Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

04 HAZİRAN 2021

03 Haziran 2021 Perşembe 21:11
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında. 
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yaklaşık beş ay önce yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının yılsonuna dek kapalı olacağı açıklandı. Umuyoruz sağlıkla açılır perdeler en kısa sürede. Şimdi kendimizi ve sevdiklerimizi pandemiden korumak, umutla beklemek zamanı.
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Tam bir yıl geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle olacak/oluyor! Yani ‘tarihte bu haftaya’ bakacağız! Bu hafta yine eskiye, 4 Haziran 2010’a dönüyoruz ve tam tamına on bir yıl önce bugün vizyona ne girmiş, tekrar anımsıyoruz…
Sinema salonlarına bir an evvel ‘temelli ve sağlıklı biçimde’ dönmeyi ümit ederek, koronavirüse karşı önlemlerinizi aksatmamaya ve içinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini kesinlikle bırakmamaya devam edin. Herkese iyi seyirler, sağlıklı günler! 
Vizyon madem halen filmsiz, evlerdeyiz; her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önermek isterim sizlere… ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ öneriyor!

 

ÖNCE TAVSİYELER…


SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

The Grapes of Wrath / Gazap üzümleri
(Yönetmen: John Ford / 1940)

The Ox-Bow Incident
(Yönetmen: William A. Wellman / 1942)

The Apartment / Garsoniyer
(Yönetmen: Billy Wilder / 1960)

Intimní osvetlení
(Yönetmen: Ivan Passer / 1965)

Horí, má panenko / Koşun İtfaiyeciler
(Yönetmen: Milos Forman / 1967)


Güncel öneriler

Filmler:

Army of the Dead / Ölüler Ordusu
(Yönetmen: Zack Snyder)

Las Vegas’ta zombi salgınının başlamasının ardından zengin bir iş adamı tarafından kiralanan bir grup paralı asker, benzeri görülmemiş büyüklükte bir soygun gerçekleştirmek için karantina bölgesine girerler. Zack Snyder imzalı aksiyon korku karışımı tempolu öykünün başrolünü, profesyonel güreşçilikten, Hollywood’un aranan aksiyon isimleri arasına giren Dave Bautista üstleniyor!

Fast & Furious Presents: Hobbs & Shaw / Hızlı ve Öfkeli: Hobbs ve Shaw
(Yönetmen: David Leitch)

ABD ajanı Luke Hobbs ölümcül bir biyolojik tehdidi durdurmak için İngiltere’ye gönderilir ve azılı düşmanı, paralı asker Deckard Shaw ile iş birliği yapmak zorunda kalır. Aynı zamanda serinin dokuzuncu filmi olan aksiyon bombası avantürde başrolleri üstlenen Dwayne Johnson ve Jason Statham’a, Idris Elba, Vaness Kirby ve usta aktris Helen Mirren eşlik ediyor.

A Million Little Pieces / Bir Milyon Küçük Parça
(Yönetmen: Sam Taylor-Johnson)

Bağımlı bir genç adam, tedavi için gittiği kurumda geçmişiyle ve içindeki şeytanlarla yüzleşir. Sam Taylor-Johnson’ın yönettiği ve başrolü, yönetmenin eşi olan Aaron Taylor-Johnson’un üstlendiği dramda, Billy Bob Thornton, Giovanni Ribisi ve Juliette Lewis gibi usta oyuncular da yer alıyor. 

The Mustang / Mustang: Yabani At
(Yönetmen: Laure de Clermont-Tonnerre)

Sert bir suçlu, bir yandan kızıyla ilişkisini düzeltmeye çalışırken diğer yandan da cezaevinde, atlarla çalışmasını gerektirecek bir rehabilitasyon programına katılır. Bağımsızların kalesi Sundance’dan ödülle ayrılan yönetmenin etkileyici dramının başrolünü başarılı yıldız Matthias Schoenaerts üstleniyor. Belçikalı aktöre Josh Stewart, Jason Mitchell ve usta aktör Bruce Dern eşlik ediyorlar.

Duisburg - Linea di sangue / Duisburg: Kanlı Hesaplaşma
(Yönetmen: Enzo Monteleone)

Biri İtalyan diğeri Alman iki dedektif, Duisburg’da mafya tarafından gerçekleştirilen vahşi bir katliamı soruşturmak için bir araya gelir. Gerçek olaylardan uyarlanan İtalyan yapımı suç dramının başrollerini Daniele Liotti ve Benjamin Sadler paylaşıyorlar.

 

Diziler:

City on a Hill 
(Yönetmen: Chuck MacLean)

90’larda Boston’dayız! Şehri yolsuzluk, şiddet ve ırkçılıktan arındırmak için sıra dışı bir ittifak kurulur. Tecrübeli bir FBI ajanı ve bir bölge savcısının mücadele dolu öyküsünü konu alan dizinin yapımcılığını Ben Affleck ve Matt Damon üstleniyorler. Gerilimli suç dramında başroldeki usta aktör Kevin Bacon’a, Aldis Hodge, Amanda Clayton, Lauren E. Banks ve Jill Hennessy eşlik ediyorlar. 

L’amica geniale / My Brilliant Friend
(Yönetmen: Saverio Costanzo)

İtalyan yazar Elena Ferrant’'nin uluslararası çok satanlar listesine giren romanından uyarlanan dizi iki çocukluk, arkadaşının, Elena ile Lila’nın hikâyesini anlatıyor. Altmış yıllık bir serüveni oluşturan olaylar dizgisi, 1950’li yılların başlarında Napoli’nin nefes kesici atmosferinde izleyiciyle buluşuyor.

Sa-rang-eui bul-sa-chak / Crash Landing on You
(Yönetmen: Kim Hui-won)

Güney Koreli zengin bir kadın, bir yamaç paraşütü kazası sonucu Kuzey Kore’ye iner ve burada, saklanmasına yardım etmeye karar veren bir askerin hayatına girer. Kendini ilgiyle izleten romantik komedi macera da içeriyor!
 
S.W.A.T
(Yönetmen: Billy Gierhart)

Memleketi Los Angeles’ta emniyet teşkilatında görevli bir çavuş, elit bir polis ekibine liderlik etmek ve kentte tırmanan ölümcül gerilimi yatıştırmakla görevlendirilir. Sert ve tempolu aksiyon severlere bir armağan niteliğindeki suç dizisinde başrolü Sheemar Moore ve Alex Russell üstleniyor. 

Haunted
(Yönetmen: Jan Pavlacky)

Çek Cumhuriyeti-ABD ortak yapım reality şov, yaşanmış korkutucu hayalet öykülerini taşıyor ekrana! 2018’den bu yana gerçek insanlar, geçmişte başlarından geçen korkunç öyküleri arkadaşları ve aileleriyle paylaşıyor ve bu hikâyeler tüyler ürpertici canlandırmalarla tekrar yaratılıyor.


Vizyonda bu hafta (4 Haziran 2010)

Bu hafta vizyonda altı yeni film var. Japonya’daki yunus katliamı ile ilgili Oscar’lı çarpıcı belgesel ‘Koy’ ve Costa Gavras imzalı politik dram ‘Cennet Batıda’ dışındaki dört yeni film notlarımız arasında yer alıyor… İyi seyirler!

YAŞAMAYA DEĞER
El yapımı narin bir biblo beyazperdedeki… Günümüzde pek sık rastlamadığımız inceliklerle örülmüş, tamamen ‘insan kokan’ bir film. Paloma, on bir yaşında bir kız. Paris’in lüks bir semtinde, ‘burjuvazinin gizli çekiciliğiyle’ yaşıyor. Annesi, babası ve ablası, ona ‘anlamsız’ geliyorlar; tıpkı etrafındaki oluşlar gibi. Felsefe ve sanatla ilgilenen Paloma, oldukça karamsar. Onu bir tek ‘ölüm’ ilgilendiriyor. Ölüm, etrafında akıp giden yaşamdaki tek gerçek. Çiçeklerle konuşan, anti-depresanlar ve şampanyayla yaşayan annesi, asık yüzlü bürokrat babası, sıradan, gündelik hırslara tutsak düşmüş ablası, ona ilginç gelmiyor. Ona ilginç gelen pek bir şey yok. Ölüm hariç… On ikinci doğum gününde intihar etmeyi kafasına koymuş Paloma. Yanından ayırmadığı kamerasıyla, çevresindekileri ve kendini filme alıyor küçük kız. Oyalandığı, anlam yüklediği ve değer verdiği tek uğraş bu. Yaşadığı lüks apartmanın kapıcısı Renée Michel’i fark ediyor günün birinde. Oldukça yalnız bir kadın Renée. Ama herkes gibi değil, değişik… Küçücük dairesindeki gizli odasında yığınla kitap var. Bir edebiyat tutkunu. Sürekli okuyor. Hayatındaki tek lezzet, okurken yediği bitter çikolatalar. Renée’nin saklandığını fark ediyor bir anda Paloma. Hoyrat ve çılgın kalabalıktan uzakta, başka biri olduğunu. Sevgi dolu ve yaşamın gücüne inanan biri o. Sonra aniden asil ve zarif bir adam taşınıyor apartmana. Orta yaşı geride bırakmış entelektüel bir Japon. Kakuro Ozu. O da fark ediyor Renée’yi… Apartmandaki bu üç farklı insan, incelikler yüzünden bir araya geliyorlar. Kakuro ve Renée’nin yakınlaşması, Palermo’nun hayata bakışını değiştirmesine neden oluyor. Yaşamın ve sevginin gücünü fark etmesine… Henüz yirmi dokuz yaşındaki Mona Achache’nin ilk uzun metrajı, Muriel Barbery imzalı bir roman uyarlaması. İçinde Mozart, Tolstoy, Yosijiro Ozu – ki Renée ve Kakuro’nun büyük bir huşu içinde birlikte izledikleri büyük ustanın 1950 tarihli filmi ‘Munekata Kyoudai’da var işin içinde- olan, alabildiğine duyarlı bir film. Kakuro ile aynı soyadı taşıyan usta sinemacı Ozu’ya, yalınlık ve sadelik peşinde koşan büyük sanatçıya saygı duruşunda bulunan film, ‘yeni dalga’nın ustalarına da gülümsemekten geri kalmıyor. Yaşamda yer alan iki temel değere, sevgi ve dostluğa sunulmuş bir armağan adeta Achache’nin bu ilk filmi. İçindeki buruk acıyla, bu iki değere olan saygısını koruyan, böylelikle ‘yeni bir artı değere’ bürünen içsel bir çalışma. Dışarıdaki bayağılık ve sıradanlığa kafa tutan özel bir zarafet. Bu zarafet resitalinin virtüözleri filmin oyuncuları… Usta aktris Josiane Balasko, yüzüne hayatın hüznünü giymiş. Saklanmanın, yoksunluğun, beklemeden vermenin ve kalbi dolduran büyük sevginin. Küçük aktris Garance Le Guillermic, yıllarca yaşayıp, film için yeniden küçülmüş gibi oynuyor. Anneyi canlandıran Anne Brochet’nin ‘Dünyanın Bütün Sabahları’ndan sonra yine bir sabah beklenmedik biçimde karşımıza çıkması heyecanlandırıcı. Japon aktör Togo Igawa ise incelik ve asalet kokan bir eski çağ heykeli adeta… Oruç Aruoba’nın çok değerli ‘de ki işte’ adlı kitabındaki satırlar gibi filmin anları: ‘Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar, bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar o kadar… Orman, bütün sessizliğiyle, yine yalnız, duracak orada.’

EV
Menşei yurtdışında olan, 12 Eylül ağır darbesi sonrası yaratılmış ‘kalabalığı’ uyuşturan şov programlarından biri de ‘Biri Bizi Gözetliyor’ adını taşıyordu. Röntgenciliğe alıştırılmaya çalışılan ve doğrusu buna fazla direnmeyen halkın büyük eğlencelerinden biriydi program. Birbirini hiç tanımayan insanların stüdyoda yaratılmış bir evin içinde 100 gün geçirmeleri, daha doğrusu, dış dünyadan tecrit olup adeta birbirlerini yiyerek kapalı kalmaları sonucu, aralarından birinin para ödülünü kazanması, halkımızı epey ilgilendirmişti. Reyting rekorları kıran BBG, benzer türevleriyle sürüyor hala… İki genç yönetmenin, ‘Okul’ ve ‘Sınav’ filmlerinde oyunculuk yapmış Caner ve ağabeyi Alper Özyurtlu’nun ilk yönetmenlik deneyimleri, işte bu BBG meselesini öykülüyor. Kimliği belirsiz, iyi okumuş, zeki bir gencin, elinde silahla eve girip, yarışmacıları rehin alması sonucu gelişen olaylar oldukça gerçek… Gizemli gencin dediği gibi, canlı yayında bir ‘halk devrimi’ gerçekleşiyor. Nefes alıp veren ve tamamen doğru diyaloglar, Özyurtlu kardeşlerin, kral TV gençliğinin hücre evleri olan ‘BBG’lerin iç dinamiklerini ve ruhunu tamamen kavradıklarının kanıtı. Bir gerilim olarak başlayıp, görsel medyayı ve toplumun hemen her kesimini, aslında; yaratılmış olan geçer akçe değer yargılarını topa tutarak süren ve gayet anarşist bir film olarak değerlendirebileceğimiz yapım, doğrusu beni çok şaşırttı. Salona girmeden önce perdede izleyeceğim filmin, ‘My Little Eye’ türü bir çakma kopya olacağını düşünmüştüm. Düştüğüm yanılgı, beni çok mutlu etti doğrusu. Yazıp, yönettikleri bu ilk işlerinden dolayı Özyurtlu kardeşleri kutlamak gerekli. Hiçbir fazlalığa ve abartıya yenik düşmeden, söyleyeceklerini söylemeyi başarmışlar. BBG evi çeker gibi çektikleri yapım, gerçek ve doğru bir tespit yapıyor her şeyden önce. Ortaya çıkan kapkara tablo düşündürücü. Mahvolmuş, ahlaken havlu atmış bir toplumun röntgeni, apaçık perdede. Senaryodan, oyunculara pek çok şey iyi. Eksik ve olmamış, aceleye gelmiş noktaları da var tabii filmin; örneğin, BBG evinin ‘içi’ çok iyi halledilmiş ama ‘dışarısı’ için aynı şeyi söylemek zor. ‘CSI Miami’ dizisinden ödünç alınmış polisler ve reji odasındaki durum, içerdeki ‘gerçekle’ çelişiyor. Fakat bu durum, fazla iyi kotarılmış içersinin, yani asıl zorluğun yanında fazla göze batmıyor. Çaresizlik sonucu hemen her şeyi yapabilecek, bütün değerlerini, kendini, insanlığını terk etmeye hazır hale getirilmiş bütün bir toplumun ağlanası halini izlemek için ‘eve’ girmelisiniz… ‘Ev kalbini bıraktığın yerdir’ der sistem… Bırakacak kalbin kalmışsa eğer…

ÖLÜMCÜL TAKİP
Güney Kore yapımı ‘Ölümcül Takip/ Chaser’ zımba gibi bir film. Sert, vahşi, eleştirel, hüzünlü, duygusal. Jilet gibi bir öykü, tempo, yönetmenlik, kurgu ve yüzde yüz sinema. Son dönemin parlak yıldızı Güney Kore sinemasının nevi şahsına münhasır, kişilikli yapımlarından ‘Ölümcül Takip’, geçtiğimiz yıl, 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali programında da yer almış ve büyük beğeni ile karşılanmıştı. Örneğin ben, filmin bir ‘kült’ olduğunu yazmıştım. Polisiye sinemaya eklemeler yapan bir film bu. Anti kahramanı ve filmin hemen başında yakalanıp salıverilen seri katiliyle bütün sürprizlere açık bir film. Toplumsal eleştirisinin yanına, tempolu ve ürkütücü bir gerilim katmayı ihmal etmeyen bir yapım. Düşünün bir, katil filmin hemen başında belli. Üstelik yakalanıyor. Ama asıl macera ve ritm bu andan sonra başlıyor. Türün bütün klişe örneklerini alt üst eden, bir yandan da alabildiğince duygusal yanı olan ‘çok acayip’ bir örnek var beyazperdede. Kadın pazarlayan, basbayağı kötü olarak nitelenebilecek bir polis, hayatı ıskalamış bir anti-kahraman. Onun için çok önemli olan bir kızı kurtarmak için Seul’un karanlık arka sokaklarında gittikçe azalan dakikalarla mücadele etmek zorunda. Kan ve yağmur sağanağı altında çözümsüz bir kara film, bütün kayıpların yanında yürekten yükselen umut çığlığı, aşkın tedavi ediciliği, acımasız bir sistem, çürümüş, yozlaşmış bir düzen ve vahşi bir dünyada insan kalabilmenin imkânsızlığı... Hollywood böyle bir ‘kaynak’ bulur da kullanmaz mı? Başrolünü Leonardo Di Caprio’nun üstlendiği yeniden çevrimin 2011’de vizyona gireceği konuşuluyor! Hong-Jin Na’nın ilk uzun metrajı, kaçırılmaması gereken bir vizyon armağanı. 

KOLEKSİYONCU
Eski eşi ve küçük kızı için gerekli olan parayı gece yarısına kadar bulmaya söz veren Arkin adlı adam, tamiratında çalıştığı evi soymak için geri döner. Fakat onu berbat bir sürpriz beklemektedir. Evin çeşitli yerlerine ölümcü tuzaklar kurmuş sadist bir katil ev halkını rehin almıştır. Bu evden canlı çıkmak hiç kolay değildir. Mevzu iyi, ya film… Tamamen mide bulandırıcı, ucuz sahnelerle bezeli korku-gerilimin öyküsü, “Testere” serisinin dört, beş ve altıncı bölümlerinin senaristi Michael Dunstan ve Patrick Melton imzalı. Dunstan’ın ilk kez yönetmen koltuğuna oturduğu yapımın senaryosunda ciddi boşluklar var. İnsan koleksiyonu yapan sadist caninin ne çıkış noktası belli, ne de tuhaf koleksiyonunu neye göre oluşturduğu… Korkutmaktan öte, salt mide bulandıran buluşlar, ‘artık yeter’ dedirtiyor. İstismar sinemasına yakın yapımın, çoğu karanlık ortamda çekilmiş görüntüleri fena değil aslında. Josh Stewart adındaki başrol oyuncusu da öyle… Son tahlilde, vahşi bir seriye dönüşmesine kesin gözüyle bakılabilecek yapım ve ‘sapık’ karakteri, ticari sinemanın önde gelen yeni neferlerinden olmaya aday.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar