SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

KORONA DÖNEMİNDE FESTİVAL GÜNLERİ

11 Eylül 2020 Cuma 20:29
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçtiğimiz hafta, başlıyor dediğimiz 31. Ankara Film Festivali, dün gece yapılan mütevazı kapanış töreni ile sona erdi. Bu sene festivalde, ister istemez filmlerden çok korona konuştuk. Festivali takip edenler, takip etmeyenler ya da edemeyenler, gelen konuklar ve jüriler, gelemeyen konuklar ve jüriler, salonların ne kadar kalabalık ve güvenli olduğu, hep konuşulan konular arasındaydı. Her film öncesinde gösterilen uyarı videosunda Prof. Dr. Esin Şenol’un, hafif bir anlatım bozukluğu ile dile getirdiği gibi bu, “pandeminin ilk sinema festivali” idi çünkü.

Bu nedenle her şeyden önce, ortamdan bahsetmek lazım. İlk gün, o özlediğimiz Büyülü Fener sinemasına gittiğimizde bir tedirginlik vardı elbette. Öncelikle aylardır görüşmediğimiz bazı sinefil arkadaşlarla, sonrasında sinemanın çok sevdiğimiz personeliyle, festival ekibiyle tekrar buluşmak, morallerimizi yükseltti. Sinema salonun nasıl temizlendiğini, herkesin ne kadar dikkatli olduğunu görmek de içimizi rahatlattı. Kendi adıma, salonların mümkün olan en temiz halinde olduğuna ikna oldum. Kendimizden bile emin değilken, aynı filmi izlediğimiz seyircilerden hasta olan olabilir mi şüphesi yok olmadı, salondan gelen öksürük ve hapşırıklarda ufak tedirginlikler yaşadık ama sinema tutkusu bu endişelerin üstesinden geldi. Yanlış anlaşılmasın, bu dönemde festivale gelmemeyi seçenlerin sinema tutkusu az demek istemiyorum, haddime değil. Herkes risk durumunu dikkate alarak kendi seçimini yapıyor. Kimseyi yargılayacak durumda değiliz.

Festival, önümüzdeki günlerde resmi olarak doluluk oranlarını açıklayabilir ama ben kendi gözlemlerimi belirteyim. Öncelikle salon kapasitelerinin, alınan tedbirler gereğince, normalin yarısı olduğunu unutmayalım. Her yıl en çok seyirci çeken bölüm, Ulusal Yarışma bölümleri olur. Bu yıl da kural değişmedi. Hatta Aşk, Büyü, vs. ve Topal Şükran’ın Maceraları gibi filmlere ek seans bile açıldı. Sanırım önceki festivallerdeki olumlu yorum alan filmler, seyirci sayısını yükseltti. Ancak oldukça az sayıda seyirciye oynayan ulusal yarışma filmleri de oldu. Kısa film seanslarının da dolu olduğu bilgisini aldım. Belgesel filmler de genelde orta dolulukta salonlara oynadı. Bir tek Hasan Söylemez’in Tenere filmi doldu, hatta ek seans açıldı. Bunun yanında, yabancı filmler, birkaç istisna dışında çok boştu. Undine ve Buñuel, Kaplumbağaların Labirentinde filmleri salonları görece olarak doldurdu ama özellikle Vişegrad seçkisi filmleri boş kaldı. Sanıyorum sinemaya gelen seyircilerin önemli bir kısmı, uzun süre salonlarda kalmak istemedikleri için çok sayıda film seçmediler, seçtikleri filmler de önceden adını duydukları filmler oldu.

Ulusal Yarışma Filmleri:

Gelelim filmlere. Ulusal Uzun Film Yarışması’nda Kerem Akça ve Kurtuluş Özyazıcı ile birlikte Siyad jürisi olarak görev yaptık. Gerekçeli kararımız şu şekilde: “Siyad jürisi olarak sinemamızda benzerine pek rastlamadığımız bir anlatım tarzını kullanarak toplumumuzda kadının sessizleştirilmesini zekice vurguladığı için, Topal Şükran’ın Maceraları filmini oybirliğiyle ödüle değer bulduk.” Daha önce yarışmanın tüm filmleri ile ilgili yorum yapmış olduğum için tekrarlamak istemiyorum. Aşk, Büyü, vs. ve Bilmemek’in yarışmanın diğer öne çıkan filmleri olduğunu belirtebilirim. Ana jüri de büyük ödülü, Bilmemek’e verdi. Diğer ödüller konusunda haberler takip edilebilir.

Ulusal Kısa Film Yarışması’nda da ön jüri olduğum için, daha önce fikir belirtmemiştim. Ana jüri Barê Giran (Ağır Yük), filmine ödül verdi. Benim için yarışmanın öne çıkan kısa filmleri, Yasemin Adında Bir Salon Bitkisi, Çamaşır Suyu ve Evde Yok idi.

Ulusal Belgesel Film Yarışması’ndaki tüm filmleri izlemedim ama izlediklerim içinde en beğendiğim iki film, Kuyudaki Taş ve Asfaltın Altında Dereler Var oldu. Kuyudaki Taş, “mahallenin delisi” olarak nitelediğimiz insanlarla yapılan söyleşilerin, başarılı bir kurgu ile harmanlanmış haliydi. Delilerin bazen ne kadar donanımlı insanlar arasından çıkabildiğini, biz “normal” insanların o çizgiyi geçmesinin ne kadar kolay olduğunu hissettiriyordu. Kimi yerlerde ünlü oyuncuları deli rolünde kullanması bence filmin zayıflığı idi. Asfaltın Altında Dereler var ise, bir zamanlar Ankara’yı çevreleyen, içinden geçen, şimdi asfaltın altında, lağımlarla karışmış şekilde yatan dereleri anlatan bir belgeseldi. Bir Ankaralı olarak çok bilmediğimiz bir konuya dikkat çekmesi ile önemliydi.

Seyirciden çok ilgi gören Hasan Söylemez’in Tenere belgeseli çölü geçmeye çalışan mülteciler gibi, bize pek gösterilmeyen bir konuyu anlatıyor ve bir mültecinin bu zorlu yolculuğuna eşlik ediyordu. Ovacık, adından da tahmin edilebileceği gibi Ovacık ilçesi ve Fatih Mehmet Maçoğlu ile ilgili bir belgeseldi ve Maçoğlu’nun bildik politikacı portresi dışına çıkan yaklaşımını başarılı bir şekilde anlatıyordu.

Dünya Sineması:

Toplam 12 filmin yer aldığı bu bölüm, bu sene biraz daha klasikler ağırlıklı bir bölüm oldu. Anısına bölümünde Fellini ve Rohmer’in iki filmi vardı. İkisini de tekrar sinemada izlemek güzel oldu. Aylaklar (I Vitelloni), ustanın daha gerçekçi olarak tanımlanabilecek döneminden, İtalya’nın bir türlü büyüyemeyen erkekleri ile ilgili bir filmdi. Bugünden bakınca özellikle kadın karakterler konusunda sıkıntılı bir yerde duruyordu ama savaş sonrası dönemin boşluktaki atmosferini de yansıtmıştı. Rohmer’in ahlak öyküleri serisi içinde yer alan Claire’in Dizi (Le genou de Claire) ise evlenmek üzere olan bir adamın gittiği tatil beldesinde karşılaştığı iki genç kız ile arasında geçenleri son derece incelikli bir şekilde anlatıyordu. Bugün muhtemelen daha riskli bir hikâye olurdu ama Rohmer 1970 yılında, olayı tümüyle bir genç kızın dizine dokunabilme isteği boyutunda işlemiş.

Vişegrad Dörtlüsü bölümündeki filmler arasında, Zoltán Fábri’nin Profesör Hannibal’ı (Hannibál tanár úr) en ünlü filmdi. Nitekim bu ününü de hak etmiş. Hannibal üzerine bir makale yazan, ezik olarak niteleyebileceğimiz bir öğretmenin, politik figürlerin elinde bir oyuncak haline gelmesini, yeri gelince bir dahi, yeri gelince vatan haini ilan edilmesini anlatan, günümüz için de gayet taze bir filmdi. Andrzej Munk’un Eroica’sı, 2. Dünya Savaşı’nda geçen iki hikâye üzerinden kahramanlık kavramını sorguluyordu. İlk hikâye biraz savruk olsa da bir esir kampında geçen ikinci hikâye daha derli toplu idi.

Kaderin tatsız bir cilvesiyle, tam da festival sırasında vefat haberini aldığımız Jirí Menzel’in Kardelen Festivali (Slavnosti snezenek) filmi, yönetmenin başka filmlerinde de yaptığı gibi, sırandan bir Çek köyündeki olayları, insanlar arasındaki ilişkileri komedi çerçevesinde anlatıyordu. Yönetmenin bir sonraki yıl çekeceği Benim Küçük Tatlı Köyüm filminde bu tarzın daha olgun bir şekilde kullanıldığını söyleyebiliriz. Frigyes Ban ve Vladislav Pavlovic’in Aziz Petrus’un Şemsiyesi (Szent Péter esernyöje) ise bu seçkinin en zayıf filmiydi bana göre. Yine de Yeşilçam’ı hatırlatan hikayesi ile nostaljik ve keyifli bir tarafı da vardı. Film hakkında araştırma yaparken, Tarık Akan ve Necla Nazır'ın oynadığı Delisin filminin de aynı hikayeden serbest bir uyarlama olduğunu öğrenmek de güzel bir detay oldu.

Dünya Sineması bölümündeki güncel filmlerden en merakla bekleneni elbette Christian Petzold’un Undine filmi idi. Kişisel olarak Petzold’un önceki filmi Transit gibi, bu filmle de çok yakınlık kuramadığımı söyleyebilirim. Ancak vizyonda bir kez daha izleyip, fikirlerimi netleştirmek istiyorum. Buñuel, Kaplumbağaların Labirentinde (Buñuel en el laberinto de las tortugas), Luis Buñuel’in üçüncü filmini çekerken yaşadıklarını anlatan bir animasyondu. Konu ilginç, film de bir biyografi olarak başarılıydı ama neden animasyon sorusunun cevabını veremedim. Luis Buñuel gibi bir figürü anlatırken, animasyonu çok daha yaratıcı bir şekilde kullanılmasını beklerdim.

Rüzgârı Eken (Semina il vento), insan ve doğanın birlikteliğini savunan, çevreci bir filmdi. Yönetmeninin filmin görüntülerine ve ses bandına gösterdiği özen de dikkat çekiciydi. Gasmann ise bu bölümün en geride kalan filmiydi. Nazilerle ilgili bir oyunda oynamaya hazırlanan bir oyuncunun hikayesini anlatan film, tiyatro provaları kısımlarında başarılı olsa da bu başarısını filmin tamamına yansıtamıyordu.

Son söz olarak şöyle diyelim. Ankara Film Festivali, pandemi döneminde düzenlenecek diğer festivallere de bir örnek niteliğinde oldu. Özen gösterildiğinde, gerekli önlemlerin alınabildiğini gördük. Ancak seyircilerin tedirginliğinin devam ettiği de bir gerçek. Şu dönemde, sinema salonlarında festival düzenlemek isteyenlerin biraz daha bilinen ve merak edilen filmleri seçmeleri gerekecek gibi duruyor. Başarılı olsa da adı çok duyulmayan filmler, şu dönemde pek tercih edilmeyecek gibi.

Ankara’dan etkinlikler:

  • Fransız Film Günleri: Mülkiyeliler Birliği, açık hava gösterimlerine, Eylül ayında Fransız filmleri ile devam ediyor. 13 Eylül Pazar günü, Sara Forestier’in yazıp yönetip oynadığı M filmi gösterilecek.
  • Cermodern Açık Hava Sineması: Cermodern’de 13 Eylül’de, Ruth Wilson’un Hedda Gabler’i canlandırdığı, National Theatre’ın Hedda Gabler oyununun gösterimi var.
  • ODTÜ Mezunları Derneği Açık Hava Gösterimleri: Vişnelik’te 11 Eylül akşamı, Askerin Babası (Jariskatsis Mama) filmi gösterilecek.

Haftaya görüşmek üzere.

HASAN NADİR DERİN

GALERİ


Diğer Yazılar