Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

25 KASIM 2011

24 Kasım 2011 Perşembe 22:17
Murat Erşahin Sinemadan Çıkmış İnsan

Bu hafta vizyon gören beş film arasında oldukça önemli, merakla beklenen yapımlar var. Çağan Irmak’ın yeni filmi “Dedemin İnsanları”nın basın gösterimine, Malatya Film Festivali’nde bulunduğum için iştirak edemedim. Yakın gelecekte telafi edeceğim. Üç boyutlu korku-gerilim “Mahzen” için basın gösterimi düzenlenmedi. Diğer yapımlar ise notlarımız arasında. Terrence Malick imzalı “Hayat Ağacı”, sadece haftanın ve sezonun değil, son yılların en önemli filmlerinden biri kanımca. ‘Sinemadan Çıkmış İnsan’ı çok uzun süre içinizde yaşatmanız dileğiyle iyi seyirler!

HAYAT AĞACI
Aynı gezegende nefes alıp verdiğimizi düşününce, ruhumu kaplayan mutluluğun sebebi olan insanlardan biri Terrence Malick. Dışarısının tekdüzeliğinden, bayağılığından uzaklaştıran, kendimi iyi hissettiren bir dost sanki. Medyada, popüler kültürün, çılgın kapitalizmin iletişim araçlarında, hemen hiçbir yerinde görünmeyen, korkunç kalabalığa mesafeli dev sinemacı, 1943 doğumlu olmasına ve ilk uzun metrajı “Badlands”i 1973’te yönetmesine rağmen, sadece beşinci uzun metrajıyla ziyaret ediyor beyazperdeyi. 78 tarihli “Days of Heaven”dan sonra yirmi yıl sinemaya ara veren Malick, nadasa yatırdığı derin ve zengin meselelerini bir kez daha sinemalaştırmış. Yedinci sanatın yaşayan en büyük isimlerinden olan usta, Cannes’den Altın Palmiye ile dönen yeni filmi “Hayat Ağacı”nda 1950’lerin Amerika’sına götürüyor bizleri. Aslında öykünün merkezinde yer alan anlatı 50’lerde geçmekte. Film, gezegenin oluşumuna, ilk canlıya, dinozorlara ve nihayet günümüze kadar uzanıyor. Tanrıya ve varoluşa da tabii. Nelere değinmiyor ki dev yönetmen? Başlangıca, yüreğimizi kaplayan acıya, bilinmezden yola çıkılan noktaya, canlının evrimine, ilk ışığa, mutlu olmak için sevmek gerektiğine, en çok nefret ettiğimizin en çok sevdiklerimiz olduğu gerçeğine, bir ömür boyu söyleyememeye söyleyeceğini, mesafeleri kısaltamamaya en sevdiğinle, barışmaya, bilime, teolojiye, anne şefkatine, örselenmiş çocuk yüreklerine, öfkeye, acımasızlığa, masumiyetin yitirilişine, çocuksu zalimliğe, ilk aşka, nefrete, kaybolmuşluğa, hayal kırıklıklarına, vicdana, cinselliğe, yürekteki kara noktaya, kaybolmuşluğa, başarısızlıklara, umutsuzluğa, yenilmişliğe, doğum ve ölümün gerçekliğine, tanrıya ve tanrısız kalmışlığa, insanın zavallılığına, acımaya, ifade etmeye, yok olmaya ve yok olsak da hep yaşıyor olmaya… İnsanın haritasına.
Çok başka bir şey “The Tree of Life / Hayat Ağacı”. İyi ki sinema var dedirten bir yedinci sanat kanıtı. Modern hayatın çıkmazında kaybolmuş yetişkin Jack karakterinde Sean Penn ve düşlerine ulaşamamanın faturasını en sevdiklerinden çıkaran despot baba rolünde Brad Pitt çok iyiler. Anne rolündeki Jessica Chastain ve genç Jack’i canlandıran Hunter McCracken ise tek kelimeyle şahaneler. Mc Cracken, yürek burkan enfes bir performans sergilemiş Malick’in yazıp yönettiği başyapıtta. Varoluşun, insanı sarıp sarmalayan karanlık, muhlak ama aynı oranda mucizevi bilinmezliği. Yaralayan, düşündüren, hatta çok düşündüren, çok zengin okumalara sahip, aşırı duyarlı, dopdolu, şiir gibi bir film perdedeki. Karşımıza arada bir, hatta nadiren çıkıp bizi umutlandıran, insan olduğumuzu fark edip, tarifsiz kederlere sürükleneceğimiz o sanat eserlerinden biri. Öte yandan, Tezer Özlü’nün başyapıtı “Çocukluğun Soğuk Geceleri” gibi gerçek ve yaralayıcı Malick’in çocukluk günleri anlatısı…


ZİRVEYE GİDEN YOL
George Clooney, dördüncü kez oturduğu yönetmen koltuğundan, iyice sınanmış, kendini ispat etmiş, ciddi bir yönetmen olarak kalkıyor. Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim; gayet iyi, temiz, sağlam bir film “Zirveye Giden Yol”. Dürüst ve iyi işlenmiş politik dram, Alan J. Pakula, Sydney Pollack ve bütün bir geç 70’ler Amerikan sinemasına saygılarını sunuyor. Bir seçim kampanyasının iç yüzüyle baş başa bırakıyor bizi Clooney. Beau Willimon’un “Farragut North” adlı sahne oyunundan perdeye uyarlanan öykü, politikanın alışageldik kirli, acımasız ve karanlık yüzünü, başkanlık seçimleri sırasında dönen mide bulandırıcı gelişmeler eşliğinde işliyor. İnsanlıktan çıkaran tavizler, güvensiz, kaygan bir zemin ve güç için feda edilecek hemen her şey. İhanet, yalanlar ve komplolar arasında, baştan aşağı hırs ve hesapla sıvanmış varolabilme savaşı… Usta oyunculukla yıldızlık kavramını buluşturan zengin kadrosuyla dikkat çeken filmde Ryan Gosling, özellikle göze batıyor. George Clooney, Philip Seymour Hoffman, Paul Giamatti, Marisa Tomei, Evan Rachel Wood ve Jeffrey Wright, perdeye yansıyan karanlık resme can veriyorlar. Alexandre Desplat’ın filmin tonuna eşlik eden müziği, yine filme artı değer katan etmenlerden. Açık söylemek gerekirse, perdede izlediklerimizin ardından, gerçeğin boyutunun daha acımasız ve kat be kat kötücül olduğunu fark ediyoruz. Clooney’in öyküsünün gerçek hayattan daha saf, daha masum olduğu tartışmasız gibi. Politikanın kirli iç çamaşırları, kapkara, tamamen umutsuz bir itirafa dönüşmüş perdede. İzleyip, anımsadıklarımızın ardından şu gerçek saptamayı geçiriyoruz içimizden: ‘Amerika seçim kampanyalarında ne olursan ol, stajyer olma!’

TEHLİKELİ İLİŞKİ
Bedensel deformasyonla sarmalanmış zihinsel korkular, problemler ve içimizde, derinde bir yerlerde bizi kemirmeyi sürdüren ‘kapkara bir içsel düşman’. Filmlerinde sıklıkla, zihin-beden ilişkisine ve bu ikilinin gizemli mekanizmasına değinen Kanadalı usta sinemacı David Cronenberg, yeni filminde psikanalizin netameli sularında yüzerken, farklı bir dostluk, aşk ve tutku öyküsü anlatıyor. Psikanaliz denince hemen akla gelen isimler. Psikoanalitik kuramın yaratıcısı Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ve analitik psikolojinin kurucusu İsviçreli psikiyatr Carl Gustav Jung (1875-1961). Bir de bir çok kaynakta ilk kadın psikanalist olarak yer alan Rus kökenli Sabina Spielrein (1885 -1942). Freud ve Adler ile birlikte ‘derinlik psikolojisinin’ üç büyük kurucusundan biri olan Jung, yirminci yüzyılın başlarında, Zürih yakınlarındaki ünlü bir klinikte psikiyatrist olarak çalışmakta. Geçmişinden gelen sorunlarla yaşamakta zorlanan yeni hastası Sabina’yı, büyük hayranlık beslediği Sigmung Freud’un metoduyla tedavi etmeyi deniyor. Ama Sabina ile arlarında, evliliğinde olmayan cinsel bir çekim mevcut ve farklı bir kimya. Tutku dolu bir kimya bu. Bütün tutkular gibi tehlikeli de. Bu arada kliniğe hasta olarak gelen, daha doğrusu babası tarafından gönderilen Avusturyalı psikanalist Otto Gross (1877-1920) kafasını daha da çok karıştırıyor Jung’un. Sonraları anarşizmi seçecek olan ve ‘vahanın yanından geçiyorsan suyundan da içmelisin’ diyen Gross’a hak veren Jung, Sabina’ya tutkulu bir aşkla bağlanıyor. Freud ile aralarındaki baba-oğul ilişkisi ise, önce farklı teoriler, görüşler, ardından da etik problemler nedeniyle gün geçtikçe zayıflayıp, yok oluyor. Hatta iki düşman haline geliyor iki yakın dost. Cronenberg, psikolojik analizlerinde maneviyattan, mitlerden, astrolojiden yararlanan Jung ile insan bedeninin gerçekliğini yücelten Freud arasındaki gerilimli ilişki çerçevesinde, bir dönem filmi yapmış aslında. Aşk-tutku-bilim-inanç-dostluk kavramları arasında çıldırmakta olan bir gezegenin resmini çekmeye çalışmış. Kanlı bir dünya savaşının hemen öncesi, savaşın ayak seslerini, ırkçı-ayrımcı Avrupa kıtasını, sınıfsal farklılıkları, küçük burjuvanın ahlaki değerlerini, yenidünyaya taşınan vebanın nedeninin insan olduğu esprisiyle sarmalamış. Dokunduğu her yeri, her şeyi yok eden, aç, küstah, takıntılı ve meraklı insanın ruh altı portresi bir bakıma “Tehlikeli İlişki”. Birbirleriyle savaşan metotların, öğretilerin, insanların arasında yaşanan duygulara incelikle bakan dram, Keira Knightley, Michael Fassbender, Viggo Mortensen ve Vincent Cassel’li, yani görkemli bir kadroyla vücut bulmuş. John Kerr’in ‘A Most Dangerous Method’ adlı kitabından ve 1988 tarihli “Tehlikeli İlişkiler / Dangerous Liaisons” la Oscar kazanmış usta senarist Christopher Hampton’un ‘The Talking Cure’ adlı sahne oyunundan bizzat Hampton tarafından uyarlanan, bir dolu usta ismin bir araya geldiği filmi ıskalamayın. Psikanaliz tartışmalarıyla yüklü başka bir düzlemde yaşanan bu üçlü ilişki, geçtiği dönem ve uyandırdığı duygu itibariyle, 1962 tarihli Truffaut klasiği “Jules et Jim / Unutulmayan Sevgili”yi çağrıştırdı bana öte yandan.

MURAT ERŞAHİN



Diğer Yazılar