SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

30. ADANA ALTIN KOZA İZLENİMLERİ 2- YABANCI FİLMLER

08 Ekim 2023 Pazar 17:38
SİNEFİLDEN NOTLAR / HASAN NADİR DERİN

Geçen hafta, Adana Altın Koza izlenimlerine başlamıştık. Bu hafta da festivalin yabancı film seçkisi ile devam edelim. Festivalde 10 yabancı film izlemişim. Bunlar arasında Cannes’ın Altın Palmiyeli Bir Düşüşün Anatomisi, Almanya’nın Oscar adayı Öğretmenler Odası ve Todd Haynes’in merakla beklenen May December gibi filmleri de vardı. Bu 10 filmin bir kısmının Filmekimi’nde gösterileceğini düşünürsek, orası için de bir öneri yazısı gibi düşünülebilir.

Das Lehrerzimmer (Öğretmenler Odası):
Almanya'nın Oscar'a gönderdiği Öğretmenler Odası, İlker Çatak'ın kariyerindeki sıçrama noktası olabilir. Yönetmenin ilk filmini bayağı sevmiştim ve yeni Fatih Akın mı geliyor acaba demiştim. Sonraki filmleri, o umudu biraz kırmıştı. Bu sefer senaryo aşamasından itibaren, en derli toplu işi ile karşımızda. Yönetmenlik ve oyunculuk da gayet iyi.
Film, okuldaki bir hırsızlık vakasını çözmeye çalışırken, öğrencilerini korumaya çalışan ama iyi niyetlere giriştiği işler ayağına dolanan bir öğretmeni anlatıyor. Öğretmen, hırsızlık vakasına filmin başındaki matematik problemine yaklaştığı gibi yaklaşıyor, teorisini adım adım ispatlamaya çalışıyor ama gerçek hayat, bir matematik problemi keskinliğinde değil elbette.
Film, Alman eğitim sisteminin güçlü ve zayıf noktalarına da giriyor ama izlerken bizi de düşünmeden edemedim. Bizde, böyle bir olayda, olağan şüpheli 1-2 çocuk tutulur, hele bir de şüpheli bir şey bulunursa, iki tokat atılır, çocuk damgalanır ve olay biterdi muhtemelen.
Filmden önce okuduklarımdan, beklentimin birazcık daha yüksek olduğunu itiraf edeyim ama yine de gayet iyi bir filmdi. Filmekimi ve sonrasında muhtemel vizyonu için, şimdiden önereyim.

Evil Does Not Exist (Kötülük Diye Bir Şey Yok):
Hamaguchi'nin önceki iki filmini çok sevmiştim ama bunda aynı tadı alamadım. Özellikle senaryo açısından, onlar kadar incelikli değil bence. Yine usta işi sahneler var ama onlar da filmi o kadar yükseltmiyor.
Filmin bir kısmı, Uzakdoğu sinemasında sıkça gördüğümüz, dingin doğa içinde yaşayan insanlar üzerine. Filmin daha başarılı kısmı da bu. Bir de özellikle orta blokta baskın olan, çevreye zarar veren kapitalist şirket bölümü var. Burası biraz ezberden gitmiş bence. Filmin finalini de çok anlamlandıramadım açıkçası. Çıktığımızda, izleyen diğer arkadaşlarla da konuştuk. En azından gerçekleşen eylemin motivasyonu zayıf geldi. Yine de vizyona girerse, projeksiyonu daha iyi olan bir salonda tekrar izleyebilirim.

May December (Bir Skandalın Peşinde):
Todd Haynes, iki hayal kırıklığı sonrası, sahalara sağlam bir şekilde geri döndü. Cannes'da ödül alamadı belki ama benim bu festivalde en keyifle izlediğim filmlerden biri oldu.
Film, yetişkin, evli ve çocuklu bir kadınken, 13 yaşında bir gençle ilişkiye giren ve ondan da hamile kalan bir kadını ve yıllar sonra bu ilişkinin filminde bu kadını canlandıracak oyuncunun, rolüne çalışmak için bu ailenin içine girmesini anlatıyor. Erkek 18 yaşını doldurduktan sonra evlenmişler, başka çocukları da olmuş. Mahallenin bir kısmı bunları aralarına kabul etmişken, bazıları da reddediyor.
Haynes, bu olaya yargılamadan yaklaşmış. Karakterini ne temize çekiyor, ne de yerin dibine batırıyor. Onu anlamaya çalışıyor. Ama bunu yaparken de basit çözümlere başvurmuyor. Finale yaklaşırken karakterin geçmişine dair bir şey öğreniyoruz. İzleyenlerden farklı fikirlerde olanlar da vardı ama bu bilgi klişe bir neden-sonuç ilişkisine yol açıyor ve bence doğru bir bilgi değil (spoilersız bu kadar).
Oyuncu karakteri üzerinden de karakter yaratma sürecini çok güzel aktarıyor. Görsel olarak da bu iki karakterin giderek birbirlerine benzeme sürecini çok iyi işlemiş. Zaten görsel olarak neredeyse kusursuz bir film. Görüntü yönetmeni Christopher Blauvelt'in işini çok beğendim. Daha önce genelde Kelly Reichardt ile çalışmış ama burada Haynes'in tarzını çok iyi yansıtıyor.
Her iki oyuncusu da çok iyi. Ama Portman bir adım önde. Oscar adaylığı gelir mi? Valla neden olmasın ama bu sene orada bayağı güçlü adaylar var gibi. Çok kolay olmayacak.
Bazı karakterlerin ve olayların daha detaylı anlatılması gerektiği yönündeki eleştiriye katılabilirim. Bu durumda ya film 3-4 saat olacaktı ya da Serkan Çellik'in film sonrasında dediği gibi, bir mini dizi çok daha iyi olabilirdi.

The Shadowless Tower (Gölgesiz Kule):
Berlin'de ana yarışma filmi olmasına rağmen, çok ilgimi çekmemişti, Adana'da da karşısındaki filmi zaten izlediğim için bunu seçtim açıkçası ama pişman etmedi. Gayet temiz bir aile dramı. Eksiği yok ama fazlası da yok.
Uzun yıllardır babasını görmeyen bir adamın, tanıştığı genç fotoğrafçının da etkisi ile, hem babası ile arasını düzeltme, hem de kendi eski karısı ve çocuğu ile ilişkilerine değinen bir film. Genç fotoğrafçı kadın karakterinin enerjisi, filme de enerji katıyor.
144 dakikalık süresi biraz daha ekonomik kullanılabilirdi açıkçası. Üzerine çok fazla konuşulacak bir film değil. Karşınıza çıkarsa izlenir, ama özel olarak aramaya da gerek yok derim.

Fallen Leaves (Sararmış Yapraklar):
Canımız, ciğerimiz, Aki'miz iyi ki sinemaya geri dönmüş de bize yeni bir film daha armağan etmiş. Proletarya üçlemesinin dördüncü filmi(!) olarak tanımlanan bu filmde, eşi benzeri olmayan Aki abimiz, yine formunda.
Film, işçi sınıfından iki yalnız karakterin trajikomik aşkını ve biraraya gelmek için, aştıkları engelleri anlatıyor. Bir yandan da, sigortasız ve ucuz işgücü, patrondan çok patroncu çalışanlar, işçilerin dayanışması gibi konulara da giriyor. Ve tabii ki bunu da bildiğimiz, sevdiğimiz Aki Kaurismäki tarzında yapıyor. Aynı donuk oyunculuklar, soğuk mizah, aynı renkler ve benzer müzikler. Aki de hep aynı filmi çekiyor tarzı bir eleştiri gelebilir ve haklılık payı da var ama bunu o kadar iyi yapıyor ki. Ben yine aynı keyifle, hatta zaman zaman kahkahalar atarak izledim. Evet aynı ama hâlâ taze geliyor tarzı bana. Yine çok belirgin bir tarzı olan, Wes Anderson geldi mesela aklıma. Ondan artık biraz sıkıldım ama Kaurismäki'den sıkılmamışım.

The Siren (Deniz Kızı):
Gerçek olaylardan yola çıkan dramatik hikayeleri animasyonla anlatma yöntemi, son dönemlerde iyice arttı. The Siren da bunun yeni örneklerinden biri. Bu kez bizi İran-Irak savaşı döneminde, İran'ın bir sahil kentine, Abadan'a götürüyor. Pek çok kişi, kuşatma altındaki şehirden kaçmış ama askerler ve bir grup vatandaş halen içerideler. Artık durumunun umutsuz hale geldiğini gören genç Ümid, artık çalışmayan bir tekneyi tamir ettirerek, sevdikleri ile birlikte şehirden çıkmaya çalışıyor. Filmin basit ama etkili bir animasyon tarzı var. Hikâyenin sert gerçekliğini dengeliyor ve zaman zaman daha büyülü bir atmosfere kaymasını da sağlıyor.
Ümid'in tekneyi tamir ettirme çabası sırasında karşılaştığı insanlar, filme adeta bir yol filmi havası da katıyor. Hikâye bir şehrin dışına çıkmasa da, farklı karakterlerin onun hayatına dahil olması ve değiştirmesi, temelde yol filmlerinin tarzı aslında. Bu karakterler çoğunlukla, İran'ın devrim öncesini özleyen karakterler. Ki zaten, tarih itibarıyla, devrim öncesine çok yakınız.
Teknenin giderek alternatif bir Nuh'un Gemisi'ne dönüştüğünü de söyleyebiliriz. Bu anlamda belki de sadece Irak'ın saldırısından değil, mevcut iktidarın egemenlik alanından da uzaklaşan bir Nuh'un Gemisi.
Berlin'de Panorama bölümünü açmasına rağmen, adını çok duymadığımız bir filmdi. Adana'da da tam Nuri Bilge Ceylan’ın filminden sonra gösterilince, pek ilgi olmadı ama hiç fena değilmiş. Bu tarzın en iyilerinden biri olmayabilir ama izlenir.

El Eco (Yankılar):
Berlinale'nin Encounters bölümünden gelen bu film, Meksika'nın uzak bir köyündeki yaşama, çocukların gözünden bakıyor. Tür olarak belgesel olarak geçse de türün sınırlarını zorlayan, kurmaca, hatta deneysel denebilecek tarafları da var. Yaşam ve ölümün iç içe geçtiği, çocukların erken yaşta büyümek zorunda kaldığı, yaşlıların bakımlarını üstlendikleri, kadınların görevlerinin belli olduğu sert bir gerçeklik sunarken, bunu perde altından bir mizahı da elden bırakmadan, sessiz-sakin ve dingin bir şekilde yapıyor.
Aslında türünün kaynaklarda belgesel olarak geçtiğini bilmezseniz, içinde belgesel ögeleri bulunan bir kurmaca da diyebilirsiniz. Sanırım bu iç içe geçmiş yapı ve dingin hali, Adana seyircisinde karşılık bulamadı. Daha 5. dakikasında seyirciler salonu terk etmeye başladılar. Filmin ilk yarısı boyunca da bu devam etti. İzlediklerim arasında, festivalin en fazla seyirci kaybı yaşayan filmiydi.
Halbuki bizi alıp, bilmediğimiz bir kültürün içine koyan, karakterler ile beraber nefes alıp vermemizi sağlayan, ilgi çekici bir yapımdı.


Anatomie d'une chute (Bir Düşüşün Anatomisi):
Bu senenin Altın Palmiyeli filmini de Adana'da izledik. Cannes'daki diğer filmleri izlemeden, hak etti-etmedi diyemeyiz ama tıkır tıkır işleyen, uzunca süresine rağmen seyirciyi bir an bile boş bırakmayan bir film. Yönetmen Justine Triet'in önceki filmi Sibyl ile karşılaştırırsak, ileriye doğru büyük bir adım.
Bir adamın düşüp ölmesi ile başlayan film, karısının zanlı olarak mahkemeye çıkarılması ve olayın detaylarının çözülmeye çalışılması ile devam ediyor. Büyük bir kısmı bir mahkeme draması olarak geçmesine ve türün bazı bildik numaralarını kullanmasına rağmen, film ilerledikçe, asıl derdinin bu adam nasıl öldü, karısı mı öldürdü sorusundan çok, olaylar nasıl buraya geldi, bu iki karakter neler yaşadı olduğunu anlıyorsunuz. Kimin yorumunda okuduğumu hatırlamıyorum ama gerçekten de filmin adı, "Bir İlişkinin Anatomisi" de olabilirdi.
Film çoğunlukla senaryosu ve oyunculuğu ile öne çıkıyor bence. Giderek ilişkinin derinliklerine girdiğimiz senaryo, çok iyi kurulmuş. Ve Sandra Hüller. Daha önce de bazı filmlerde görmüşüzdür belki ama ilk kez Toni Erdmann ile dikkatimizi çekmişti. O zamandan beri de neredeyse kusursuz bir kariyer kurmakta. Oynadığı film kötü olsa bile, Hüller bir şekilde parlıyor. Bu kez, tüm film onun üzerine kurulu olunca, coşmuş. Duygudan duyguya atlayıp, karakteri hakkında ne düşüneceği konusunda seyirciyi ikilemde bırakırken, bir yandan da anadili olmayan dillerin derinliklerinde geziniyor. Jüri, filmi Altın Palmiye verecek kadar sevmeseymiş, kadın oyuncu ödülü çok rahatlıkla Hüller'e gidermiş bence.
Farklı diller demişken, film Fransız yapımı ama çok büyük bir kısmında İngilizce konuşuluyor. Oscar'a gönderilmemiş olması tartışılmıştı ama acaba nedeni bu olabilir mi diye de düşünmeden edemedim. Adı değişse de Oscar'ın Uluslararası Film kategorisindeki kurallara göre, filmin baskın dilinin İngilizce olmaması gerekiyor sanırım. Güncel kurallara bakmak lazım ama bu film, dil kriteri konusunda sorun yaşayabilirdi sanki.

Le règne animal (Hayvan Krallığı):
İnsanları hayvana dönüştüren bir salgının yayıldığı, alternatif bir yakın gelecekteyiz. Temelde bir baba-oğulu izliyoruz. Anne, bir hayvana dönüşmüş bile. Oğlanda da hastalık yavaş yavaş ilerliyor. Hayvana dönüşen insanlar genellikle saldırgan olarak kabul edildikleri için, devlet çoğunlukla bunları yakalayıp bir yere kapatmayı hedefliyor. Halkın önemli bir kısmı da onları öldürmek istiyor. Bu yüzden de oğlanın durumunu gizlemeye çalışıyorlar.
Yönetmen Thomas Cailley'nin bu durumu, bir ırkçılık metaforu olarak kullandığı açık. Hatta belirgin bir şekilde, farklılıklarımızla beraber, birlikte yaşayalım mesajı veriyor ve eğer saldırgan hareketleri olanlar varsa, onlar da kışkırtıldıkları için böyleler diyor.
Fakat film bu mesajını verirken, fazlaca ana akım sularında dolaşıyor. Karakterler arasındaki ilişkiler, kurulan çatışmalar ve yakınlıklar, romantik ilk aşk hikayesi, hatta değişim geçiren diğer insanlarla olan etkileşimler bile çok bildik, benzerlerini gördüğümüz unsurlar. 
Esasen film kendini izlettiriyor ama daha büyük bir potansiyeli varmış, kullanamamış. Body-horror seven bir yönetmenin (Cronenberg ya da Ducournau mesela) elinde, çok farklı yerlere gidebilirmiş.

Terrestrial Verses (Fani Dizeler):
Nihayet Adana'da izlediğim son filme sıra geldi. Alireza Khatami ve Ali Asgari'nin ortak yazar-yönetmeni olduğu bu film, İran'daki farklı sorunları anlatan epizodlardan oluşuyor. Bunların çoğu da gerçekten başarılı.
Her biri birer kısa film diyebileceğimiz hikayelerde (galiba 9 tane vardı), ortak bir görsel tarz kullanılmış. Hiç hareket etmeyen bir kamera, kadrajın ortasında gördüğümüz bir kişi ve ona bir şeyler soran bir dış ses. Düşündüğünüzde, pek çok Youtube videosunda bile görebileceğiniz basit bir yapı. Ama iyi hikayeler ve diyaloglar, başarılı oyuncularla birleşince, ortaya iyi bir film çıkmış.
Hikayelerin çoğunun merkezinde kadınlar var. İran'ı düşününce çok şaşırtıcı değil ama bazıları da evrensel. Kamusal alanda başörtüsünü çıkarıp çıkarmadığı sorgulanan kadının öyküsü, İran'a ve İslam ülkelerine özgü belki (kamusal alan derken, kadının arabasının içinden bahsediyoruz, camlardan görünebildiği için kamusal alan sayılıyor) ama kadına uygulanan başka baskılar üzerinden de okunabilir. Erkek arkadaşı ile dolaşırken görülen kızın hikayesi ya da dövmeleri nedeniyle ehliyet alması tehlikeye giren adamın hikayesi de yine belli ülkelerin seyircilerine çok uzak gelebilir. Ama maalesef bizim az-çok anlayabileceğimiz hikayeler.
Ama filmin en evrensel, en etkili ve o ölçüde rahatsız edici olan hikayesi, iş görüşmesinde tacize uğrayan kadının hikayesiydi. İşverenin sürekli iltifat görünümünde cümlelerle kadına sulanmasına, yalnız olup olmadığını sormasına, çeşitli bahanelerle dokunmaya çalışmasına şahit oluyoruz. İzlerken, adamın iğrenç tavırları ile birlikte, kadının önce görmezden gelme çabasını, sonrasındaki tedirginlik ve korkusunu iliklerime kadar hissettim. Ben bir erkek olarak bunu hissettiysem, kadınlar için sakin kalmanın daha da zor olduğu bir izleme deneyimi olabilir.
Genel olarak beğenmekle birlikte, açılış hikayesinin en zayıflardan biri olduğunu düşünmeden edemedim. Bir babanın çocuğuna isim verme çabasını anlatan bu hikâye, diğerlerinin etkisini veremiyordu. Bir yerlerde karışınıza çıkarsa, ilk bölümden filme puanınızı vermeyin, bekleyin.
Haftaya görüşmek üzere.
HASAN NADİR DERİN

 

GALERİ


Diğer Yazılar