Konuk Yazar

TARİHİ, KALEMİ ELİNDE TUTANLAR YAZAR!

13 Temmuz 2019 Cumartesi 12:39
TARİHİ, KALEMİ ELİNDE TUTANLAR YAZAR!

Sinema, sanatçı hayatlarında gezinmeyi sürdürüyor. Haftanın yenilerinden ‘Colette’, son dönemde karşımıza gelen ‘Bohemian Rhapsody’, ‘Rocketman’ ve ‘Tolkien’ türü yapımlarla aynı aileden... Malum, geçen hafta JRR Tolkien’in çocukluk ve gençlik yıllarıyla savaş travması içinde yolunu bulma çabasını izlemiştik, şimdi sıra Sidonie-Gabrielle Colette’in kendisini var etme ve ayakta kalma mücadelesinde...

Richard Glatzer’le birlikte yönettiği ‘Bakire ve Hamile’ (‘Quinceanera’) ve ‘Unutma Beni’ (‘Still Alice’) gibi filmlerden hatırladığımız Wash Westmoreland’in bu kez kamera arkasına tek başına geçerek çektiği ‘Colette’, Fransız edebiyatının kendine özgü kaleminin ilginç serüvenini, dönem panoraması içinde perdeye taşıyor. 19. yüzyıl sonunda, taşralı genç bir Fransız kadını kimliği ve yazar-çizer dünyalarına hâkim Henry Gauthier-Villars’ın eşi olarak Paris’e adım atan Colette, başlarda kocasının ‘hayalet yazar’ı olarak görev üstleniyor. Yarattığı ‘Claudine’ adlı karakterin çok tutulması ve dönemin modası ikonuna dönüşmesiyle –kadınların çoğu saç şeklini, giyim-kuşamını bu roman kahramanıyla özdeşleşerek belirliyor; yelpazelerden porselenlere birçok aksesuar, ‘Claudine’ markası altında piyasaya sürülüyor- adeta bir toplumsal histerinin kapısını aralıyor. Ne var ki bütün başarı, romanları ‘Willy’ adıyla yayımlayan kocasının hanesine yazılıyor.

Oysa gerçek bambaşka!

Bu eşitsiz dağılımda vefa, minnet duyguları ve sevgisiyle birlikte başlarda sesini çıkarmayan Colette, çok geçmeden kendi özgür yolunu çiziyor ve döneminin en önemli kültürel figürlerinden biri olarak tarihteki yerini alıyor...

Westmoreland’in, daimi partneri Glatzer’la birlikte yazdığı senaryoda, ürkek bir ceylan misali geldiği Paris’te, ortamın ikiyüzlü yapısına, sahte ilişkilerine, gösterişli ama kof kişiliklerine dayanamayan ve kendi doğru sesi ve ruhuyla yaratıcı kişiliğini ortaya koyan bir kadının başkaldırışının izlerini sürüyoruz. Film, Colette’in hem edebi yolculuğunu hem de cinsel yönelimleri itibariyle hayatına girmiş, bazen koruyucusu bazen yoldaşı olmuş kişilikleri de perdeye taşıyor...

Aslında bu öyküye tarihsel bir perspektiften baktığımızda, benzer bir durumun Mary (Wollstonecraft) Shelley-Percy Shelley ikilisinde ve ‘Frankenstein’ın özelinde yaşandığını görmek mümkün. Bu ölümsüz klasik ilk yayımlandığında, yazar hanesinde Mary Shelley ismi yoktu. Ama özellikle kocası Percy’nin çabalarıyla o dönemin erkek egemen ortamında metnin bir kadına ait olduğu açıklandı ve sonraki basımlarda ‘hak yerini buldu’. Benzer bir meseleye Margaret Keane’in öyküsünde de rastlıyoruz. İri gözlü figürleriyle tanınan ve halen hayatta olan bu kadın ressamın yapıtlarını da bütün Amerika, uzun bir süre dolandırıcı kocası Walter Keane’in imzasıyla tanımıştı. Colette’in yeteneğini sömüren ve bütün başarıyı kendisi hanesine yazdıran Henry Gauthier-Villars’la olan ilişkisi ve sanatsal öyküsü (kronolojik açıdan daha sonraki bir tarihe ait olsa da), Margaret-Walter Keane ikilisinin yaşadıklarına daha yakın düşüyor.

Bu hayat bir filme sığmaz ki...

Westmoreland’in filmi bohemin, özgürlüğün, sanatın merkezi olsa da iş kadınlara gelince aynı standartları ve cömertliği sunmayan Paris’in tasvirini, dönem çizgileri içinde çok iyi yansıtıyor. Ana karakterinin yanında Willy ve ‘Missy’ / ‘Markiz de Belbeuf gibi gerçek kişilikleri de inandırıcı çizgilerle sunan yapımda Keira Knightley, Colette rolünde kariyerinin en iyi performanslarından birini ortaya koymuş... Yaşadıkları, eserleri, gösteri dünyası içindeki ayrıksı duruşu, evlilikleri, lezbiyen ilişkileri, İkinci Dünya Savaşı’nda işbirlikçi basın için yazmasıyla kuşkusuz bir filme sığmayacak koca bir hayatı barındırıyordu Sidonie-Gabrielle Colette. Westmoreland’in yapıtı da bu geniş ve verimli öykünün başlangıç ve gelişme bölümlerinde gezinmiş ve bize tatminkâr bir portre sunmuş. “Kaçırmayın” derim... UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/13.07.2019)

 



Diğer Yazılar