SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

SUÇ VE CEZA FİLM FESTİVALİ, İTALYAN FİLMLERİ, ALMAN FİLMLERİ VE DİĞERLERİ

06 Aralık 2020 Pazar 18:55
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz iki hafta içinde o kadar fazla online festival ve sinema etkinliği oldu ki, sinemaseverler olarak hangi birine yetişeceğimizi şaşırdık, belki de normal dönemde bir festivalde izleyeceğimizden daha fazla sayıda film izledik. Bu hafta, bu etkinliklerde izlediğim, farklı nedenlerle öne çıkan ve farklı izleyicilere hitap edebilecek filmlere bir göz atacağım. Önümüzdeki hafta da böyle karma bir seçkiyle devam ederiz kısmetse.

En Uzun Gece (Yalda, A Night for Forgivness):
Bir İran filmi olan Yalda, İran’da gerçekten televizyonlarda yayınlanmış olan bir reality şov programını temel alarak yapılmış bir yapım. Bu programda, muta nikahı ile evli olduğu, kendisinden yaşça büyük olan kocasını bir kaza sonucu öldüren ve sonrasında idam cezası alan Meryem adında genç bir kadın ile adamın eski evliliğinden olan kızı Mona karşı karşıya getiriliyor. İran kanunları gereğince kız, kan parası almayı kabul ederse Meryem’in idam cezası affedilecek, sadece belli bir süre hapis yatacak. Programın diğer bir parçası da seyircilerden gelen SMS oyları. Meryem’in affedilmesini destekleyen oyların sayısına göre, programın sponsorlarının vereceği kan parasının miktarı da artacak.
Bu konsept gerçek programda da bu şekilde işliyormuş. Bir insanın hayatının işin içinde olduğu dramatik bir olayı, bir şovun parçası haline getirmek bile başlı başına insanın kanını donduran bir durum. Filmde de bu şovun yapımcısının ve sunucusunun her şeyi izlenme oranları ve SMS’lerden ibaret olarak gören tavrı ve programın pespayeliği çok iyi verilmiş. Öyle ki, programın bazı yerlerinde alakasız bir şekilde, bir pop müzik şarkıcısı ya da şiir okuyan ünlü bir sanatçı çıkabiliyor. Ana hikâye ise, çok eskiden beri tanışan iki kadının arasındaki gerilim üzerine kuruluyor. Aslında çatışma sadece bundan ibaret kalsa ve film de buna odaklansa çok daha etkileyici olabilirmiş. Stüdyonun dışında bekleyen ve filmin ortalarına doğru gizemlerinin ne olduğu anlaşılan çift ve hikâyenin stüdyo dışına çıktığı anlar, filmi odağından uzaklaştırıyor. Ayrıca, film her ne kadar söz konusu televizyon şovunu eleştirse de bazı yerlerde kendisi de seyirciyi etkilemek için aynı taktikleri kullanıyor ve bu da kendisiyle çelişmesine yol açıyor.
Filmin her iki kadın oyuncusu da (Sadaf Asgari ve Behnaz Jafari) çok iyi. Her ikisi de içinde oldukları duygu yoğunluğunu başarılı bir şekilde verebiliyorlar. Behnaz Jafari zaten İran sinemasında belli bir yeri olan bir isim. Daha önce bir kısa filmde de izlediğim ve beğendiğim Sadaf Asgari ise henüz genç bir oyuncu ve iyi yönetmenlerle kariyerine devam etme şansı bulursa, bundan sonra adını sıkça duyacağımızı tahmin ediyorum.

Almanca Dersi (Deutschstunde):
Nazi Almanyası’nda resim yapmanın yasaklandığı dönem, iki çocukluk arkadaşını karşı karşıya getirir. Biri bölgedeki az sayıdaki polisten biri olan Jens, diğeri de bir ressam olan Max. Hikayemizin asıl kahramanı ise Jens’in oğlu olan Siggi’dir. Savaş sonrası yıllara doğru uzanan bu filmde, baskıcı babası ile özgürlükçü ressam arasında kalan Siggi’nin hikayesini izleriz. Ailecek görüşen, zaman zaman büyük yemeklerde bir araya gelen bu iki zıt kutup arasındaki çekişme, onun üzerinde de derin etkiler bırakır.
Almanca Dersi, Siegfried Lenz’in 1968’de yazdığı meşhur romanın uyarlaması. Romanı okumadım ama film, iki saatlik uzunluğuna rağmen romanın hakkını tam olarak verememiş gibi duruyor. Özellikle Siggi’nin gençlik döneminde kapatıldığı ıslahevi kısmı üzerinde çok fazla durulmamış. Yine de gayet etkileyici anlar yakalayabilmiş bir film. Özellikle resimle ilinti kurulabilecek kadrajlar kuran, görüntü yönetmeni Frank Lamm’in filme katkısı büyük. Tüm oyuncu kadrosu da üzerlerine düşeni yapıyorlar. Filmin, yine Nazi Almanyası’nda büyüyen bir ressamın hikayesini anlatan Asla Gözlerini Kaçırma (Werk ohne Autor) filmini hatırlattığını da söylemeli.

Teslimiyet (Submissão):
Portekiz’de tanınmış ve saygın bir doktorun karısı, bir gece polise gider ve tecavüze uğradığını, şikayetçi olmak istediğini söyler. Tecavüz kendi evinde gerçekleşmiş, tecavüz eden de kocasıdır. Teslimiyet, bu sürecin devamını ve mahkemede sonuçlanmasını anlatan, son derece etkileyici bir yapım. Yönetmen Leonardo António, ekonomik bir sinema dili ama çok sağlam bir senaryo ve oyunculara kendilerini göstermelerini sağlayacak geniş bir alan bırakan bir anlayışla çekmiş filmini.
Karı-koca arasında gerçekleşen tecavüz olaylarına ülkemizde bir kesimin de suç olarak bakmadığını, daha doğrusu öyle bir suçun olmadığını düşündüklerini biliyoruz. Bu film de aslında, özellikle çiftin arasında geçenlerin detaylı olarak anlatıldığı mahkeme sahneleri ile bu şekilde düşünenlere bir cevap niteliğinde. O gece yaşananları göstermeyip, her iki tarafın konuşmaları ile önümüze seren film, olaya erkeğin ve kadının bakış açısının ne kadar farklı olabileceğini gösteriyor. Erkek, ne var canım bunda, o da seksten hoşlanmıyordu zaten, ben de o gece karımla beraber olmak istiyordum, biraz zorladım şeklinde bakarken kadının ben istemediğim halde benimle ilişkiye girdi, tecavüzün başka bir tanımı var mı dediğini görüyoruz ki, son derece haklı. Mahkeme heyeti ve erkeğin ailesi üzerinden toplumun bu olaya bakışını da görme fırsatımız oluyor. Final, erkeğin argümanlarından birini çürütmek için konulmuş belli ki ama iyi çekilmiş bir sahne olarak yerinde bir dokunuş olmuş.
Yönetmen oyunculara kendilerini gösterecek alan tanımış demiştim. Özellikle başrolde Iolanda Laranjeiro çok dengeli bir oyunculuk sergilemiş. Gördüğüm kadarıyla şimdiye kadar dizilerde oyuncu ve oyuncu koçu olarak çalışmış. Şimdiye kadar önemli bir filmde yer almamış. Halbuki ciddi bir potansiyeli var.

Macaluso Kardeşler (Le Sorelle Macaluso):
İtalyan sinemasını, bu yıl fiziksel olarak gerçekleşebilen az sayıda festivalden biri olan Venedik Film Festivali’nde temsil eden bu yapım, yönetmen Emma Dante’nin ikinci uzun metrajlı filmi. Film, Dante’nin yine kendisinin yazdığı tiyatro oyunundan uyarlama. Zaten izlerken de birkaç sahne hariç, tek bir mekânda geçtiği için bunu hissediyorsunuz. Ama sinemasal yönü de güçlü bir film. Perdede tiyatro izliyoruz hissiyatı da yaratmıyor.
Filmimiz, beş kız kardeşin çocukluklarından yaşlılıklarına kadar olan yaşamlarını, belli zaman dilimlerini ele alarak anlatıyor. İlk bölümde kız kardeşlerin çocukluk ve ilk gençlik dönemlerini görüyoruz. Geleceğe yönelik hayalleri, umutları ve heyecanları var. Ve bu bölümde hayatlarını bütünüyle etkileyecek bir olay gerçekleşiyor. İkinci bölümde, kız kardeşler artık orta yaşa gelmiş, sadece biri evlenerek evden ayrılmış, diğerleri beraber yaşıyorlar. Ümitler tükenmeye yüz tutmuş. Son bölümde ise artık hayatlarının son dönemine gelmişler ve anılarla yaşıyorlar.
Emma Dante, kardeşlerin hayatlarının detaylarına çok girmeden sadece belli başlı olayların altını çizmiş. Ama kardeşlerin içinde yaşadıkları evin dönüşümü üzerinden bile hikâyenin anlatılmayan detaylarını hissetmek mümkün.

Altın Sesler (Golden Voices):
1980’ler ve 90’larda Sovyetler Birliği’nin geçirdiği değişim sonrası, pek çok Sovyet Yahudisi, İsrail’e göç etmeye karar verirler. Victor ve Raya da bu kararı almış bir çifttir. Sovyetler Birliği’nde yıllarca sinemalara batıdan gelmesine izin verilen filmlere dublaj yaparak hayatlarını kazanan, artık belli bir yaşa gelmiş olan bu çift, İsrail’de kendilerini bir bilinmezin kucağında bulurlar. İsrail’de radyo tiyatrosu yapmak gibi hayalleri suya düşünce Raya, kocasından habersiz, bir telefon seks kanalında çalışmaya başlar, bir yandan da sinemalardan korsan olarak kaydedilip, VHS kasetlere aktarılan filmlere dublaj yaparlar.
Hayatlarında yaşadıkları büyük değişimle başa çıkmaya çalışan bu çiftin hikayesi çok iddialı bir filme dönüşmemiş ama dramatik yanlarının yanında komedisini de ihmal etmeyen sevimli, sıcak bir film. Sinema adına çok şey vadetmese de izlemesi gayet keyifli.

B Filmi Gibi Hayat: Piero Vivarelli (Piero Vivarelli, Life As a B-Movie):
İtalyan B-filmi yönetmenlerinden Piero Vivarelli'nin hayatını anlatan bir belgesel. Çok tanınan bir isim değil, en azından ben tanımıyordum ama enteresan filmler çekmiş. Kariyerine müzikallerle başlayıp, avantürlere, oradan erotik filmlere geçmiş. Yönettiği filmler dışında pek çok senaryoya da katkısı var. Yıllar sonra Tarantino’nun ilgisini çeken orijinal Django bunlardan biri. Lucio Fulci ve Joe D'Amato ile de yolları kesişmiş. Müzikal film döneminde yaptığı şarkılar da daha sonra bazı filmlerde kullanılmış.
Filmin adına “B Filmi Gibi Hayat” demeleri boşa değil. İlginç bir hayatı olmuş gerçekten. Gençken İtalyan faşistlerine katılmış, aklı başına gelince Komünist Parti'ye girmiş, hatta hayatının son dönemlerinde Küba Komünist Partisi üyesi olmuş. Özel hayatı da çok çalkantılı. Filmden anlayabildiğim kadarıyla, pek çok başrol oyuncusu ile ya sevgili olmuşlar (çeviri hatası yoksa, onlardan hep nişanlım diye bahsediyor) ya da evlenmişler. Bir ara oğlunun sevgilisini bile elinden almış. 
İtalyan B filmlerinden hoşlananların bir şekilde bulup izlerse hoşuna gidecek bir belgesel. Ama Vivarelli'nin kendi filmlerini bulmak zor sanırım. Son dönem çektiği erotik filmlerden birinin, 1995'te İkili Taciz adıyla bizim sinemalarımıza kadar gelebilmiş olduğu notunu da düşelim.

Sessizliği Yırtan Çığlık (Schlingensief - In das Schweigen Hineinschreien):
Bir yönetmen belgeseli daha. Bu sene İstanbul Modern’in Alman Filmleri seçkisinde Christoph Schlingensief’in Egomani isimli bir filmi vardı. O film için anlatılmaz, yaşanır diyerek geçelim ama Schlingensief’in hayatı üzerine olan bu belgeselden bahsetmeden geçmeyelim. Tıpkı Vivarelli gibi, Schlingensief de kendi adıma, tanımadığım bir isimdi. Schlingensief, sinemanın deneysel tarafında çalışan, sadece sinema değil tiyatro ve diğer sanat dallarında da provokatif işler yapan, özellikle Almanya’nın Nazi dönemi ile hesaplaşması gerektiğini savunup, orayı kaşıyan, iki Almanya’nın birleşmesinin o kadar da iyi bir şey olmadığını savunan, dönemin başbakanı Helmut Kohl’e sahneden ölüm çağrıları yapan bir isim. Filmlerinde ve diğer sahne eserlerinde kandan, iğrençlikten ve çıplaklıktan hiç kaçınmamış ama söyleşilerine bakıldığında ne kadar aklı başında ve yaptığı şeyleri temellendirebilen bir kişilik olduğunu görüyoruz.
Filmlerin ilham kaynağının Fassbinder ve Buñuel olduğunu birkaç kez vurgulayan ama Wenders’den pek haz etmediğini de hissettiğimiz (hisler karışlıklı olmalı, Wenders de onun ilk filminden onuncu dakikada çıkmış) Schlingensief, 2010 yılında henüz 49 yaşındayken kanser nedeniyle hayatını kaybetmiş ama bu süreci de bir sanat eylemine dönüştürmeyi başarmış. Doğrusu Egomani ve bu belgesel sonrası, diğer filmlerini de merak ettiğim bir isim oldu. MUBİ’de dört filminin yer aldığını görmek sevindirici.
Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar