Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

14 OCAK 2022

13 Ocak 2022 Perşembe 20:09
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!  
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık! 
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yen olmayın bir de!


ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Journal d'un curé de campagne / Bir Taşra Papazının Güncesi
(Yön: Robert Bresson / 1951)

Les enfants du paradis / Cennetin Çocukları
(Yönetmen: Marcel Carné / 1945)

The Life and Death of Colonel Blimp / Kahraman Subay
(Yönetmen: Michael Powell – Emeric Pressburger / 1943)

Brief Encounter / Kısa Tesadüfler
(Yönetmen: David Lean / 1945)
 
Pyat vecherov / Beş Akşam
(Yönetmen: Nikita Mikhalkov / 1979)

 

Vizyonda bu hafta (14 Ocak 2022)

Yeni hafta, üçü yerli yapım olmak üzere beraberinde sekiz yeni film getiriyor!

Wes Craven imzasıyla ilk kez 1996’da karşımıza çıkan ve popüler bir seriye dönüşen korku filmi ‘Scream / Çığlık’, perdeye yansıyan ‘yeni nesil’ beşinci bölümüyle notlarımız arasında! Aksiyonu yüksek ‘ajanlı’ macera ‘The 355 / Kod 355’ de öyle!


ÇIĞLIK

-En önemli kuralı asla unutma. Katil daima yakınındadır!

Hayata 2015’de veda eden korku-gerilim türünün usta yönetmeni Wes Craven’ın 1996’da imzaladığı, senaryosu Kevin Willamson tarafından kaleme alınan gerilimli korku filmi ‘Scream / Çığlık’, gişe başarısını da ardına alarak türün ikon filmlerinden biri haline geliyor ve 1997’de gelen devam filmiyle kült bir seriye dönüşüyordu! Mevzunun duayeni Craven, 1984’de türe armağan ettiği ‘A Nightmare on Elm Sokağı / Elm Sokağı Kabusu’nun ardından yeni bir popüler korku serisini kazandırıyordu beyazperdeye. 
Neve Campbell, Courtney Cox ve David Arquette’in başı çektiği ana ekip, 1996’daki ilk filmin ardından 1997, 2000 ve son olarak 2011’de, dört filmde tekrar buluştular serinin ve türün hayranlarıyla… Korku sinemasında seri katillerin ve kurbanların kurallar kitabını itinayla yazan dehşet dolu ve kanlı öyküler, farklı katil karakterleriyle tanıştırdı bizi. 2015-2019 tarihleri arasında üç sezon boyunca 29 bölümle bir Televizyon dizisi olarak da hayranlarıyla buluştu ‘Scream / Çığlık’!
Serinin beşinci filmi, orijinalinden tam yirmi beş yıl sonra tekrar beyazperdede! Craven’ın yokluğunda, kariyerlerini korku-gerilim türünde yapmayı uygun bulmuş, aynı zamanda türün hayranı olan iki sinemacı birden oturuyor yönetmen koltuğunda. Korku ikilisi olarak yollarına devam eden, ‘Southbond’ ve ‘Ready or Not / Saklambaç’ filmleriyle tanınan Matt Bettinelli-Olpin ile Tyler Gillett… Beşinci bölümün senaryosu, karakterleri ve ana öyküsü ‘yaratam’ Kevin Wiliamson’un yanı sıra James Vanderbilt ve Gary Busick imzası taşıyor.
Wes Craven’a adanan yeni filmde, ana kahramanımız Sidney Prescott cinayet kasabası Woodsboro’ya geri dönüyor! Çünkü ünlü hayalet maskesini takıp, kostümünü giyen yeni bir katilimiz var ve kanlı cinayetler yeniden başlamış durumda. Korkusuz TV muhabirimiz Gale Riley ve eski kahraman şerifimiz Dewey Riley’de kolları sıvıyorlar tabii. Kasabanın kanlı ve ölümcül tarihine, henüz ilk cinayetlere uzanan sırlar, bir grup gencin etrafında bir bir ortaya saçılırken, yeni kurbanlar ‘bildik’ dehşeti yaşıyorlar!
Eski dostların yanına eklemlenmiş, ‘Dennis Quaid ve Meg Ryan’ın oğulları Jack Quaid, Melissa Barrera, Jenna Ortega, Dylan Minnette ve Mikey Madison’dan oluşan yeni nesil oyuncu grubu gayet iyi. Elini korkak alıştırmayan, kan revan öykü, orijinal filmin ve Wes Craven’ın mirasını başarıyla sürdürmüş. Hatta ilk filmin ardından, belki de beş filmlik serinin en iyi ikinci filmi duruyor perdede! Cin buluşlar, ürpertici atmosfer, egemen yönetmenlik ve sıkı ‘kamera’, bir miktar fazla açıklamalı hatta geveze ‘izahatlı öykü tarihinin’ sıkıcı yanını törpülemeyi başarıyor. Koltuktan sıçrama garantili yeni bölüm, ‘Scream / Çığlık’ fanatiklerini fazlasıyla mutlu edecektir! (3,5 / 5)


KOD 355

-Birlikteyiz, güçlüyüz!-

‘Birlikte çalış ya da yalnız öl’ diye yazıyor aksiyonu yüksek yapımın tanıtımında! Yapımcı ve senarist kimliğiyle tanınan, 2019’da ‘X-Men: Dark Phoenix’ ile Marvel evrenine bulaşıp, yönetmenlik koltuğuna da oturan İngiliz sinemacı Simon Kinberg’in ikinci uzun metraj yönetmenlik denemesi, James Bond 007 maceralarına öykünen bir aksiyon! Bu kez gizli ajanlar kadınlar! CIA, MI6, Alman istihbaratı ve Çin devletine bağlı çalışan dört cesur ajan, Kolombiyalı bir psikolog ile birlikte, Bond filmi klişelerinde yer aldığı gibi, ‘tehlikeli ellere geçen çok gizli bir silahın geri alınması için’ güçlerini birleştirirler…
Dünyayı kurtaran kadınların hareketli ve tempolu macerasında Jessica Chastain ile birlikte Pénelope Cruz, Diane Kruger, Lupita Nyong’o ve Bingbing Fan, kahramanlar cephesini oluşturan yürekli kadınları canlandırıyorlar! Sebastian Stan, Edgar Ramirez ve Jason Flemyng, kadronun öne çıkan diğer isimleri. ABD-Çin ortak yapımı aksiyon, Fas, Londra, Washington, Paris ve Şanghay’da çekilmiş. Theresa Rebeck’in öyküsünden, Rebeck ve Simon Kinberg’in birlikte kaleme aldıkları senaryo, ‘bu kadarı da olmaz’ denen ayrıntıları, boşlukları, mantık sapmalarıyla bir ajan filminden beklenen bazı pırıltıların uzağında dursa da, kimi gerçekçi detayları, erkek dünyaya inat perdeye kadın kahramanları taşıması, iyi çekilmiş aksiyon sahneleriyle rahatlıkla izletiyor kendini. Bond geleneği olarak, birden fazla önemli lokasyonu iyi kullanan yapım, İngiliz görüntü yönetmeni Tim Maurice-Jones’un usta kamera kullanımıyla ‘doğal’ bir etki de yaratıyor perdede. 
Adını, ABD’nin kurulmasıyla sonuçlanan ‘Amerikan devrimi / Amerikan Bağımsızlık Savaşı’ sırasında bir kadın casusun kod adından alıyor yapım. Omuz omuza verince voltran’ı oluşturan ajan grubunun ‘Üç Silahsörler’ çağrışımlı öyküsü, hoşça vakit geçirten ve gişe başarısına göre bir seriye dönüşmesi muhtemel bir seyirlik. İki buçuktan üç! (3 / 5)

  
Anime meraklılarına seslenen, Japonyalı usta isim Mamoru Hosoda imzalı animasyon ‘Ryû to sobakasu no hime / Belle’, özellikle küçük yaştaki izleyiciyi hedef alan, Richard Finn ve Tim Maltby’nin birlikte yönettikleri animasyonun devam filmi olan ‘Norm of the North: King Sized Adventure / Karlar Kralı Norm 2’, Ivan Kavanagh’ın yazıp yönettiği ABD-İrlanda-İngiltere ortak yapımı korku-gerilim öyküsü ‘Son / Oğul’ ile birlikte üç yerli yapım; başrolünü Hazal Kaya’nın üstlendiği, Murat Şenöy’ün yönettiği romantik komedi ‘Benden Ne Olur?’, İlkay Uygur’un yönetmenlik koltuğunda oturduğu gençlik komedisi ‘Düş Peşine’ ve korku türündeki ‘Cin Perdesi’, haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenileri…

İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.

 


TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (14 Ocak 2011)

Bu hafta vizyonda altı yeni film var. Haftanın tek yerlisi olan Sinan Çetin imzalı ‘Kağıt’ notlarımız arasında yer almıyor. Diğer filmler ise aşağıda. Bu haftanın önemi, filmlerin farklı beğenilere seslenmesi. Dramdan, aksiyona, romantik komediden, korkuya ve animasyona birçok tür ve lezzet izleyicinin beğenisine sunuluyor. Haftanın en iyisi, Tilda Swinton’un başrolü üstlendiği İtalyan yapımı ‘Benim Adım Aşk’. Herkese iyi seyirler! 


BENİM ADIM AŞK
Burjuva ahlakı ve aristokrasinin ‘insanı sıfırlayan’ yok edici faşizminin merkezine ‘aşk’ı oturtan, yasak aşklar, gerçek sevgi ve özgürlük meseleleri üzerine son derece şık sinemasıyla şiirsel bir şölen sunan İtalyan yapımı, öyle kolay tüketilecek bir film değil. Luca Guadagnino’nun yazıp yönettiği trajik öykü, kapkara bir dram olmasının yanı sıra, salt sinemanın kendisine saygı duruşunda bulunan özel bir iş. Tarihsel perspektif, biçimsel olanaklar, plastik yapı, anlatım şekilleri üzerine kafa yorulmuş film, başrol oyuncusu Tilda Swinton’a da çok şey borçlu. Aynı zamanda filmin yapımcıları arasında olan Swinton, daha önce Guadagnino ile iki kez çalışmış. Bunlardan biri, yönetmenin Swinton’a hayranlığını sunduğu bir belgesel. 1960 doğumlu şahane aktris, kelimelerin ötesinde bir performansla artı değer katıyor filme. Sanayi zengini, güçlü, kudretli bir Milano ailesi olan Recchi’lere ‘ailenin gelini’ olarak katılan Emma Recchi, gerçek adını bile çoktan unutmuş bir Rus. Rus olduğunu unutmuş Milano’da. Koca bir hapishane olan evinde geçmiş ömrü. Üç çocuk doğurmuş, önce Milano’lu, ardından İtalyan olmuş. Ona Emma demişler başından beri. Kocaman olmuş çocukları. Ailenin şefi büyükbaba, kurduğu tekstil imparatorluğunu oğlu ve torununa bıraktığını açıklıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda, her siyasi zeminde, her şartta daha fazla servet edinmiş aile, yeni dünya düzenine uygun anlaşmalarla servetlerini arttırma planları yaparlarken, üçüncü neslin başka planları da var. Hepsinin duygusal hayatlarında fırtınalar kopuyor. Yasak aşkları yaşayan sadece onlar değil. Emme, oğlunun aşçı arkadaşı Antonio’ya aşık oluyor. Önüne geçilmez bir tutku bu. Onda, kendini buluyor, geçmişini, benliğini, kadınlığını, her şeyi… Antonio’nun farklı, başka bir sınıfa ait olmasının dışında tamamen ‘öteki’ ve ‘gerçek’ olması durumu var ortada. O yaşıyor. Kapıları, çalışan hizmetliler tarafından ritüeli andıran biçimde açılıp kapanan bir evde, her şeyin büyük bir gizlilik, sınıfsal bir koruma-korunma psikolojisi ve yazılmamış katı bir kural altında düzenlendiği bir konak-hapishanede sosyal sınıfının ölümcül donukluğu, mesafeli ikircikliği içinde geçen günlerde, bu natürmort tabloda nefes alıp veren tek canlı Antonio. Oğlunu, kızını, evliliğini, düzenin, ona sunulmuş ve kabul ettirilmiş statü ve rolünü umursamadan gözü kapalı dalıyor yeni hayata Emma. Fakat karanlık oluşlar ve kaçınılmaz felaket çok yakın. Onu bekleyen acı ve trajik sonuçlar ne olursa olsun belki de bambaşka bir özgürlük yolu açılacak önünde. Öz çocuğuna olan sevgisi dahil hiçbir şeyin onu engelleyemeyeceği bir karar… Finalde, evin hizmetlisi Delfina’nın gözyaşları eşliğinde bir kaçıp kurtulma anı… Yaşamak adına uzun yıllardır bastırılmış bir firar… Gerçekten başka bir şey çekmiş İtalyan yönetmen. Tartışmalı roman ‘Yatmadan Önce 100 Fırça Darbesi’nin beyazperde uyarlaması ‘Melissa P.’den hatırladığımız Luca Guadagnino, şaşırtıcı bir işe imza atmış. Kendi filmografisinden çok başka, büyük bir işe… Filmde, Antonioni var. ‘La Notte / Gece’ var örneğin. ‘Il Grido / Çığlık’ var. ‘Il Deserto Rosso / Kızıl Çöl’ var. Bertolucci’nin ‘La Luna / Ay’ı var, ‘Il Conformista / Konformist’i var. ‘Novecento / 1900’ü var. Rus roman kahramanları var. Anna Karenina var. Madame Bovary var. Bergman’ın ‘Höstsonaten / Güz Sonatı’ var. ‘Såsom i en spegel / Aynanın İçinden’i var. Luis Buñuel’in ‘Belle de Jeur / Gündüz Güzeli’ var. ‘The Discreet Charm of the Bourgeoisie / Burjuvazi’nin Gizli Çekiciliği’ var. Visconti’nin ‘Il Gattopardo / Leopar’ı var. Pasolini külliyatı var. Derek Jarman var çokça. Marco Ferreri’nin ‘La Grande Bouffe / Büyük Tıkınma’sı var. Var da var. Nihayetinde filmde görüntüleriyle yer verilen Jonathan Demme imzalı ‘Philadelphia’ var. Bütün bu varlar içinde serbest bir anlatım ve hatta bazıları tarafından fazla iddialı ve gösterişçi olarak nitelenen çok şık bir biçim arzusu göze çarpıyor her şeyin ötesinde. Renk paletinden kamera açılarına dek özenli bir plastik. François Ozon’la çalıştığı işlerle anımsanan Fransız görüntü yönetmeni Yorick Le Saux’nun birinci sınıf kamerası, genel yapım tasarımının görkemiyle birleşerek filmin unutulmaz anlarını hafızaya kazımakta kolaylık sağlıyor. Burjuva izahıyla, günümüz vahşi kapitalist iş adamlarının demokrasi ve özgürlük tanımları Mahler’in tüyleri diken diken eden gerilimli notaları eşliğinde trajik ve umutsuz resmin kırılma anlarında daha bir çarpıyor izleyeni. İmkânsız kaçışın, umudun, fedakârlığın bittiği, yıllardır dolan bardağa eklenen son damla olan büyük bir acının tetiklediği firarın hemen öncesindeki o bakışlar… Her şeyi, en sevdiğini bile yok sayıp, kendi hayatına koşan, başka bir bilince ulaşmayı seçen insanın kararlılığı… Karanlık bir umut anı. Aşk, varoluşun gereksinimleri ve gerçek… Özgürlük için ödenen bedel. 

AŞK SARHOŞU
Paul Thomas Anderson’un 2002 tarihli incelikli kara komedisi ‘Punch-Drunk Love’ değil söz konusu olan film. Türkçe adı aynı yalnızca… ‘Aşk ve diğer ilaçlar’ mevzubahis bu kez… Başrollerini Anne Hathaway ile Jack Gyllenhaal’ün paylaştıkları ‘Aşk Sarhoşu’, Edward Zwick’in yönettiği bir romantik komedi. Zwick her ne kadar, epik savaş filmleri, aksiyonlu dramlar ve kahramanlık öyküleriyle kazınsa da aklımıza, yönetmenliğe ilk adımı yine bir romantik komediyle atmış. 80’lerin ikinci yarısının popüler bir filmiyle hem de. Demi Moore ve Rob Lowe’lı ‘About Last Night’la… Sonra değişen çizgi. ‘Glory / Zafer’, ‘Legends of the Fall / İhtiras Rüzgârları’, ‘Courage Under Fire / Ateş Altında Cesaret’, ‘The Siege / Kuşatma’, ‘The Last Samurai / Son Samuray’, ‘Blood Diamond / Kanlı Elmas’ ve ‘Defiance / Direniş’. Rota, bu kez yine romantik komediye çevrilmiş. Ortada bir aşk öyküsü var. Fonda ise yalnızca kâr amacı güden ilaç şirketlerinin vahşi satış politikaları. 90’lı yılların ortalarındayız. Parkinson hastası bir kadın ve yakışıklı, girişken, çapkın bir reprezant. Prozac, Zoloft ve mutluluk kaynağı Viagra arasında süren aşk öyküsü, işin aslı; sektöre dokunduran ufak nüanslar yanında geniş ölçekli bir Pfizer reklamı. Bayağı bir reklam yani film. SİYAD jürisi olarak görevli olduğum ‘1. Malatya Uluslararası Film Festivali’ kapsamında düzenlenen yarışmada izlediğim ‘Holy Water / Kutsal Su’ adlı İngiliz filmi direkt Viagra ve Pfizer için çekilmişti. Edward Zwick’in filminde ise daha entelektüel ve daha satır arası bir reklam yapılmış. Daha rahatsız edici tabii durum! Neyse, romantik komedi olarak ele aldığımızda perdedekini, pek yeni bir şey görmüyoruz ortada. Cinsellik hariç. Daha önce, ‘Brokeback Mountain / Brokeback Dağı’nda bir araya gelen Anne Hathaway ve Jack Gyllenhaal, çıplak görünmekten kaçınmamışlar. ‘Nüdizm forever’ demişler, bir rahatlık sağlamış tabii öykü için bu mesele ama büyük bir açığı da doldurmamış. Duygu açığı… En çok duygulanacağımız noktada pek bir şey geçmiyor insana perdeden. Öyle çok viagra, prozac filan duyuyor, görüyoruz  ki, bir de ‘seni seviyorum’un inandırıcılığı… Söylenemese, az da söylense, bütün bir peliküle sığmalı şu sevgi ‘meseli’ romantik komedilerde. Yaşamayan karakterler, yaşayan karakterlere üstünlük sağlıyor filmde. Duygu, karakter değişimleri, inandırıcılıktan çok uzak. Bir kutu yatıştırıcı içilmiş de ‘öyle gelinmiş kendinize’ gibi her şey. ‘Gibi yapmak’, olmanın üstüne çıkıyor. Oyunculuklar fena değil ama öyküden kaynaklanan sorunlara baskın çıkamıyorlar. 70’ler feminist hareketinin simgelerinden ‘özellikli’ aktris Jill Clayburgh ve eskimeyen karizma George Segal nasıl kabul ettiklerini çözemediğim – ettilerse de neden bir sahnede geçildiler – rolcüklerde ‘şıklıklar’ yaratıyorlar. Gyllenhaal ve Hathaway’in uyumlu çıplaklıkları, kimyasal romantik komediyi kurtarmaya yetmiyor kısaca. Yani, diyor insan… ‘It Happened One Night’, ‘Love Story’ ve ‘When Harry Met Sally’den farklı neyi nasıl söyledin?

CADILAR ZAMANI
14. Yüzyılda, iki haçlı şövalyesi, din adına masumların hayatını yitirmesine daha fazla dayanamayıp cepheden firar ederler. Veba salgını ise her yeri işgal etmiştir. Yakalanan iki dost, cadı olarak suçlanan genç bir kızı, yargılanmak üzere uzaktaki bir manastıra götürmek şartıyla serbest bırakılırlar. Yolculukları sırasında, kızın cadıdan daha korkunç bir kötülük olduğunu göreceklerdir. Son savaşlarında karşılarında, şimdiye kadar kılıç salladıkları en kötü ve tehlikeli düşman bulunmaktadır. Öykü kuşbakışı iyi ama… Hadi canım dedirten oluşlar, gidişat ve anlatımın herhangi bir orijinallik içermemesi, yönetmen zaafları, filmi fazlasıyla vasat, hatta vasatın altında kılıyor. Son derece tutucu meselenin içi boşluğunu da katarsak, vakit törpüleyen bir film duruyor perdede. ‘Kalifornia’, yine Nicolas Cage’in başrolde yer aldığı ‘Gone in Sixty Seconds / 60 Saniye’ ve ‘Swordfish / Kod Adı: Kılıçbalığı’ filmleriyle tanınan Dominic Sena’nın yönettiği filmde başrolü Nicholas Cage üstlenmiş. ‘Hellboy’ Ron Perlman ve Ulrich Thomsen filmin diğer önemli isimleri. Avantür ile el ele tutuşmuş korku, birçok B sınıfı muadilinden sadece oyuncu kadrosuyla farklı kılıyor filmi. 

MEGAZEKA
Süper kötü bir kahraman olmak… İyilik timsali süper kahramanların gölgelediği bir zekânın ve eşitsizliğin verdiği acı. Acımasız bir dünyada, ikinci planda kalmanın ‘dayanılmaz ağırlığı’. Her şeyin vitrin olduğu adaletsiz bir yerde kötü olmaya karar vermek… DreamWorks’ün yeni mamulü, ‘Madagascar’ serisini de imzalayan Tom McGrath patentli. Mavi renkli ve koca kafalı anti kahramanımız Megazeka ile atletik, yakışıklı, popüler kahraman Metro Man arasında kalan Metro City. Kendini ‘kötülüğe’ şartlayan iyi bir yüreğin, gerçek kötülük karşısında verdiği savaş. Herkesin kahramanı olmak, kendinizin kahramanı olmaktan daha mı zor? sorusuna içi dolu cevaplar veren üç boyutlu animasyon, ‘Batman’ ve ‘Superman’ külliyatından tutun da, 50’li-60’lı yılların B sınıfı bilimkurgularına dek birçok yapıma direkt göndermeler yapıyor. 

TEHLİKELİ AŞK
Anurag Basu… Bollywood’un Hintli yönetmeni, ‘Kites / Tehlikeli Aşk’ ile huzurlarınızda. Ülkesinin şimdiye dek dünya çapında en geniş dağıtımı yapılan filmini imzalayan Basu, Hindistan’ın en popüler sinemacılarından biri. ‘Tehlikeli’ (!) bir adam. Daha ‘tehlikeli’ (!) biri daha var ama: Brett Ratner. Hollywood’un popüler yapımcı ve yönetmeni, ‘Rush Hour’ serileri, ‘Red Dragon / Kızıl Ejder’ ve ‘X-Men: The Last Stand / X-Men: Son Direniş’ filmleriyle tanınıyor. Ratner, Anurag Basu’daki ‘dolar’ cevherini keşfediyor ve ‘Anurag kardeş’ diyor, ‘gel benim genel yapımcılığımda sen şu öykünü iki kez kurgula. Hindistan’da 130 dakika normal. Uluslararası versiyon için 90 dakikaya bağla filmini. Sonra biz biraz kurgu çalışması yapalım, biraz da soundtrack desteği verelim. Gişe garanti…’ Formül tutuyor. ABD’de vizyona girdiği ilk haftanın sonunda 1 milyon dolar hasılat yapıyor film. Basu-Ratner işbirliği, Bollywood ve Hollywood’un yakın gelecekte çok kârlı işler çıkaracağını gösteriyor son tahlilde. İçerik tabii “Avara Mu” tonunda. Faruk Peker ve Bahar Öztan’lı 80’li yıllar Yeşilçam öyküsü. Ama biçim usta işi. Aslında türler kırması bir duruşu var filmin perdede. Westernden kara filme, romantizmden gerilime, aksiyondan erotizme uzanan ‘türler üstü’ bir iş Anurag Basu’nunki. Yeni bir tür olarak adlandırırsak adına, klasik ‘spagetti-arabesk’ diyebiliriz. Leone’ye, Zeffirelli’ye, Peckinpah, Tarantino ve Rodriguez’e öykünen Hintli yönetmen, araba takip ve yakın plan çatışma sahnelerinden kaçınmamış. ‘Onlar da olsun’ demiş. Oyuncu kadrosu ilginç. Yeni ‘Raj Kapoor’ Hrithik Roshan, sıkı vücut çalışmış. Dişçi randevuları da bitince doğru sete. Diğer başrol oyuncumuz Bárbara Mori ise, Bollywood efsanelerinden Kapoor’un rol arkadaşı Nargis’ten epey farklı. Tanımsız manyetizmasıyla çok güzel bir aktris. Boş zamanda yaratılmış hissiyatı yayıyor. Uruguay-Japon bir babayla Meksikalı bir annenin kızları. Başka bir şey. Çekimi ve pırıltısıyla, şimdiden Hollywood’un yeni simaları arasına girdiğini söylemek yanlış olmaz. Aslında 32 yaşında. Vaktini televizyon filmlerinde ve finali gözükmeyen upuzun dizilerde oynayarak geçirmiş. Kavuşmaları imkânsız iki aşık rolünde izleyeceğimiz iki isme, perdedeki Remix versiyonda, rolü az olmasına rağmen usta bir ağır abi eşlik ediyor: Kabir Bedi. 1971’de başladığı aktörlük kariyerinde, Hollywood’da da epey iş yapan ve 98 filme imza atan Hintli aktörü; örneğin 1983 tarihli James Bond filmi ‘Octopussy / Ahtapot’taki rolüyle hatırlayabilirsiniz… Evet sonuçta, ‘Tehlikeli Aşk’, TV dizilerinin anlatım ve öykü kolaylığına alışmış; yerli dizilerin yanı sıra Meksika ve Brezilya dizilerinde uzmanlaşmış, üstüne bir de Yeşilçam melodramlarını özleyen izleyici için ilaç gibi seyirlik. ‘Soundtrack’ listesine ‘tanrım beni baştan yarat’ da eklenseymiş yıkılırmış salonlar…

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar