Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

01 EKİM 2021

30 Eylül 2021 Perşembe 20:58
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Koronavirüs (COVID-19), dünya genelinde hızla can almaya devam ediyor! Virüsten, kendimizi ve sevdiklerimizi mümkün olduğunca izole ederek korunmaya çalışıyoruz. Aşı olarak, sosyal mesafelerimizi koruyarak, hijyen kurallarına sıkı sıkıya uyarak ve maskelerimizi evlerimizin dışında asla çıkartmamaya çalışarak. Umuyoruz bu zorlu günler sona erecek yakında.
Bazı salonlar yeni tedbirler uygulayarak kontrollü biçimde 2020 Temmuz ayından itibaren kapılarını açmışlardı. Kademeli ve kısmi olarak yeniden başlayan vizyona, 17 Kasım 2020 günü alınan bir dizi karar sonucu yeniden ara verildi. Covid-19 tedbirleri gereği sinema salonlarının önce yılsonuna, ardından belirsiz bir tarihe dek kapalı olacağı açıklandı. Ve tarih 2 Temmuz 2021’i gösterdiğinde salonlar yine izleyicileri ağırlamaya başlıyor; perdeler, umuyoruz bir daha kapanmamak üzere açılıyordu!
Siz değerli okuyucularla, henüz vizyon filmsiz kaldığı ilk günlerden bu yana, 2020 Mart ayından bu güne, artık hayatta olmayan canım ‘Sinema’ dergisindeki ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ adlı köşemde, geçmiş sayılarda yayınlanmış eski yazılarımı paylaşıyordum. Bir yıldan fazla zaman geçti. 5 Mart 2021’den itibarense, sinema salonları perdelerini açana dek, her yeni hafta, o tarihe ait eski ‘sinemadan çıkmış insan / vizyonda bu hafta köşeleri’ sizlerle buluşacağını söylemiştik ve buluşturduk da! ‘Tarihte bu haftaya’ baktık!
Her hafta naçizane iyi filmler ve diziler önerdik sizlere! ‘Önce Tavsiyeler’ adlı bu yeni bölüm, sizlere her hafta sinema tarihinden 5 klasik film ve popüler olsun olmasın; ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ın beğendiği ‘güncelleri’ önerdi! Klasik film önerilerine devam edeceğiz!

 

ÖNCE TAVSİYELER

SİNEMA TARİHİNDEN 5 KLASİK

Le ballon rouge / Kırmızı Balon

(Yönetmen: Albert Lamorisse / 1956)


Les quatre cents coups / 400 Darbe

(Yönetmen: François Truffaut / 1959)


400 Kes / Kerkenez

(Yönetmen: Ken Loach / 1969)


Paper Moon / Ay Beyazdır

(Yönetmen: Peter Bogdanovich / 1973)


Au revoir les enfants / Hoşçakalın Çocuklar

(Yönetmen: Louis Malle / 1987)

 

 

Vizyonda bu hafta (01 Ekim 2021)

Ekim ayının ilk haftası beşi yerli yapım olmak üzere toplam dokuz yeni filmle yansıyor perdeye! Uruguaylı sinemacı Fede Alvarez imzalı, 2016 tarihli korku gerilim ‘Don’t Breathe / Nefesini Tut’un devam filmi olan ‘Don’t Breathe 2 / Nefesini Tut 2’, zengin haftanın notlarımız arasında yer alan tek filmi.

 

NEFESİNİ TUT 2

-Geçmişin kefareti-

İki yaman Uruguaylı sinemacı, Fede Alvarez ve Rodo Sayaguez’in 2016’da hayata geçirdikleri ve Alvarez’in yönetmen koltuğunda oturduğu ‘Don’t Breathe’, ‘harbi’ bir anti-kahramanı hayatımıza sokuyordu. Vicdansız, sapkın, kendine has adalet anlayışı ile tanıyıp, ‘sevemediğimiz’ görme engelli savaş gazisi Norman Nordstrom…
İlk filmde evine giren gençlere cehennemi yaşatan bu acımasız ‘amca’ beş yıl aradan sonra çıka gelen devam filminde şiddete olan meyyalini, yeniden kanıtlıyor bizlere! Bu kez, kendisiyle yaşayan on bir yaşındaki Phoenix’i ‘çalmak’ isteyen kendisi gibi başka ‘kötü’lere karşı verdiği mücadeleye tanık oluyoruz Norman amcanın!
Hiç kimseyi, vicdanını bile dinlemeyen kahramanımız, geçmişin günahlarını sarıp sarmalayarak, başka türlü bir kefaret ödüyor bu kez. Rolüne son derece iyi oturmuş tecrübeli aktör Stephen Lang’ın bu seferki rol arkadaşları Brendan Sexton III, Adam Young, Fiona O’Shaughnessy ve genç yetenek Madelyn Grace. Fede Alvarez, yönetmen koltuğunu bu kez, orijinal filmin senaristlerinden, vatandaşı Rodo Sayaguez’e bırakıp, senaryoya katkı vermiş. İlk filmin beğenilmesinde büyük rol sahibi olan görüntü yönetmeni, bir diğer Uruguaylı isim Pedro Luque, kameranın ardında yine ‘şık’ açılar, görüntüler yaratmış. Detroit ve ortak yapımcı olan Sırbistan’ın başkenti Belgrad’da çekilen öyküde eski deniz piyadesi Norman, kendi evinden çıkıp, iz peşinde koşarak kendi ‘tutsağını’, yabancılardan kurtarmaya başka bir mekâna giriyor ve ondan sonrası malumunuz… İlk filmin sürprizli yanlarını bu kez sadece orijinal sertliği koruyarak sürdüren devam filmi, kendine has bir seriye dönüşmüş görünüyor! İlk filmi beğenenler, türün hayranları ve uzun süre ‘nefesini tutabilenler’ için çok şey söylemeye gerek yok zira! (2,5 / 5)


Vizyona girecek diğer yenilere bakalım…

Yirmi beşinci Bond filmi olan ‘No Time to Die / Ölmek İçin Zaman Yok’, Cary Joji Fukunaga imzası taşıyor. Daniel Craig’i beşinci ve son kez 007 James Bond rolünde izleyeceğimiz iki saat kırk üç dakikalık yeni Bond macerası, aktif hizmetten ayrılan Bond’un, eski bir dostunun yardım çağrısıyla kısa süre içerisinde görev başına dönmek zorunda kalışını ve yüksek teknolojiyle donanmış gizemli bir kötüyle olan mücadelesini perdeye taşıyor. Craig’in rol arkadaşları, Ana de Armas, Rami Malek, Léa Seydoux, Ralph Fiennes, Christop Waltz, Jeffrey Wright, Naomie Harris ve Ben Whishaw… Kaçırılmaz bir ziyafet kuşkusuz!
Usta Rus sinemacı Andrey Konchalovskiy imzası taşıyan ve Venedik Film Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile ayrılan tarihsel dram ‘Dorogie tovarishchi / Sevgili Yoldaşlar’ 1962’de Rusya’nın Novoçerkassk şehrinde gerçekleşen kanlı işçi katliamını taşıyor perdeye.
İngiltere’den çıkagelen animasyonu Ben Smith yazıp yönetmiş. ‘Star Dog and Turbo Cat / Süper Köpek ve Turbo Kedi’, elli yılını uzayda geçirdikten sonra artık tanıyamadığı yeryüzüne dönüş yapan Buddy adlı köpekle ile ona yardımcı olan Felix adlı kedinin hikâyesi!

Haftanın beş yerli yapımına gelirsek;
Emre Akay’ın yönettiği gerilim türündeki ‘Av’ın başlıca rollerini; Billur Melis Koç, Ahmet Rıfat Şungar ve Yağız Can Konyalı üstleniyorlar. Polis memuru Sedat, genç bir çiftin yaşadığı, terkedilmiş bir apartman dairesini basar. Çıkan arbedede Fırat ölür, Ayşe kaçar. Ailesinin çiftlik evinden para ve araba çalıp, bir daha dönmemek üzere yola düşer. Fakat peşinde Sedat ve yanına aldığı üç erkek vardır. Bir Anadolu kentinin kenar mahallesinde başlayan av, giderek ıssızlaşan vahşi doğaya uzanacaktır.
Enes Bilal Taşçı’nın yönettiği aksiyon ‘Müfreze’, bir askeri birliğin küçük bir çocuğu kurtarma çabasını anlatıyor. Filmde İsmail Hakkı, Sera Tokdemir, Emrah Girgin ve Rabia Yalçın rol alıyorlar.
Engin Akyıldırım imzası taşıyan dram ‘İntikam: Soğuk Duş’, öldürülen eşi ve kızının intikamını arayan Gümrah’ın öyküsü. Gümrah Tolu, Sezen Aşırt ve Alpay Atilla başlıca rolleri üstlenmişler.
Onur Aldoğan’ın yönettiği fantastik aksiyon ‘Avcı İlk Kehanet’, ilk kehanetin bir araya getirdiği avcı Phaldor ve arkeoloji öğrencisi Melis’in hikâyesini perdeye taşıyor.
Hakan Aydın imzalı fantastik korku örneği ‘Kitab-ı Cin’, dört üniversiteli gencin, yıllarca gizli kalan Hz. Süleyman’n sırlarla dolu kitabını bulmaları sonucu bir cin ordusunu uyandırmalarıyla gelişen olayları konu alıyor.
İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! İyi seyirler herkese.

 

 

TARİHTE BU HAFTA

Sırasıyla 2009, 2010 ve 2015 yıllarına gidiyor, tarihte bu haftayı anımsıyoruz.

 

Vizyonda bu hafta (2 Ekim 2009)

Bu haftanın film sayısı yedi. Üç yerli film arasında öne çıkan, Çağan Irmak’ın yeni çalışması ‘Karanlıktakiler’. ‘En İyi Yabancı Film’ Oscar’ının sahihi Japonya yapımı ‘Son Veda’ ile Adam Sandler’lı ‘Matrak Adamlar’, haftanın en iyi iki filmi olarak öne çıkıyor.


ACI
Bir dede ile yıllar sonra ortaya çıkan ve onun köy evine sığına torununun ilişkisi… Cemal Şan’ın yazıp yönettiği dramda Erol Demiröz ve Nesrin Cavadzade rol alıyorlar. 12 Eylül sonrası, Cemal Şan’ın kendi dedesiyle arasında geçenlerden esinlenilen öykü, iki kişi arasındaki hesaplaşma üzerinden, toplum vicdanını ve nefes alıp verdiğimiz sistemi sorguluyor. Zorlu doğa koşullarında Erzincan’ın bir köyünde çekilen bir film.


KAMPÜSTE ÇIPLAK AYAKLAR
Fransa’da tiyatro eğitimi almış Cansel Elçin, Türkiye’de ‘Hatırla Sevgili’ dizisiyle popüler oldu. Ferzan Özpetek’in ‘Harem Suare’ ve Taylan Biraderler’in ‘Küçük Kıyamet’ filmlerinde rol aldı. 2003’te yazıp yönettiği ‘Kelebek’ adlı kısa filmi imzaladı. Şimdi yine kendisinin yazıp yönettiği ilk uzun metraj filmiyle izleyici karşısında. Film, bir grup üniversiteli gençlerin olgunlaşma öyküsünü anlatıyor. Aşklar, hayal kırıklıkları, gelecek planları ve dostluk… Cansel Elçin’in ilk uzun metrajında başarılı olduğu söylenemez. Ama filmin, çoğunlukla TV dizilerinde rol almış genç oyuncuları iyi performanslar sergiliyorlar. Hint mitolojisine meraklı, Alp Dağları’nda kayak yapan, özel üniversitelerde işletme okuyup kısa filmle ilgilenen izleyici için cazip olabilecek noktaları göz ardı etmeyelim.

 

KARANLIKTAKİLER
Bir reklâm ajansında ofis boy olarak çalışan otuz yaşlarındaki Egemen ve zihinsel karmaşalar yaşayan sorunlu annesi arasında ilişki, filmin lokomotifi. Çağan Irmak, yazıp yönettiği yeni filminde kapkara bir öykü anlatmış. Her yeri tıka basa dolduran mutsuzluk, çıkışsızlık, yalnızlık ve yoksunluk üzerine bir öykü bu en başta. Irmak, önceki filmlerinde üzerinde durduğu bildik anne figürünü bu kez aşırı uçlarda dolaştırmış. Bazı anlar, Irmak’ın bir seri halinde çektiği ‘Kabuslar Evi’nden fırladığı hissi veren ‘Karanlıktakiler’, yönetmenin daha önce denemediği yoğunlukta bir dram. Ancak şunu söylemek gerekli; film çok iyi noktalara temas edip, oralarda kalıyor maalesef. 12 Eylül’den tutun, içi hızla boşalan İstanbul’a, onun eski sahiplerine, artık yok olan inceliklere, toplumsal zaaflara, hezeyanlara, günümüzün çılgın ve şımarık koşuşturmasına, yoz değer yargılarına, nihayetinde iyilik ve kötülüğün amansız savaşına dek her şeye değinmek isteyen öykü, çoğu an yetersiz kalıyor. Dizginlenmiş, müthiş bir işe dönüşecekken, vasatı biraz aşan bir film olmuş Irmak’ın yeni çalışması. Neyi, nasıl anlatacağını bilmek ustalığın tanımı sanırım. Çağan’ın usta bir yönetmen olmasına daha çok var ama bu yol karanlık değil. Irmak, her filminde yeni şeyler deneyen, tekrar ve kolaycılık tuzağına düşmek istemeyen, istekli bir sinemacı. Filmin oyunculuğu ise tek kelimeyle müthiş. Başrolü üstlenen Erdem Akakçe ve Meral Çetinkaya çok iyiler. Özellikle Akakçe, sinemamız adına uluslararası bir oyuncu olduğunu haykırıyor adeta. Derya Alabora ve en başta Rıza Akın olmak üzere bütün yan roller nefis oynanmış. İzlenmesi ve üzerine fikir/fikirler yürütülmesi gerekli bir film ‘Karanlıktakiler’.

 

ÖLÜMCÜL TUZAK
Bu yıl Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan için yarışan ve beş ödül kazanan aksiyon katkılı savaş dramının yönetmeni Kathryn Bigelow. ‘Blue Steel’, ‘Point Break’, ‘Strange Days’ ve ‘K-19’ filmleriyle tanıdığımız Bigelow’un yeni filminde yetenekli genç oyuncuların yanı sıra birçok önemli isim rol almış. Ralph Fiennes, Guy Pearce, David Morse, Jeremy Renner, bu önemli aktörlerden bazıları. Irak’ta, süregelen savaşın kaosunda, seçkin bir bomba imha birliğinin başından geçen gerilimli anlar filmin öyküsünü oluşturuyor. Kirli savaştan, savaşın ruhuna, insanın kötücül yanından insan haklarına, birçok önemli meseleye değinen yapımın senaryosu, sistemi yerden yere vuran ‘In the Valley of Elah / Tanrı’nın Vadisinde’yi de kaleme alan Mark Boal imzalı.

 

OYUNCU
Aksiyon bombası ‘Crank / Tetikçi’nin yaratıcıları Mark Neveldine ve Brian Taylor ikilisinin ‘Crank 2’den sonra seriye ara verip çektikleri üçüncü sinema filmleri ‘Gamer / Oyuncu’, son gaz aksiyona bilimkurgu eklemiş. Başrolü, hemen her tür filmde oynayan ama en çok ‘300’ün Kral Leonidas’ı olarak tanınan Gerard Butler üstleniyor. Karizmatik aktöre eşlik eden isimler, sevilen TV dizisi Dexter’ın yıldızı Michael C. Hall, Kyra Sedgwick ve çekici güzel Amber Valletta. ‘The Rollerball / Ölüm Pateni’ ve ‘The Running Man / Koşan Adam’ filmlerini mevzusu itibariyle fena halde andıran son derece tempolu aksiyon, yakın gelecekte geçiyor. Slayers adlı oyun, insanlara her çeşit arzu ve fantezilerini sergileyebilmeleri için olanak sağlamaktadır. Online oyun, son derece gelişmiş bir zihin kontrol teknolojisinin eseridir ve kötü ellerdedir. Kendi iradesi dışında savaşmaya zorlanan oyunun kahramanı Kable ise, belki de insanlığın son umududur. Hızlı kurgusu, dur durak bilmeyen aksiyon sahneleri ve gerçekten titiz yapım tasarımıyla dikkat çeken filmin belki de en önemli noktası, Marilyn Manson’un enfes yorumuyla dinleyeceğimiz ‘Eurytmics’in ünlü şarkısı ‘Sweet Dreams’. Distopyaya göz kırpan yapım, adrenalini tavan yaptıran temposuyla türün hayranları için bulunmaz bir nimet. ‘Bir dakika sakin kalmak istiyorum, hızlı tempo başımı döndürür’ diyenler oralı olmasın.

 

MATRAK ADAMLAR
Woody Allen üstat, yıllar önce dememiş miydi; ‘ölümden sonraki hayata inanmıyorum ama yanıma yine de birkaç yedek iç çamaşırı alacağım’. Yirmi yıla yakın zamandır yapımcı, yazar, yönetmen, oyuncu ve eski bir stand-up komedyeni olan Judd Apatow’un dönüp, kendine ve ünlü meslektaşlarına baktığı bir film ‘Matrak Adamlar’. Bir çeşit kan kanserine yakalandığını ve önünde az zamanı kaldığını öğrenen ünlü komedyen George Simmons ve etrafındakilerin traji-komik öyküleri, bütün bir insanlığın hikâyesi sanki. Yola çıkış noktasından farklı yerlere giden film, oldukça bilinçli ve zeki bir metne sahip. Ölüm, ölüm korkusu, hayattaki önceliklerimiz, ölümü beklerken harita metot defterlerimize düştüğümüz notlar, küçük hırslarımız, şişkin egomuz, takıntılarımız, yalanlarımız, aşklarımız, dostluklarımız, korku ve nefretlerimiz, düşlerimiz, kısacası ‘biz’ üzerine traji komik bir film var karşımızda. ‘The 40 Year Old Virgin / 40 Yıllık Bekâr’ ve ‘Knocked Up / Kaza Kurşunu’ adlı komedilerin yaratıcısı ve yönetmeni Judd Apatow, yakın çevresi diyebileceğimiz bütün kankalarına yeni filminde yer vermiş. Başrol için seçtiği isimse, usta aktör Adam Sandler. Komedi ile dramın arasındaki ince çizgiye dahil hemen ne rol varsa, üzerine düşeni fevkalade biçimde yerine getiren Sandler, yine harika. Apatow’un ekibinden Seth Togen ve Jonah Hill’in, Sandler’a eşlik ettikleri filmde yönetmenin eşi Leslie Mann, kızları Maude ve Iris Apatow’un yanı sıra, Eric Bana ve Jason Schwartzman gibi yıldız isimler de rol alıyorlar. Ayrıca, Eminem gibi birçok popüler şarkıcı, oyuncu ve stand-up’çının filmde kendileri olarak yer aldıklarını not düşelim. Filmin, çoğu The Beatles üyelerinin imzasını taşıyan enfes şarkılarının yanı sıra Apatow’ın büyük kızı Maude’un filmin ruhuna denk düşen ve mükemmel yorumladığı ünlü klasik ‘Memory’ çok etkileyici. Ölüm gerçeğine karşı yapabilecek ve söyleyebilecek hiçbir şey yok. Aynı hayat gibi o da matrak bir şey diyor Apatow ve ekliyor, böyle bir imkânsızlık karşısında yanınızda birkaç espri bulundurmanız çok önemli. Ama sanırım Woody Allen üstadın şu sözüne daha cuk oturuyor film: ‘Ölümden korkmuyorum sadece geldiğinde orada olmamayı tercih ederim’… ‘Stand-up’a soyunanlar ve kara mizah tiryakileri için referans olabilecek bir film “Matrak Adamlar”.

 

SON VEDA
Bütün doğallığıyla ölüm ve hayat… İnsanın yaradılıştan beri en çok sorguladığı bu kavramlar bu hafta iki filmle beyazperdede. ‘Matrak Adamlar’, işin mizahını yaparken, Japon filmi ‘Okuribito / Son Veda’, gayet direkt giriyor meseleye. Film için öncelikle şunu söyleyelim: Bu ne zarafet böyle… Beyazperdeye son dönemde yansımış kuşku yok, en zarif filmlerden biri ‘Son Veda’. Ölüme saygı göstermek gerek diyor film. Ona içtenlikle sarılmak. Çünkü ölüm bir son değil, bir başlangıç. Filmde yer aldığı gibi, Orkinos balıkları da, doğdukları yere ölmek için geliyorlar… Ölüm gibi kesin ve zor bir kavramı büyük bir şefkat, nezaket, doğallık, saygı ve sevgi ile işleyen ender filmlerden biri Yôjirô Takita’nın yönettiği bu mütevazı ama büyük film. Dünyanın çeşitli festivallerinde kazandığı birçok ödüle, ‘En İyi Yabancı Film Oscar’ını da ekleyen Japon yapımı, gerçekten Amerikan Film Akademisi üyelerine ‘bravo’ dedirten bir film. Bu filmi seçtikleri için bütün oy verenleri kutlamak gerek. Budizm kaynaklı felsefesine, özünde insanı oturtan film, ölümü hayatın bir diğer parçası olarak sunarken, bir baba-oğul öyküsü anlatıyor beraberinde. Aşk, dostluk, ayrılık, yani hayata dair ne varsa, onlar da aynı ölüm gibi kullanılmışlar bu zarif filmde. Orkestrası dağılınca işsiz kalan bir çellist, çellosunu satarak, doğduğu kasabaya döner. Gazetedeki ilanda ‘gidişlere yardımcı olacak’ bir elemana ihtiyaç olduğunu ve işin turizm ile ilgili olduğunu sanan kahramanımız, başvurduğu işin ölüleri yıkamak ve onları son yolculukları için hazırlamak olduğunu öğrenir. Parası için kabul ettiği ve en yakınlarının bile önyargı ile yaklaştığı bu iş, hayata bakışını değiştirecektir… Pencerelere vuran çiçekli ağaç dalları ve fonda yağan karın eşlik ettiği bembeyaz bir Japon kasabasında ölümle yaşam arasındaki süreçte anlam arayan insanlar. Beethoven’ın 9. senfonisi, Bach’ın muazzam notalarıyla incelikli bir drama, enfes ve yoğun bir müziğin eşlik ettiği başka türlü bir film. Günlük yaşamda üzerinde durulmayan sözlerin önemi, aile kavramı, bir baba veya anne ile çocuğu arasındaki olası kopuş, koca bir hayatı kaplayan hayal kırıklıkları, umutsuzluklar ve bizi sarıp sarmalayan yalnızlığımız… Muhteşem Japon aktörler, usta aktör Tsutomu Yamazaki ve meslektaşı Masehiro Motoki, imrenilesi nüanslarla oynuyorlar. Japon kültürünün ayrıntılı ölüm ayinine, içerden; olabildiğe insanca bir bakış. Mutlaka izlenmesi ve mümkünse duyumsanması gereken çok özel bir film.

 

 

Vizyonda bu hafta (01 Ekim 2010)
Yedi filmlik haftanın notlarımız arasında yer almayan üç yapımı da yerli. Komedi ‘Harbi Define’, Özlem Akovalıgil’in yönettiği dram ‘Kako Si?’ ve adına basın gösterimi düzenlenmeyen üç boyutlu korku örneği ‘Cehennem’… Diğer dört filmin yorumları sizleri bekliyor. Herkese iyi seyirler!

 

İYİ YÜREK
Kuzey Avrupa sinemasının önemli adlarından biri Dagur Kári. İzlandalı sinemacı 2003 tarihli ilk uzun metrajı ‘Noi Albinoi / Buzdan Hayaller’ ile sinefilleri mest etmiş, 2005 yapımı ikinci filmi ‘Dark Horse / Tutunamayanlar’ ile birçoğunun başucu yönetmenleri arasına girmişti. Bu kez Amerika’ya geçiş yapmış Kári. Kuzeyin mesafeli duruşunu, hüzünlü ve gerçeküstü bir mizahla buluşturduğu öykülerini, Amerikan bağımsız sinemasının matematiğiyle sarmalamış. Ortaya çıkan iş, son derece etkileyici bir ‘işte hayat öyküsü’. Dostluk, acı, yok olmuş insanlık, yalnızlık, aşk, dayanışma, fedakârlık, sonuna kadar sevgi… Yönetmen, yazar, müzisyen, kurgucu, sanat yönetmeni İzlandalı’nın, bu çok yönlü sanatçının duyarlılığı, filminin hemen her karesine sinmiş. Aslında kapkara bir öykü ‘The Good Heart / İyi Yürek’. Ara sıra, ateş böceği parıltısı gibi çakıp sönen umut ışıltılarını, koyu bir umutsuzluğun içine serpiştiren yönetmen, son tahlilde insandan, iyilikten ve sevgiden yana ümidin kesilmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Aksi, lanet, kalbi tekleyerek çalışan, yalnız ve huysuz ihtiyar ile sokaklarda yaşayan, parasız pulsuz, iyi kalpli ama normal seleksiyona uyup, yok olmayı deneyen genç adamın dostlukları anlatılan. Aralarına katılan ürkmüş, yalnız ve güzel genç kız, ikisinin de kalbini etkiliyor bir şekilde. Dışarıdaki hayatın acımasız hoyratlığı, katı kurallarla işleyen ve sadece müdavimlerini ağırlayan bir barın içinde savuşturulmaya çalıştırılıyor. Nereye kadar? Brian Cox’un oyunculuk müessesesine meydan okuyan müthiş performansı, Paul Dano’nun ‘ben de varım’ iddiasıyla birleşip, Isild Le Basco’nun şefkate aç serçe ürkeği bakışlarıyla tamamlanıyor. Kári’nin, İngilizce çektiği üçüncü uzun metrajı zihinlerde yer ediyor ama yeni kıtaya uyum sorunu, yönetmenin diğer iki filmindeki hakikiliğin biraz gerisinde bırakıyor perdedekini. Kári’nin hüzünle at başı ilerleyen mizahı, bu kez başka bir kıtaya alışmaya çalışan yabancı gibi çekingen. Fakat yaşadığımız yerin yok edici zalimliği, sevgi ve dostluğun tedavi ediciliği ve iyi bir kalbin insanı yeniden yaşatacağı gibi ‘sahici’ gerçekler ustaca anlatılmış, sağlam kareler olarak duruyor karşımızda.

 

KAVŞAK
Reklam yönetmeni ve müzisyen olarak tanıdığımız Selim Demirdelen, ilk uzun metrajıyla karşımızda. Aslında ‘bir buçuk’uncu diyebiliriz. Demirdelen, 2004’te, beş yönetmenli ‘Anlat İstanbul’ filminin bölümlerinden birini yönetmişti. ‘Eşkıya’da Yavuz Turgul’un yönetmen yardımcılığın da üstlenen Demirdelen, TV dizisi ‘Bıçak Sırtı’nda ısınma turlarını tamamladıktan sonra iyi bir başlangıçla merhaba diyor beyazperde yolculuğuna. Adana Altın Koza’da yarışan ve Levent Semerci ile paylaştığı ‘En İyi Yönetmen’ dahil dört ödülle beğeni toplayan ‘Kavşak’, Amerikan bağımsızlarının atmosferine sarmalamaya çalıştığı oldukça hüzünlü öyküsünü, olabildiğince insancıl ve bağırmadan işlemiş. Katmanlı öykülerin ustası Alejandro González Iñárritu’ya öykünen Selim Demirdelen, yaşarken başımıza gelebilecek felaketleri, kırılma noktalarını, kaybedişleri ve yeni başlangıçları, iddiasız, sakin, ölçülü yansıtmayı başarmış perdeye. Eksikler ve yerine oturmayan kimi parçalar, büyük resmi tamamen zedelemiyorlar. Demirdelen için, Türkiye’nin ‘Gabriele Muccino’su olma yolunda denilebilir. Antalya’da da Altın Portakal için yarışacak yapımda başrolü üstlenen Güven Kıraç, belki de en iyi performansını sergilerken, ‘en iyi kadın oyuncu’ ödülünü ‘Kıskanmak’ın Nergis Öztürk’üyle paylaşan Sezgin Akbaşoğulları, adını bundan böyle çok sık duyacağımızı kanıtlıyor. Yaşanan büyük travma, kader, umutsuzluk, yalnızlık, tesadüfler fakat aniden bir yerde beliren umut. Zorlu hayat karşısında insanın insana muhtaçlığı…


YEDEK POLİSLER
Amerikan esprileriyle oldukça ‘içerden’ doldurulmuş yapım, kaba mizahıyla gülümsetse de aniden unutulmaya aday filmlerin üst sıralarında yer alıyor. Tamamen patlamış mısır endüstrisine omuz veren öykü, Will Ferrell gibi çok yetenekli bir komedyenin ve bu tür yapımlarda görmeye pek alışmadığımız Mark Wahlberg’in ustalığıyla ilerliyor. Samuel L. Jackson ile Dwayne Johnson, komedi-aksiyonun konuk isimleri. Özlediğimiz Michael Keaton ve ‘beklenmeyen seksi eş’ rolünde karşımıza çıkan Eva Mendes ise filmin ‘bonus’ları. İçlerindeki kahramanı gün ışığına çıkartmayı bekleyen iki masa başı dedektifi, popüler meslektaşlarının boşluklarını doldurmak için sokaklara çıktığında aksiyon içeren kaba bir mizahı da başlatırlar. İki başrol oyuncusunun, izleyiciden daha çok eğlendiğini düşündüren yapım, sadece anlık ‘gag’ların momentumuna bırakıyor kendini.


BAYKUŞ KRALLIĞI EFSANESİ
Öncelikle belirtilmesi gereken önemli bir nokta var. O da, bu emek yoğun üç boyutlu animasyonun ülkemizde sadece dublajlı olarak izleyiciye sunulması. Gayet iddialı bir film ‘Baykuş Krallığı Efsanesi’. Yönetmen koltuğunda ‘300’ ve ‘Watchmen’ gibi önemli filmlerin yönetmeni Zack Snyder oturuyor. Çizgiyi beyazperdeye başarıyla aktaran yönetmene emanet edilen projenin orijinal seslendirmesini yapan isimlere dikkat: Helen Mirren, Geoffrey Rush, Jim Sturgess, Hugo Weaving, Anthony LaPaglia, David Wenham, Sam Neill ve Abbie Cornish. Okuma yazma bilmeyen küçükler için dublaj tabii ki gerekli ama izlediğimiz film, on üç yaşın altındaki izleyiciye zaten hitap etmiyor. Orijinal seslendirmenin enfes nüanslarına sırt çevirip, Türkçe seslendirmenin yavan ve özelliğini yitiren yeni haline teslim olmak filmden çok şey götürmüş. Sinefillere, filmin gerçek izleyicisine yapılan bu ayıp, fark edilip bir daha tekrarlanmamalı… Gelelim filme. Kahramanımız genç baykuş Soren. Babasının efsanevi Ga’hoole muhafızları masallarıyla büyüttüğü Soren, efsanenin gerçekliğini keşfedeceği aksiyon dolu bir maceraya atılmak zorunda kalıyor. Ari ırk olduklarını savunan kötü kalpli baykuşlara karşı, mitsel bir savaşçı ordusu olan kanatlı muhafızların yanında sürükleyici bir serüven yaşayan kahramanımız, dinlediği masalları gerçek kılarak, baykuş krallığını kurtarmak adına gözü pek bir kahramana dönüşüyor. ‘Faşizme karşı omuz omuza’ diyen film, politik öyküsüyle dikkat çekiyor. 1944 doğumlu Amerikalı yazar Kathryn Lasky’nin 2003-2008 arasında yayımlanmış 15 kitaplık ‘Guardians of Ga’Hoole’ serisinin ilk üç kitabından perdeye uyarlanan yapım, içerdiği fazlaca sertlik, karanlık yan ve vahşi içerikle on üç yaşın altındaki izleyici için ürkütücü olabilir.

 

Vizyonda bu hafta (02 Ekim 2015)
Yedi filmlik yeni haftanın üç yapımı notlarımız arasında. Brian Helgeland imzalı ve başrolünü Tom Hardy’nin üstlendiği suç öyküsü ‘Legend / Efsane’, Walt Disney yapımı animasyon ‘Strange Magic / Tuhaf Bir Sihir’ ve iki yerli yapım; İsmail Hacıoğlu’nun rol aldığı ‘Kafes’ adlı dram ile Sümeya Kökten imzası taşıyan korku-gerilim ‘Vesvese: Cin Tuzağı’, haftanın diğer yenileri. İçinizde yaşayan sinemadan çıkmış insanın elini sakın ha bırakmayın! Herkese iyi seyirler.


BULANTI
Zeki Demirkubuz, onuncu uzun metrajında, insana ve yaşanılan hayata karşı olan öfkesini paylaşmaya, içini dökmeye devam ediyor. İnsan karanlığına sokulan öykü tavizsiz ve kişilikli. 2003 tarihli ‘Bekleme Odası’yla birlikte yönetmenin en kişisel çalışmalarından biri ‘Bulantı’. Sartre’ın ünlü eseriyle ilgisi yok öykünün. Demirkubuz, sadece varoluşçu ustanın eserinin adına olan hayranlığından dolayı, orijinal eser adına açtığı ama sonra rota değiştirip, perdede izleyeceğimiz filme yöneldiği dosya adını değiştirmediğini söylemişti. Şehirde yaşayan konformist burjuvanın, hatta lümpenlikle aydınlık arasında gidip gelen acımasız entelektüel bireyin, sıradan insanın öyküsü duruyor perdede. Sevgilisiyle birlikte olduğu gece, eşi ve oğlunu bir trafik kazasında kaybeden Ahmet, yaşamına devam etmeyi seçer. Trajik olayı, hiç yaşanmamış, kendi başına gelmemiş gibi atlatma niyeti, ev işlerine yardıma gelen kapıcı ve ailesinin gerçekliği karşısında sarsılacaktır! Başrolü bizzat Zeki Demirkubuz’un üstlendiği dramda, Şebnem Hassanisaughi, Öykü Karayel, Cemre Ebuzziya, Nurhayat Demirkubuz, Çağlar Çorumlu ve Ercan Kesal rol alıyorlar. Demirkubuz, ‘Bekleme Odası’ndaki oyunculuk performansına çok şey eklemiş. Hiç sırıtmadan kalkıyor zor rolün altından doğrusu. Meseleli ve kızgın yönetmenin dertlerini anlatma biçimi ve şekli, bildik sinemasından lezzetler taşısa da, ‘takıntıları’ ve kişisel tercihleri biraz fazla çıkıyor karşımıza. Bu da ister istemez, bir parça zarar veriyor büyük resme. Uzun ve can alıcı diyalogların bazı bölümleri, meselenin gerçekliğiyle ‘azıcık’ çelişse de, aslında tanıdık bir portre bütünlüğü yaratmayı başarıyor Demirkubuz. Her zamanki gibi Dostoyevski’yi rehber edinmiş ‘Ahmet’ karakteri, büyük şehre, taşradan gelip yahut ta sınıf atlamayı ‘kıvırıp’, entelektüel işlerle uğraşan bazı tanıdıklarımı çağrıştırdı bana. Öğretim üyeliği, yazarlık, reklamcılık, sanat gibi, cin fikirli işlerle uğraşan aydının acımasız, kibirli, ukala ve egoist tarafı iyi yansıtılmış perdeye. İnsancıl finale hazırlanırken, insanlıktan uzaklaşmış bireyin trajedisi ve akıp giden hain, zalim ve umarsız hayatla olan mücadelesi, bildiğimiz Demirkubuz ‘gücünde’ olmasa da, elem dolu ve sert. (3 / 5)

 

MARSLI
Ridley Scott ustanın yirmi üçüncü uzun metraj kurmacası, daha ziyade Robert Zemeckis dokusunda bir öykü. Çoğunlukla Mars gezegeninde geçen hayatta kalma ve kurtarma çabası öyküsü, kızıl gezegende gerçekleşen şiddetli bir fırtına sonrası öldü sanılarak geride bırakılan astronot ve botanikçi Mark Watney’i eve, dünyaya geri getirme mücadelesini yansıtıyor perdeye. Hayatta kalmayı başaran ve Mars’ta tek başına yaşam mücadelesi veren astronotu, geri getirmek için NASA, neredeyse gezegendeki bütün insanlıkla iş birliği yaparak, ‘kahraman’ Amerikalıyı eve döndürmek için kolları sıvar. NASA olarak bilinen Amerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’nin ‘şık’ bir tanıtım filmi aslında orijinal adıyla ‘The Martian’. Müthiş teknik detaylarla, temposu gayet iyi planlanmış, Ridley Scott gibi bir usta dokunuşuyla çekilmiş film, hatırı sayılır bir bilim adamı grubunun da katkısıyla ısmarlanma bir proje tadı bırakıyor geriye son jeneriklerde. Uzayda da olsa, çareler tükenmez diyen sistemin işleyişi, insan dehası ve bitip tükenmek bilmeyen umudun gücünden destek alıyor öte yandan. Dostluk ve geride kimseyi bırakma düsturu, militarist bilinç korunarak uyarlanmış perdeye. Geçtiğimiz yılın çok satan ve sevilen bilimkurgu kitaplarından biri olan Andy Weir imzalı aynı adlı eserin senaristi ise, ‘Cloverfield / Canavar’, ‘aynı zamanda yönetmeni olduğu ‘The Cabin ın The Woods / Dehşet Kapanı’ ve ‘World War Z / Dünya Savaşı Z’ gibi ciddi tür işlerinin usta kalemi Drew Goddard. Yalnız astronot ve bilim insanı rolünde, Matt Damon var. Onu geride bırakıp, tekrardan yardımına koşan mürettebat ekibinde ise Jessica Chastain, Michael Peña ve Kate Mara isimleri öne çıkıyor. Sean Bean, Jeff Daniels, Chiwetel Ejiofor ve Kristen Wiig ise yeryüzü kadrosunun yıldız isimleri. Bilimkurgu macerasında biçim ve sinema keyfi açısından leziz tatlar bırakan film, içerik anlamında öylesine bir seyirliğe dönüşüyor bir yerden sonra. Su gibi akıp giden 142 dakikalık kurtarma/kurtarılma macerası, bir biçimde, Alfonso Cuarón’un yedi Oscar ödüllü bilimkurgu başyapıtlarından biri olan ‘Gravity / Yerçekimi’nin varlığı dolayısıyla hızlıca izlenip, unutulmaya bırakıyor kendini. NASA’nın, filmin gösterime girdiği/gireceği dönemde gizemli gezegen Mars’ı gündeme taşıması, etkileyici bir tanıtım hamlesi olarak dikkat çekiyor ayriyeten. (2,5 / 5)

 

ŞAH MAT
‘Glory / Zafer’, ‘The Last Samurai / Son Samuray’, ‘Blood Diamond / Kanlı Elmas’ filmleriyle tanıdığımız Edward Zwick imzalı biyografik dram, ABD’li satranç dehası Bobby Fischer’in öyküsünü taşıyor perdeye. Fischer ile Rus rakibi Boris Spassky’nin 1972’de karşılaştıkları ‘yüzyılın maçı’nı odağına alan yapım, soğuk savaşın kendini iyiden iyiye hissettirdiği günlerde, İzlanda’nın başkenti Reykjavik’de geçiyor. Dahilik ile delilik arasındaki ince çizgide gidip gelen Bobby Fischer’in, çocukluğundan beri hazırlandığı, satrançta dünyanın en iyisi olma amacına ulaşmak için, önündeki tek engel, yenilmez denen Rus rakibi Spassky değildir sadece. Hezeyanları, takıntıları ve zihnindeki bütün arızalarıyla kendisidir. Tobey Maguire’nin Fischer’i, köklerinde Slav kanı taşıyan Liev Schreiber’in ise, Spassky’i canlandırdığı hikayede, Peter Sarsgaard ve Michael Stuhlbarg ise usta oyuncu kadrosunun diğer isimleri olarak öne çıkıyorlar. Bradford Young’ın kamerası ve James Newton Howard’ın dikkat çeken orijinal müziği, soğuk savaşın omuz başında gerçekleşen satranç savaşına, titiz bir fon oluşturuyorlar. Başta sanat yönetimi olmak üzere, yapım tasarımı incelikli. Tartışılan bir portre üzerinden, Amerikan milliyetçiliğinin ve tanrı Amerika’yı korusun senfonisinin altı kalın çizilmiş olsa da, ‘çalışılmış’ bir film orijinal adıyla ‘Pawn Sacrifice’. (3 / 5)

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar