epeyce andıran ünlü film yönetmeni Peter von Kant’a dönüşmüş! Peter, neredeyse eziyet çektirdiği, sürekli bağırıp çağırdığı ve aşağıladığı asistanı Karl ile birlikte yaşamaktadır. Yıldız oyuncu Sidonie’nin tanıştırdığı gencecik Amir’e aşık olur Peter. Amir’le birlikte yaşamaya başlayan ve genç adama sinema dünyasına girmesi için elinden gelen yardımları sunan Peter’in iç dünyasında büyük fırtınalar kopmaktadır! 

Aşk, sevgi, yaratım, takıntı, ilham, ün, aşağılama, baştan çıkarma, annelik, babalık ve dünyayı sarıp sarmalayan yalnızlık… Fassbinder ustaya gerçek bir saygı duruşu olarak nitelenebilecek dram, aynı zamanda sinemacının farklı derinliklerine bakma gayretinde olan bir biyografi! Berlin’de Altın Ayı adayı olan yapımda başrolde Fransız aktör Denis Ménochet’i izliyoruz. Khalil Ben Gharbia, Stefan Crapon, Aminthe Audiard’ın yanı sıra Isabelle Adjani ve Fassbinder’ın sabık oyuncusu Hanna Schygulla diğer önemli rolleri üstleniyorlar. Ménochet’in ‘yönetmen’ rolünde döktürdüğü performansına bütün oyuncu kadrosu olanca nüansla eşlik ediyor. 

François Ozon’un 2000 tarihli ünlü filmi ‘Gouttes d'eau sur pierres brûlantes / Kızgın Taşlara Düşen Su Damlaları’nın Fassbinder’ın ‘Tropfen auf heisse Steine’ adlı sahne oyunundan uyarlandığını anımsarsak, yirmi üçüncü uzun metrajında Fassbinder’a dönüp bakmasını kolaylıkla ‘anlayabiliriz’. Ruhunda kopan fırtınalarla özel hayatını sanatla harmanlayan ‘zor’ fakat ‘insan’ bir yaratıcının ‘içerden’ portresi duruyor perdede. Fassbinder sinemasında gezinmek ve son derece incelikli tahlile tanık olmak için kaçırmamanız gerekli bir film ‘Petra von Kant’! Hatta sezonun en iyilerinden. (4,5 / 5)


Haftanın diğer yenilerine bakacak olursak…

Brett Morgen’in yönettiği ve galası Cannes Film Festivali’nde gerçekleşen müzikal belgesel ‘Moonage Daydream’, efsane İngiliz müzisyen ve şarkıcı David Bowie’nin müzik ve sanat serüvenini, ardında bıraktığı ölümsüz mirası yansıtıyor perdeye.     

‘Three Thousand Years of Longing / Üç Bin Yıllık Bekleyiş’, fantastik ve romantik bir dram! Usta sinemacı George Miller’ın İngiliz yazar A.S. Byatt’ın ‘The Djinn in the Nightingale’s Eye’ adlı kısa öyküsünden yaptığı uyarlama, yalnız ve bilge Alithea’nın, İstanbul’da bir otel odasında bir kavanoza hapsedilmiş bir cin ile karşılaşmasını ve aralarındaki anlaşma sonucu yaşadıklarını öykülüyor!  Yıldız isimler Tilda Swinton ve Idris Elba’ya Türkiyeli aktris Ece Yüksel de eşlik ediyor.

İngiliz Ol Parker’ın yazıp yönettiği romantik komedi ‘Ticket to Paraside / Cennete Bilet’te başrolleri Julia Roberts ve George Clooney üstleniyorlar. Evlenmek üzere olan kızlarına mani olmak için aralarındaki anlaşmazlıkları arkalarında bırakarak birlikte hareket eden boşanmış bir çiftin öyküsü!

Japonya yapımı animasyon ‘Doragon bôru sûpâ: Sûpâ hîrô / Dragon Ball Super: Super Hero’, Tetsuro Kodama imzalı. Akira Toriyama’nın çizgileriyle 1984 yılında manga olarak başlayan ‘Dragon Ball’ fenomeninin yeni sinema filmi. Goku’nun geçmişinde karşı karşıya geldiği Red Ribbon Army’nin yarattığı iki yeni androide karşı verilen mücadeleyi izliyoruz.

Devrim Yalçın’ın yönettiği, senaryosunu Ebru Erten’in yazdığı romantik komedi ‘Burçlar’, iş insanı Burcu’nun, düşkün olduğu astrolojinin kendi hayatına etkilerini deneyimlemesini konu alıyor. Başrolleri Ali Ersan Duru, Gözde Mutluer, Ferman Akgül ve Cengiz Küçükayvaz üstleniyorlar. 

‘Cânn’, Eren Ergin’in yazıp yönettiği bir korku denemesi. Üniversite sınavına hazırlandığı dönemde kötüleşen ve kendisine bir takım doğaüstü varlıkların musallat olduğu söylenen Beren ve ailesinin dehşet dolu öyküsü. Sahra Yalçın, Alihan Demirbilek, Ekrem Türker, Berda Akar ve Brian Egemen Celbiş, oyuncu kadrosunda yer alan isimler.

‘Dokunma Hurdacının Kızı’, genç öğrencisi Kader’in hastalığına çare olabileceğini öğrenen öğretmen Hediye’nin hikâyesi. Hüsnü Hakan Gürtop imzalı dramın başlıca rollerinde, Fatma Yılmaz, Faruk Sofuoğlu, Ferhat Göçer ve Murat Emre Üstün’ü izliyoruz.


İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın!

İyi seyirler herkese!

 

 

TARİHTE BU HAFTA

On bir ve altı yıl öncesine, 2011 ve 2016 yıllarına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (16 Eylül 2011)

Vizyona ‘merhaba’ diyen film sayısı dörtken, adına basın gösterimi düzenlenmeyen ‘Karadedeler Olayı’ notlarımız arasında yer almayan tek yapım. Ülkemizin, ‘Blair Cadısı’na cevabı olduğu konuşulan, bütün gözlerden kaçırılarak tansiyon ve gizem artışı hedeflenen yerli yapım, bir belgesel olduğunu söylüyor. Her türlü yaşa ve zevke seslenen hafta, bir hayli ilginç seçeneklere sahip. İyi seyirler herkese!

 

KOVBOYLAR VE UZAYLILAR
Hollywood, uzaylıları; vahşi batıya da monte etmeyi başardı sonunda. Kovboylar ve Kızılderililer, topla, tüfekle, okla, mızrakla, batının zengin altın rezervinin peşine düşmüş kötü niyetli uzaylılarla savaşıyorlar. Beyaz adam, kısa bir süreliğine, ezeli düşmanı Kızılderililerle barışıp, kendi zenginliğini çalmak üzere topraklarına dek gelmiş kötücül uzaylılarla kapışıyor. Yürütücü yapımcıları arasında, kârlı işlerin kokusunu çok uzaklardan alan Steven Spielberg’in de bulunduğu bilimkurgu western’in yönetmen koltuğunda, ‘Iron Man’ serilerini de imzalamış aktör-yönetmen Jon Favreau oturuyor. 1800’lerin son çeyreğine girerken, façası bozuk, iri kıyım yabancı yaratıkları taşıyan koca bir uzay gemisi, Arizona topraklarına iniyor. Amaçları, değerli maden ‘altın’ı hortumlamak. Ama karşılarında, hesaba katmadıkları bir canlı var. Canlıların en vahşisi olan insan… . Aman yanlış anlaşılmasın. Film böyle demiyor tabii. Bu bizim yorumumuz… Öyküde, kovboylar, iş sıkıya gelince; Kızılderililerle, Meksikalılarla bir araya gelip, ‘kahramanca’ savaşıyorlar kendilerinden kat be kat üstün olan uzaylılarla… Bir kahramanlık destanı duruyor bir bakıma perdede. ABD, bütün çıkarları bir yana bırakıp tehditkâr ‘yabancı’ uzaylılara karşı savaşıyor ve altını tamamen koruma altına alınca da, haydi bakalım kuralım müreffeh ülkemizi diyor. Sistem bir kere daha başarıyla test ediyor kendini ve bir kez daha ABD’nin kurucusu o kahraman kovboyları! saygıyla anıp, geçmişiyle övünüyor. Vaziyet oldukça Amerikan yani. Bu muhafazakâr, fazlasıyla cumhuriyetçi resmin ardında Scott Mitchell Rosenberg diye bir adamcağız var. Kendisi, Platinum Stüdyoları’nın kurucusu. Eğlence sektörünün bu ünlü şirketi, çizgi roman karakterlerini barındıran dünyanın en geniş bağımsız kütüphanesini de kontrol ediyor. Bu karakterler; televizyona, sinemaya, yazılı ve görsel medyaya adapte edilirken bu şirketle görüşülüyor. Tehlikeli (!) bir adam yani bu Scott Mitchell Rosenberg. ‘Kovboylar ve Uzaylılar’ bu tehlikeli adamın fikriymiş aslen. Ardından bir dolu tehlikeli adam bir araya gelip hayata geçiriyorlar projeyi. Başrolde, ‘yeni James Bond’ Daniel Craig var. Kendisi sözüm ona hep bir kovboyu canlandırmak istemiş. Başarılı olmuş mu; orası tartışma götürür işte. Yıldızın yanında bir başka usta aktör; geleceğin ABD başkan adaylarından Harrison Ford duruyor. Uzaylı filan dinlemiyor ‘baba aktör’. Kırıp geçiriyor ortalığı. Sam Rockwell, Paul Dano, Clancy Brown, Adam Beach, Keith Carradine, kadronun diğer önemli isimleri. İlk sahneler, filmin bütününe göre oldukça başarılı. Başlardaki atmosferde klasik westernin hemen bütün öğelerine rastlamak mümkün. Fakat süre ilerleyip, uzaylılar arzı endam ettikçe, yani çetrefilleştikçe öykü, perdedeki ‘iş’ birden intifa kaybetmeye başlıyor. Sarktıkça sarkıyor film. Saçmaladıkça saçmalıyor hikâye. Büyük, dinmesi mümkün görünmeyen bir gürültü, müthiş bir karambol, görüntü kirliliği içinde anlamsızca, inanılmaz biçimde uykunuz geliyor. Filmin ikna edici tek yanının, başka bir gezegenden dünyamıza gelen yaratığı canlandıran ‘fazla güzel’ aktris Olivia Wilde olduğunu söylememiz gerek. Oyuncunun, bu dünyaya ait bir güzellik olmadığı konusunda hemfikir oluyoruz ilk kez yaratıcı kadroyla. Son tahlilde, büyük üstat Yılmaz Atadeniz’i düşürüyor akla film elde değil. Şu imkânlar, para pul, teknoloji, ekipman, Yılmaz babanın elinde olsa, neler yapardı usta sinemacı diye düşünüyorsunuz koltuğunuzda; Harrison Ford ve Daniel Craig, aynı karede dünyanın en sevimsiz ikilisini oluşturmuşlarken... Yıldızlı bir veriyorsunuz filme, ‘evimden uzak, yalnız bir kovboyum’ nasılsa diyerekten.

 

GOETHE’NİN İLK AŞKI
Gerçek bir öyküden uyarlanmış 2008 tarihli tarihi macera-dram ‘Nordwand / Kuzey Yamacı’nın yönetmeni Philipp Stölzl’ün yeni filmi, ünlü Alman edebiyatçı Goethe’nin gençlik yıllarına götürüyor bizi. Stölzl, hikâye anlatmayı iyi bilen bir sinemacı. Bunun yanında kadraja, biçime, neyi nasıl anlattığına önem veren bir isim. ‘Weimar Klasik’ olarak adlandırılan edebiyat ekolünün, ‘Fırtına ve Coşku / Sturm und Drung’ döneminin en önemli öncüsü ve temsilcisi olan Johann Wolfgang von Goethe’nin (1749 – 1832) gençlik yıllarına bakıyor bu kez Philipp Stölzl. Henüz 25 yaşındayken ülkesinde ve bütün Avrupa’da üne kavuşan yazarın 1774’te yayımlanan ünlü eseri ‘Genç Werther’in Acıları’nı kaleme alma öyküsü yansımış perdeye. Yani Goethe’nin gençliği ve onu ‘Goethe’ kılan eserini yazdıran büyük aşkı Lotte Buff ile olan ilişkisi. Frankfurt’un tanınmış ailelerinden birinin çocuğu olarak dünyaya gelen Johann Goethe’nin hukukçu babası, her baba gibi; oğlunun ciddi ve kabul görür bir meslek sahibi olmasını istemekte ve oğlunun yazı hevesini, karalama olarak görmektedir. Hukuk eğitimini tamamlayan ve doktora tezi üzerinde çalışan Goethe, babasının teşvikiyle Wetzlar Alman Yüksek Mahkemesi’ne staja gider. Kıdemli meslektaşı Albert Kestner’la aynı kadına, Lotte Buff’a aşık olur. Buff ailesi ise, Lotte’nin maddi zorluklar yüzünden nüfuzlu ve zengin bir adam olan Kestner’la nişanlanmasını istemektedir. Nişan gerçekleşir. Bu esnada Goethe’nin en yakın dostu olan meslektaşı Wilhelm Jerusalem’de evli bir kadını sevmektedir ve bu imkânsız aşkı yüzünden intiharı seçer. Bütün bu gelişmeler sonucu, büyük yankı uyandıran ve Avrupa’daki gençlerin aşk intiharlarına yönelmesine neden olacak denli gerçekçi bir anlatıma sahip ‘Genç Werther’in Acıları’ çıkar ortaya. Aşk, dostluk, edebiyat, gerçeğin soğuk yüzü ve kelimelerin gücü… Stölzl, elindeki malzemeden, çok ağdalı olmayan, Goethe’nin eserlerinin dayandığı derin temelleri göz ardı eden, daha hafif bir metin çıkarmış ortaya. Bilerek yapmış bunu. İki genç insanın aşkından yola çıkarak, aşk acısından doğan felaketleri ve bu felaketlerin beslediği olağanüstü anları, durumları, onların tetiklediği farklı başlangıçları, verdiği esinleri ve esinlerin sonucu olan büyük eserlerin öyküsünü anlatmış. Edebiyatın çok önemli isimlerinden Goethe’nin ‘olma’ sürecine değinirken, aslında sokaktaki herhangi bir adamın aşk için yapabileceklerini ve gideceği son noktayı merkez seçmiş kendine. Üç başrol oyuncusu, Alexander Fehling, Miriam Stein ve kadronun uluslararası isimlerinden Moritz Bleibtreu’nun performansları çok iyi. Kolja Brandt imzalı görüntü yönetimi ve Ingo Frenzel’in orijinal film müziği de çok şey katmış Stölzl’ün filmine. Kusursuza yakın sanat yönetimi ve akıllı yapım tasarımıyla, işlediği dönemin yapısı ve ruhunu da başarıyla yansıtan serbest uyarlama, sınırlarını iyi çizen ve hedefini bulmuş bir yapım. ‘Melankoli sendromu’ değil, ‘intihar’dır ölüm sebebi, imkânsız aşka düşmüş aşığın. Aşk ve ölüm birer seçimdir.

 

ÇILGIN ÇOCUKLAR
Tarantino’nun ‘kankası’ Robert Rodriguez’in, kendi çocukları için tasarladığı ve 2001’de hayata geçirdiği ‘Spy Kids’ serisi dördüncü filmle sürüyor. Özellikle, 10 yaş ve altına seslenen filmin en önemli özelliği, beyazperdeyi dördüncü boyutla, yani ‘aromascope’ ile tanıştırması. Koku alma duyusuna seslenen teknoloji sayesinde, filmdeki bazı özel kokuları elinizdeki kartlara dokunarak hissedebiliyorsunuz. Bir ilk… Meseleyi kavrayınca, kalktık gittik bütün ekip. Basın gösteriminde bizim sırada Mehmet Açar, Murat Özer, ben ve Uğur Vardan yan yana oturuyoruz. Gözümüzde üç boyut gözlükleri, elimizde bir karton. Üzerinde 1’den 8’e dek numaralar var. Derken film başlıyor. Ekranda bir numara beliriyor filmin bir yerinde. Örneğin: 2. Numarayı görünce, elinizdeki kartonda 2’nin üzerine parmağınızı sürüyorsunuz ki perdedeki görüntünün kokusunu alabilesiniz. Sekiz numaraya da sürdük parmakları büyük bir itinayla (her iki elin baş parmağını dışarıda bırakmak suretiyle), sonuç şu: bütün kokular birbiriyle aynı. Mutfak pastırma kokuyor deniyor filmde. ‘1’ yanıp sönüyor; hemen ‘1’e sürülüyor parmak. Ne pastırma ne bir şey. Hani o pastırma dedikleri ‘bacon’ diyeceksiniz; e köpek gaz çıkarıyor; numara 8; o da aynı koku. Var bu işte bir yanlışlık. Bütün kokuların ortak paydası, kokulu silgi veya araba parfümü. Arada Murat Özer’e soruyorum sıkılarak; ‘aynı kokuyor değil mi’ diye? Uğur Vardan sağımda kokluyor da kokluyor parmakları. Mehmet Açar, arada gülümsüyor; vakur halinden sıyrılarak… Velhasıl kelam bitti film; zor attım kendimi lavaboya; parmakları yıkayacağım. O an düşünüyorum; yahu diyorum; ben de hep düşündüm şu filmlere eşlik edecek koku işini. Ne güzel olurdu, Bogart’ın sigarasının kokusunu, Lauren Bacall’ın parfümünü ne bileyim, ‘Kadın Kokusu’nda Al Pacino’nun duyumsadıklarını, Tom Tykwer’ın ‘Koku’sundaki bütün kokuları aynen koklayabilmek. ‘Kızarmış Yeşil Domatesler’i, ‘Çikolata’yı izlerken salona yayılan aromaların çeşitliliği. Emmanuelle’in ten kokusu örneğin… Filmden tamamen uzaklaştık bunun  farkındayım ama Rodriguez’in serinin devamını sağlamak için bulduğu bu zorlama formül dışında anlatacak hemen hiçbir yanı yok perdedekinin. Kırklı yaşlarımı sürüyorken, filmin tek numarası Jessica Alba’yken, Antonio Banderas ve Carla Gugino’da Rodriguez’i terk edip gitmişken, ajan çocukları ve robot köpekleri, kokulu silgi aroması eşliğinde izlemenin bir getiresi olmayacağını fark ettim bünyeye. Sokak, sonbahar yaprağı kokuyordu dışarı çıktığımızda; belki de, bu koku meselesi ilerde çok gelişecek ve ne bileyim, ne isterse onu koklayabilecek izleyici diye düşündüm; sonra birden ayrımına vardım; hayal gücünü hızla öldürdüğümüzün. Her burnun koku almadığı gerçeği ve her oluşun size göre başka kokabileceği de düştü aklıma. Nina Ricci’ydi tercihim örneğin Jeanne Moreau ablada…

 

 

Vizyonda bu hafta (16 Eylül 2016)

Yeni haftanın beraberinde getirdiği film sayısı dört. Popüler bir seriye dönüşen romantik komedi Bridget Jones, ‘Bridget Jones’s Baby / Bridget Jones’un Bebeği’ adlı yeni filmiyle 14 Eylül Çarşamba günü erken vizyon görüyor. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.

 

KÖSTEBEK
Daniel Ragussis’in ilk uzun metrajı, politik tatlar içeren bir suç dramı. Başrolü, ‘Harry Potter’ karakteriyle ünlenen İngiliz aktör Daniel Radcliffe üstleniyor. İdealist, kendi halinde ama saha görevlerinde tecrübesi olmayan FBI ajanı Nate Foster, beyazların üstün ırk olduğunu savunan yasa dışı bir organizasyonun içine sızma görevi alır. Yeni kimliği ve tipiyle, bir yandan oyunu kurallarına göre oynamaya çalışırken bir yandan da inandığı değerlerden taviz vermemeye çalışır. Usta aktris Toni Collette’nin, Radcliffe’e eşlik ettiği gerilimi yüksek yapım, ABD’de sayıları her geçen gün artan radikal örgütlere ve yükselen ırkçılığa ciddi bir bakış atma gayretinde. Türün ve meselenin iyi örneklerine baktığımızda etkisi düşse de, kendini izletmeyi başarıyor ilk yönetmenlik denemesi. (2,5 / 5)

 

KALANDAR SOĞUĞU
Mustafa Kara imzası taşıyor ‘Kalandar Soğuğu’. Karadeniz’in bir dağ köyünde, sert ve acımasız doğa şartlarının yanı sıra, onca imkansızlık, yoksunluk ve yoksullukla mücadele eden aile üyeleri, daha iyi bir yaşam umuduna sarılırlarken, müthiş görüntüler asılı kalıyor zihne. Ailenin babası Mehmet, elinde avucunda tuttuğu birkaç hayvanıyla gündelik ihtiyaçları temin ederken, önüne geçilmez bir tutkuyla maden rezervleri aramaktadır dağlarda. Bazı anlar usandırıcı, umutsuz bir çabaya dönüşen değerli maden bulma gayreti, yeni bir umuda bırakır bir süre sonra kendini. Artvin’de gerçekleşecek boğa güreşlerine katılacaktır Mehmet. Küçük oğlunu ve gözü gibi baktığı boğasını da yanına alıp, yola düşer.  Doğa-insan-hayvan gerçeğinin, etkileyici ve dokunaklı bir hayatta kalma mücadelesini renklendirdiği öykü, oldukça –belki de tamamen- ‘içerden ve samimi’ bir biçimde yansımış perdeye. Tokyo Film Festivali’nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü kazanan belgesel ruhlu dram, 52. Antalya Film Festivali’nde ‘Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödülü’nün yanı sıra, ulusal yarışmada ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ve En İyi Müzik’ ödülleri ile birlikte, uluslararası yarışmada da ‘En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün sahibi olmayı başarmıştı. 35. İstanbul Film Festivali’nde ise aralarında, ‘En İyi Yönetmen’, ‘En İyi Erkek Oyuncu’, ‘En İyi Görüntü Yönetimi’ ve ‘En İyi Kurgu’ olmak üzere toplam dört ödüle ulaştı sarsıcı yapım. Haydar Şişman, Nuray Yeşilaraz ve Hanife Kara’nın öne çıkan rolleri üstlendiği başarılı filmin, yalnızca ‘umut’lu ve tartışılabilir finaline şahsi itirazım! Ötesi gerçek bir başarı fikrimce. (3,5 / 5)

On dört Eylül Çarşamba günü vizyon görecek olan Renée Zellweger’li ‘Bridget Jones’s Baby / Bridget Jones’un Bebeği’ ve başrolünü Yavuz Seçkin’in üstlendiği yerli komedi ‘Yıldızlar da Kayar: Das Borak’, haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenileri. Tekrar iyi seyirler herkese. 

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar