Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

07 OCAK 2022

06 Ocak 2022 Perşembe 15:41
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!  
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. İki yıla yakın zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık! 
Sinemalar açılmadan önce her hafta, naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi. Klasik film önerilerine devam edeceğiz! 2022 hepimize önce sağlık getirsin. Gerisi hikâye! İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Kurda kuşa yen olmayın bir de!

 

ÖNCE TAVSİYELER…

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

The Hustler / Bilardocu
(Yön: Robert Rossen / 1978)

Two-Lane Blacktop / Çift Şeritli Yol
(Yön: Monte Hellman / 1971)

The Missouri Breaks / Bozgun
(Yön: Arthur Penn / 1976)

A Woman Under the Influence / Etki Altında Bir Kadın
(Yön: John Cassavetes / 1974)

What Ever Happened to Baby Jane? / Küçük Bebeğe Ne Oldu?
(Yönetmen: Robert Aldrich / 1962)


Vizyonda bu hafta (7 Ocak 2022)

Senenin ilk vizyon haftası, üçü yerli olmak üzere toplam yedi yeni filme ev sahipliği yapıyor.

Paul Thomas Anderson imzalı ‘Licorice Pizza’, Matthew Vaughn’ın yönettiği, ilki 2014 yılında perdeye yansıyan avantür yapım ‘Kingsman’ serisinin üçüncü halkası olan ‘The King’s Man / The King’s Man: Başlangıç’ ve İranlı auteur Asghar Farhadi’nin yeni filmi ‘Ghahreman / Kahraman’ notlarımız arasında yer alıyorlar…


KAHRAMAN

-Çaresiz kahraman!-

‘Bir Ayrılık’, ‘Geçmiş’, ‘Satıcı’ gibi filmleriyle zihin ve yüreğe yerleşmiş İranlı auteur Asghar Farhadi, dokuzuncu uzun metraj kurmacasında yine bildik dertlerini, meselelerini seriyor gözler önüne. İran toplumsal yapısını fon alarak, suç ceza, vicdan, fedakârlık, ahlak, etik, adalet, inanç, yalan, gurur, onur, şeref, namus, söz, doğru, gerçek, çaresizlik, çıkışsızlık, aile ve birey öyküleri anlatan yaman sinemacı, Madrid ve Buenes Aires’te geçen ve farklı bir yörüngeye girdiği 2018 tarihli hikâyesi ‘Everybody Knows / Herkes Biliyor’un ardından iyi bildiği topraklara, özüne yeniden dönerek, ahlaki ve duygusal çatışmaların zirve yaptığı yeni bir dram yansıtıyor perdeye.
Ödeyemediği borçları nedeniyle hapse mahkûm edilmiş, genç bir adam olan Rahim, hapishaneden kendisine verilen iki günlük izin üzerine soluğu, alacaklısının yanında alır. Rahim, borcunun bir kısmını ödemesine karşı alacaklısını şikâyetini geri çekmesi için ikna etmeye çalışır. Ancak işler planladığı gibi gitmez ve Rahim kendisini gittikçe büyüyen bir çaresizliğin tam ortasında bulur! Şöhretin değerinin ucuzladığı, günümüzün acımasız sosyal medya çağında gerçek kahraman kimdir, gerçek kahramanlık nedir? Suç, ahlak, namus veya ahlaksızlık nasıl tanımlanır? Alacaklısını ikna etmeye çalışan bir adam, yolunda gitmeyen bir plan, yargısız infaz, aşk, babalık, dağılmış aileler, birdenbire oluşan bir hayır işi, elde olmaksızın birbiri üzerine yığılan yalanlar ve kapkara bir çaresizlik... 
Cannes’den ‘grand prix / büyük ödül’le dönen Farhadi’nin yeni dramı, yine yürek yakan cinsten! Şu ana dek yirmi iki ödüle aday gösterilmiş, altı ödüle ulaşmış yapım, borçları sebebiyle bir şekilde düştüğü hapishaneye geri dönmek istemeyen, sorunlu oğlunu, ablasının yanına bırakmış, kendisini koşulsuz seven, iyi yürekli bir kadınla yeni bir başlangıç yapmak isteyen sıradan, genç bir adamın çıkışsızlığını, ülkesinin ve bulunduğu coğrafyanın toplumsal yaralarını fon alarak, ilmik ilmik dokumayı başarıyor bir kez daha! Yalanların doğrulara karıştığı zeminlerde ve insanı sıfırlayan zalim, ahlaksız, yargısız infazlara bayılan sosyal medya çağında kahraman veya suçlu olmak arasındaki çizginin inceliğinden tutun da, onur, gurur, haysiyet gibi günün unutulmuş ama insanı insan kılan değerlerine bakarak yine Farhadi titizliğinde bir suç-ceza öyküsü izliyoruz. Adalet, onur ve vicdan kavramlarını, herkesin haklı, ya da bir kısmın kısmen haklı olduğu yerde, haksız, acımasız olan ve insana yakışmayan ‘oluşların’ altını çizerek yeniden kendince bir çözümleme yapıyor Farhadi! Kapı aralığından özgürlük ve umuda hüzünle bakan o zarif final nedir öyle… (4 / 5)   

 

LICORICE PİZZA

-İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız-

Usta sinemacı Paul Thomas Anderson, dokuzuncu uzun metrajında; Los Angeles’ın üçte ikisini oluşturan San Fernando Vadisi’ne, 1973 yılına götürüyor bizi ve bir ilk aşk öyküsü anlatıyor!
ABD tarihinin kırılma anlarını, ülkenin üzerinde kurulduğu değerleri/değersizlikleri, popüler kültür geçmişini, yazıp yönettiği derinlikli yapımlarına fon alan yaman auteur, meselelerini, müthiş bir atmosfer ve titiz bir sinematografiyle perdeye yansıtmasıyla, yaşadığımız ‘yılların/günlerin’ ustaları arasında kuşku yok! Bu kez bir parça daha, hatta ağırlıklı olarak oldukça öznel bir hikâye seçmiş Paul Thomas Anderson. On altı yaşa adım atma hazırlıkları yapan girişimci genç Gary Valentine ve ondan yaşça büyük Alana Kane’in ilişkileri izlediğimiz. Bu iki insanın aşka düştükleri andan itibaren fonda 1973’ün ABD’si, sosyo-ekonomik, kültürel ve hatta bir parça siyasi olarak yer alıyor. Amerikan rüyasının en sevdiği insan tipi olan ‘girişimci genç adamın’ bir lise öğrencisi olarak portresi duruyor karşımızda. Yanı başında ise farkındalığı biraz daha gelişmiş, sevgi arayan olgun bir genç kız. Nostaljik bir yaş alma-ilk aşk-geride kalanlar öyküsü aslında perdede duran. Yönetmenin veya yakınlarının biyografik halleri ve hisleri, ‘sahici’ biçimde yedirilmiş öyküye. Yaşanmışlıklar yani… 
Kırk altı yaşındayken aramızdan ayrılan müthiş aktör Philip Seymour Hoffman’ın 2003 doğumlu oğlu Cooper Hoffman ve 1991 doğumlu Alana Haim başrolleri üstleniyorlar. İki ismin de ilk uzun metraj oyunculuk deneyimleri, ilk sinema filmleri yani… Buna karşılık gerek Hoffman ve özelllikle de Haim, yılların oyuncuları gibi ‘duruyorlar’ perdede. Paul Thomas Anderson, Mihael Bauman ile birlikte görüntü yönetmenliğini de üstlenmiş.  Radiohead’in en genç üyesi Jonny Greenwood, diğer Anderson filmlerinde olduğu gibi müziklere imza atmış. Filmin en iyi yanı olan soundtrack albümü ise defalarca dinlemeye aday! Oyuncu kadrosunun lüksü ise Anderson ismini duyup filmde yer alan/görünen ünlü yıldızlar! Sean Penn, Tom Waits, Bradley Cooper ve Benny Safdie bu isimlerden öne çıkanlar. Ayrıca Jack Nicholson’ın oğlu Ray Nicholson, Steven Spielberg ve Kate Capshaw’un kızları Sasha Spielberg, yönetmen Anderson’un dört çocuğunun annesi Maya Rudolph ve ailesinden büyük bir bölüm, neredeyse bütün bir Hollywood; gösterişli kadroda yer alıyor. Albümde yer alan şarkılara ayrı bir yer açmak gerek. Anlatılan dönemin efsane isim ve şarkıları filmin ardından uzunca bir süre izleyiciyle kalacak gibi… Nina Simone, Sonny & Cher, The Doors, Paul Mc Cartney ve Wings, David Bowie, Clarence Carter, Seals & Crofts, Mason Williams, James Gang, Gordon Lightfood ve Blood, Sweat & Tears bu isimlerden ilk akla gelenler… Hakkı Bulut’un söz ve müziğine imza attığı, Tülay Özer’le meşhur olan yerli arabesk-pop şarkısı ‘İkimiz Bir Fidanız’ adlı şarkının sözleri inanılmaz uydu izlediğim öykünün ‘halet-i ruhiye’sine. Alt başlığa eklemeden duramadım!
70’lerin başında San Fernando Vadisi’nde geçen güzel, hızlı, tuhaf, eski günler… Sona ermek üzere olan Vietnam Savaşı’nın toplumsal ruh altı durumu da çaktırmadan yer alıyor anlatıda. Vahşi kapitalist kodlamalar, dönemin popüler ayrıntıları, çok titiz bir yapım tasarımıyla birleşip, nostaljik bir ilk aşk hikayesi yaratıyor pekala fakat perdeden koltuğa geçen duygulardan bahsetmek pek mümkün değil. Yan karakterlerin akıl almaz zenginliği ve derinliğine rağmen genel anlamda empati kurulamayan karakter/kişilikler ve öykü, mesafeli bir boşlukta ‘tüketmenizi’ sağlıyor filmi! Birbirinden derin filmlere imza atan ve izleyiciyi bu duruma alıştıran Anderson, bu kez salt kendi için bir film çekmiş gibi. Ustalığını her karede hissettiren ama fazlasıyla ‘uzak’ ve ‘kurda tuzak’ bir film ‘Licorice Pizza’… (3 / 5)


THE KING’S MAN: BAŞLANGIÇ

-Derin devlet güzellemesi-

‘Layer Cake / Bir Dilim Suç’, ‘Stardust / Yıldız Tozu’, ‘Kick-Ass’, ‘X: First Class / X-Men: Birinci Sınıf’ gibi ‘sıkı’ popüler filmlerle tanınan ‘parlak’ İngiliz sinemacı Matthew Vaughn, 2014’te James Bond filmlerini tiye alan aksiyon yüklü mizahi macera Kingsman: The Secret Service / Kingsman: Gizli Servis’ ile yine çok ses getirmiş, ‘serseri ve matrak’ casusluk parodisi oldukça beğeni kazanmıştı. Mark Millar ve Dave Gibbons’un ‘The Secret Service’ adlı çizgi romanlarından uyarlanan yapımın devam filmi fazla gecikmedi. Üç yıl sonra, 2017’de yine Matthew Vaughn imzalı ikinci film, ‘Kingsman: The Golden Circle / Kingsman: Altın Çember’ çıkageldi. Şimdiyse orijinal hikâyenin başlangıcına, köklerine doğru bir yolculuk yansımış perdeye. ‘Kingsman’in doğum belgesi adeta! ‘The King’s Man: Başlangıç’, yirminci yüzyılın hemen başında 1902’de açıyor öyküsünü ve 1914’e giderek, I. Dünya Savaşı sırasında geçen aksiyon katkılı bir avantür izletiyor yine bizlere.
Hikâyenin ata babaları Orlando ve oğlu Conrad Oxford, sıkı elemanları Polly ve Shola ile birlikte, I. Dünya Savaşı’nı çıkaran perde arkasındaki kötücül güçle mücadele ediyorlar. Geç dönem Rus imparatorluğunu etkisi altına alan Rus mistik figürü Grigori Rasputin’den Almanya’nın hesabına çalışan dansçı casus Mata Hari’ye dönemin birçok önemli/tarihsel figürü yer almış öyküde. Kral George, Kayser Wilhelm ve Çar Nikolay’ı ekleyip, bir yerden hikâyeye yedirilen Vladimir Lenin’i de unutmayalım! İzlediklerimizin eğlenceli yanı tamam fakat tarihsel gerçeklerle oynayan karikatür tarafı, dünyaya sadece Büyük Britanya ve ‘İngiltere tahtı’ yanından bakması, hamasi milliyetçiliğe ve ‘derin devlete’ güzelleme yapması, bu kadar da olmaz dedirtiyor tabii! 
Usta aktör Ralph Fiennes’e, Gemma Arterton, Djimon Hounsou, Matthew Goode, Daniel Brühl, Tom Hollander, genç aktör Harris Dickinson ve usta isimler Rhys Ifans ve Charles Dance eşlik ediyorlar. Özellikle ‘Rasputin’ rolünde Rhys Ifans, herkesten rol çalıp, belki filmin de önüne geçiyor! Gayet iyi çekilmiş I. Dünya Savaşı ‘sıcak savaş’ ve cephe sahnelerini düşününce, başarılı bir avantür olarak ele alınabilir orijinal öykünün başlangıcına döndüğümüz devam filmi. Yine de, ‘tarih, bu denli tiye alınabilecek bir olgu değil’ diyenler ve yapımın gerek içerik gerekse orijinallik/atmosfer/ton olarak ilk iki filmin gerisinde kaldığını düşünenler için sadece vasati bir ‘hoşça vakit geçirme’ seyrine dönüşüyor perdeye yansıyanlar. (2,5 / 5)


Haftanın notlarımız arasında yer alamayan diğer yenilerine bakacak olursak…
Fatih Mutlu’nun yazıp yönettiği, Açelya Toplaoğlu’nun başrolü üstlendiği komedi türündeki ‘Nalan’, Fuat Yılmaz imzası taşıyan, Adem Yılmaz ve Ayşenaz Atakol’u izlediğimiz dram ‘Canım Dayım’, Metin Yücel’in yönetmen koltuğunda oturduğu korku türündeki ‘Lübbey’in Laneti’ ve Hakan Bol ile H. Sinan Güngor’un birlikte yönettikleri yerli animasyon ‘Aslan Hürkuş Kayıp Elmas’, haftanın notlarımızda yer alamayan diğer yenileri… 
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.

 

TARİHTE BU HAFTA

On bir yıl önceye, 2011 yılına gidiyor; tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

Vizyonda bu hafta (7 Ocak 2011)

Bosnalı sinemacı Danis Tanovic imzalı dram ‘Güzel Bir Hayat Düşlerken / Cirkus Columbia’, haftanın izleyemediğim filmi. Çayan Demirel’in ödüllü belgeseli ‘5 No’lu Cezaevi 1980-1984’ ile yediden yetmişe hemen herkesi güldüren, Ata Demirer ve Demet Akbağ’lı popüler komedinin merakla beklenen ikinci bölümü ‘Eyyvah Eyvah 2’ ise notlarımız arasında. Herkese iyi seyirler!

EYYVAH EYVAH 2
Senaryosu Ata Demirer imzalı komedinin ilk filminde hiç tanımadığı babasını bulmak için İstanbul’a gelen Trakyalı klarnetçi Hüseyin Badem ve gece kulüplerinin prensesi Firuzan ile tanışmıştık. Durum ve karakter komedisi, anlık ‘gag’larla ve ‘fasulye’ adlı şarkısıyla geniş bir hayran kitlesi edinmişti kendine. Bayağılığa kaçmadan güldüren komedi gişede de başarılı olunca ikinci bölümü çıkageldi haliyle. Demet Akbağ ve Ata Demirer, güldürmeye kaldıkları yerden devam ediyorlar. Geyikliye dönen Hüseyin ile Firuzan ablası, bu kez Hüseyin’in gönül işini, güzel hemşire Müjgan ile ilişkisini ‘mutlu son’a bağlamaya çalışıyorlar. İkiliyi ve çevrelerindekileri bekleyen sürprizler, komik durumlar yaratıyor yine. İlk filmin oyuncularından Özge Borak (Müjgan), bu kez daha fazla role sahip. Popüler olmaya aday yeni şarkıları ve anlık esprileriyle üçüncü bölüme hazırlık yapan filmi, ilkinde olduğu gibi “Döngel Kerhanesi”yle de tanıdığımız Hakan Algül yönetmiş. İlk film kadar güleceğinizi tahmin ettiğim yeni bölümde, favori esprim ‘Trakyalı Şrek’ benzetmesi. Eski Yeşilçam komedilerinin naifliğinde olan öykü, sıcak karakterlerinin de etkisiyle ilgiyle izleniyor. Mütevazı yapım, sınırlarını biliyor. BKM yapımı sevimli komedi, sinema büyüsü ve dokusu adına iddialı olmadığını henüz ilk filmde söylemişti bize zaten. Sınırlarını bilerek, kasmadan, sığlığa saplanmadan, keyifli anlar vaat eden “Eyyvah Eyvah 2” de, aynı ilki gibi popüler sinema adına düzgün bir örnek olmuş.


5 NO’LU CEZAEVİ 1980 – 1984
Çayan Demirel’in yönettiği sarsıcı belgesel, belki de haftanın en önemli filmi. 21. Ankara Uluslararası Film Festivali ve 46. Antalya Uluslararası Altın Portakal Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel’ seçilen yapım, 42. SİYAD (Sinema Yazarları Derneği) ödüllerinde de yine ‘En İyi Belgesel’ ödülünü kazanmıştı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından Diyarbakır 5 no’lu cezaevinde yaşananlar. Çoğu Kürt asıllı olan tutuklulara devlet tarafından yapılan sistematik işkenceler. Dönemin askeri yetkilileri cezaevini askeri bir okul olarak nitelerken, tutuklular yaşadıklarını, vahşet dönemi olarak hatırlıyorlar. Yapımı için seksen civarında tanıkla görüşülen belgesel, kan donduran gerçekliğiyle 97 dakikalık süresi boyunca bir an olsun dikkatinizi dağıtmıyor. Yaşanan acıları yürek söken bir tarzda masaya yatırırken, kapkara bir tarihi hafızamıza kazıyor Çayan Demirel. 

MURAT ERŞAHİN

 

 

 

 

 



Diğer Yazılar