Konuk Yazar

PUSLU MANZARALAR...

30 Kasım 2025 Pazar 11:35
PUSLU MANZARALAR...


Hali vakti yerinde Ferhat ve eşi Handan, çocuk özlemlerini gidermek için Gürcü-Ukrayna kökenli Lia’yla anlaşarak, taşıyıcı annelik yoluyla istediklerine ulaşırlar. Ne var ki Rusya’yla Ukrayna arasındaki savaş Lia’nın evine dönmesini geciktirmiş ve bu süreçte genç annenin, Ada adı verilen kızına bakış açısını değiştirmiştir. Bu işlem karşılığında alacağı parayla Avrupa’ya gidip yeni bir gelecek kurma planları yapan Lia, bu fikrinden vazgeçip ailenin yanında kalarak çocuğun büyümesine tanıklık etmek ister. Ne var ki Ferhat-Handan ikilisi anlaşmaya uyması konusunda ısrarcıdır. Ve Ferhat, Lia’yı Gürcistan’a götürüp annesinin yanına bırakmak için arabayla yola düşer. Bu yolculuk iki taraf için de ruhsal bir hesaplaşmanın ifadesine dönüşür...
2000’ler başı itibariyle sinemamızın taze soluklarından biri olan Özcan Alper, sağlam sinema kumaşıyla yüklü dünyasında  çoğunlukla sistemin gazabına uğramış bireylerin çıkış yolu arama çabaları doğrultusunda hüzünlü öykülerini anlattı çoğu kez. İlk çalışması ‘Sonbahar’ bence bir başyapıttı ve sonraki adımları için bizi her daim merakta  bırakan bir ‘auteur’ (yaratıcı) oldu. Sonraki serüveni içinde aynı çizgiye ulaşan yapıtlara imza atamasa da her daim ruhu olan, duygusu güçlü, dertleri hem tarihsel hem güncel çağrışımlarla örülü kayda değer yapımlarla seyirci karşısına çıktı, ülkenin sosyolojik sarmalı içinde siyasi ve toplumsal meseleleri perdeye taşıdı. Bir önceki hamlesi ‘Karanlık Gece’ örneğin, filme ilişkin eleştiri yazısında da belirttiğim gibi sanki bitmeyen bir ‘karakış’ı anlatıyordu. Bizi saran ve bir türlü içinden çıkamadığımız bir karanlığın tarifinde dolaşan film, yönetmenin kariyeri açısından bence ‘Sonbahar’ sonrası en güçlü çalışmasıydı ve son derece sert, gerçekçi bir bakış açısı vardı.
Girişte konusunu özetlediğim ve Türkiye prömiyerini Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde yapan yeni yapıtı ‘Erken Kış’sa lirik, hüzünlü, daha yumuşak tonlarda seyreden ve iki ana karakterinin iç dünyalarında gezinen bir öyküye sahip. Formatı itibariyle ‘yol filmi’ tanımını hak eden bu çalışma yaş, ülke ve kültür farklılıklarına rağmen süreçte birbirlerine yakınlık duyan Ferhat ve Lia’nın Gürcistan’a doğru çıktıkları seferde aslında kendilerine yönelik bir yolculuğu da gerçekleştirmeleri üzerine bir temayı barındırıyor.
Hikâye otoyollar boyu gelişirken Karadeniz’in kendine özgü havası, doğası, hafiften bastıran soğuğun, yağmurun ve en önemlisi sisin yarattığı peyzajlar filmin görsel arka planına damga vuruyor. Ferhat’ın amacı bellidir; Ada’nın biyolojik annesini memleketine götürmek. Lia’ysa geride bıraktığı bebeğinin sıcaklığını, ona duyduğu şefkati unutamıyor, annelik duygusu ağır basıyor. Yol boyunca bir yandan eşi Handan’ın aramalarıyla artan gerilim, öte yandan işyerinin sorunlarını telefon üzerinden halletme çabası derken Ferhat hem fazladan bir yorgunlukta boğuluyor hem de kendini bir şekilde kaptırdığı Lia’ya olan ilgisine ket vurmaya çalışıyor.
Özcan Alper’in senaryosunu Uğur Aydedim’le birlikte kaleme aldığı çalışmada kimi diyaloglar yer yer yüreklere sesleniyor, yer yer ‘kıssadan hisse’ kabilinden zihinlerdeki yerini buluyor. Örneğin Lia’nın “Benim Ada’dan başka hayatım yok” cümlesi bunlardan biriydi. Keza bence filmin en metaforik ifadesi de yine, 50 yaşına 10 gün kalmış Ferhat’a şöyle seslenen Lia’dan geliyordu: “Esas hapsolan sensin aslında, sevgi yok, hep stres. 10 yıl yaşar sonra sevgisizlikten ölürsün.” Ferhat’ın bu cepheye katkısıysa  şu cümlede kıyıya vuruyordu: “İntihar etmek sadece fiziksel bir şey değil, insan başka türlü de intihar edebiliyor...” Muhabbet arasında ‘Monk by the Sea’ (Deniz Kenarındaki Keşiş) tablosu aracılığıyla Alman ressam Caspar David Friedrich’in
(1774-1840) anılması da hoşuma giden yanlardandı. Öte yandan yolculuğun son bölümünde yöreden biri olan Ferhat’ın köyüne uğraması, annesinin mezarına gidip kendi geçmişiyle yüz yüze gelme çabası da filmin yüreklere seslenen bölümlerindendi.

‘Ah şu idealistler’...
‘Erken Kış’ sadece mevsimsel adıyla değil görüntüleri ve atmosferiyle de ‘Sonbahar’a yakın düşen bir çalışma olmuş. Yağız Yavru’nun bazen kasvet estiren ama daha çok hüznün estetiğine yakın duran görüntü yönetmenliği eşliğinde çarpıcı kadrajlar, seyirciye Karadeniz’in yağmuru, sisi, pusu içinde kayboluyormuşçasına bir hissiyat yüklemiş. Keza Erdem Helvacıoğlu’nun müzik çalışması görüntüleri daha da etkileyici bir bütüne ulaştırmış. Bu arada ‘Sonbahar’da kıyıyı (daha doğrusu iskeleyi) döven dalgalar çok güçlü, çok sertti, bu kez sahil şeritleri boyunca daha yumuşak, daha sakin dalgalara rastlıyoruz.
Oyunculuklara gelince... Timuçin Esen, Ferhat’ın tüm açmazlarını ve sıkışmışlığını bazen mimikleriyle bazen de vücut diliyle son derece başarılı bir şekilde perdeye yansıtıyor. Leyla Tanlar da Lia’da çok çok iyiydi; son derece anlamlı bir yüze sahip genç oyuncunun sinemamız için yeni bir cevher olduğu kanısındayım, umarım doğru projelerle yoluna devam eder. Tanlar bu filmdeki performansıyla bu yılki Antalya Altın Portakal’da En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandı.
Öte yandan Borçka yolunda arabalarına aldıkları iki gencin parantez açtığı sevgi tartışmaları ve Ferhat’ın sonrasında “Ah şu idealistler, gençken her şey kolay, yaş ilerledikçe sisteme dahil olacaklar” mealindeki tespitleri de filmin hafızamızda bıraktığı tortulardandı.
Özetle; görsel dili çizgi üstü noktalarda seyreden, ana yüreği, suçluluk gibi temalara değinen, melankoli katsayısı yüksek ‘Erken Kış’ı kaçırmayın derim... UĞUR VARDAN (HÜRRİYET/29.11.2025)



Diğer Yazılar